12 Mart romanlarında erkeklik ve muhafazakârlık

12 Mart romanlarında, iktidar önemli bir kavram olarak belirir; politik meşruiyet ve güç için verilen savaş, pek çok romanda bunların eksikliğinden veya tehdit altında olmasından duyulan tedirginliği belirginleştirir

 

—Kesecekler, diyorlardı.

Aralarında kıkır kıkır gülüyorlardı.

Pakize:

—Azıcık ucundan, diyordu.

Büyük Gözaltı (110)

 

“Senin hiç” diyordu ergenliğe

hazırlanan bir oğlan sesi, “hiç

kendinden çıkıp da bir başkası

olmak istediğin oldu mu?”

Gençliğim Eyvah (271)

 

 

Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart askerî muhtırasını ve bu müdahale çerçevesinde 1970’ler Türkiye’sinde yaşananları yazınsallaştıran 12 Mart romanlarının büyük çoğunluğu, devrimci sol politikanın beslediği muhalif bir tavrın ve değişim özleminin taşıyıcısı konumundadır; ancak, kendilerini politik yelpazenin sağında konumlandıran yazarlar tarafından ortaya konan yapıtların yanı sıra, bu dönemi tarihsel gerçekliklere gönderme yapmadan ve ne açıkça ne de örtük bir biçimde politik olarak belirli bir tarafı tutmadan, farklı estetik stratejiler ile konu edinen 12 Mart romanları da bulunmaktadır1. Birçok eleştirmen, sol düşünceden beslenen, solcu aydınların ve devrimci gençlerin bu dönemde yaşadıklarını ön plana çıkartan romanları 12 Mart romanının kurucu unsurları olarak değerlendirir ve “12 Mart romanları” başlığı ile bu romanları çerçeveler. Romanların çoğunda, anlatıcının veya baş karakterlerin yazarın politik bakış açısını paylaşan kişiler olması ve yapılan betimlemeler ile dile getirilen görüşlerin ideolojik bir boyut taşıması nedeniyle, bu romanlar üzerine yapılan eleştirel yorumlar için de öncelikli ilgi alanı, anlatıların yürüttüğü politik tartışma olmuştur. Eleştiriler, ağırlıklı olarak politik görüşlerin yazınsal düzlemdeki temsiline odaklanmaktadır.

Berna Moran, 12 Mart romanlarını, Anadolu romanında köylüler ile toprak ağası arasında kurulan “ezen/ ezilen” karşıtlığını şehir ortamında, sosyalist motiflerle öyküleyen romanlar olarak tanımlar ve anlatılarda dile getirilen sınıfsal çelişkilere ve kişileşen ideolojik görüşlere dikkat çeker (Moran 16). Murat Belge, temel özelliğini “ideolojik meşruiyet endişesi” ile belirginleşen bir suçluluk sorunsalı olarak ortaya koyduğu 12 Mart romanlarını “provokasyon” ve “işkence” gibi konular çerçevesinde tartışır ve 12 Mart’ın tanıkları arasında hiyerarşi yaratan hapishane faktörü ile idealleştirme sorununu gündeme getirir (Belge 127). Fethi Naci ve Ahmet Oktay’ın 12 Mart romanına yaklaşımlarında da politika ön plandadır ve anlatılanların gerçeğe uygunluğu önemli bir sorun olarak belirir. Fethi Naci, 12 Mart romanı kategorisine giren bazı romanları incelediği yazılarında “güncelin romanını yazma”nın zorluklarına değinir (Naci 364) ve yazarların “tartışmaya girişmek” yerine politik düşüncelerini romana dolaysız bir biçimde yerleştirmelerine vurgu yapar (365). Ahmet Oktay da, kimi yazarların ideolojik görüşlere karşı takındığı saldırgan tavra ve bu tavır dolayısıyla anlatılara taşınan “hezeyan”a dikkat çeker (Oktay 242).

12 Mart romanını belirleyen temel unsur olarak sol bir zihniyeti ve sosyalizme sempatiyi ayırt etmesine karşın Ömer Türkeş, 12 Mart romanlarını önceki eleştirmenlere göre daha geniş bir kategori olarak ele alır ve bu başlık adı altında, sadece 1980 öncesinde yazılan ve günceli yakalamaya çalışan politik romanlara değil, bu dönemden yıllar sonra yazılan ve 12 Mart’ın çeşitli unsurlarını konu edinen anlatılara da değinir (Türkeş 80-85). Bu genişletilmiş bakış açısı, hem 12 Mart’ın darbeden çok sonra bile çağdaş Türkçe edebiyata esin kaynağı olmaya devam ettiği gerçeğini görünür kılar hem de birbirinden farklı politik görüşler ve estetik kaygılar ile zenginleşen bir romanlar toplamına işaret eder.

“12 Mart romanları” kategorisi gibi, bu romanların politik tavırlarını merkeze alan eleştirel çerçeve de genişletilebilir; çünkü, 12 Mart romanları sadece politikadan ibaret değil. 

Yaralısın, Erdal Öz, Can Yayınları

Bu romanlar, ele aldıkları dönemde yaşananları farklı politik bakış açılarından yorumlamanın yanı sıra, ideolojik aidiyetten aydın olmaya, baskının yarattığı psikolojik travmalardan cinselliğe dek pek çok farklı alanda da çeşitli tartışmalar geliştiriyorlar. Anlatılarda şiddetin, işkencenin, iktidarın karşısına yenilgiye uğramış politik bireyler olarak konumlandırılan veya mücadele içinde konu edilen kişilerin kendileriyle yaşadıkları hesaplaşma, ideolojik düzlemin ötesindeki çelişkilere de vurgu yapmaktadır.

12 Mart romanlarında, iktidar önemli bir kavram olarak belirir; politik meşruiyet ve güç için verilen savaş, pek çok romanda bunların eksikliğinden veya tehdit altında olmasından duyulan tedirginliği belirginleştirir ve bir “endişe alanı”nı görünür kılar. Bu “endişe alanı” erkek roman kişilerinin öne çıktığı anlatılarda, ifadesini güç ve hakimiyet yitimi ile ilgili korkuların --bir tedirginlik ve kontrol arzusu eşliğinde-- erkeklik üzerinde temellendirilmesi ile bulur. Diğer bir deyişle, güç ve iktidar savaşının ortasında bizzat bir kriz alanına dönüşen erkeklik, 12 Mart romanlarında bir travma olarak ön plana çıkmaktadır.

Pek çok 12 Mart romanında baskı ve şiddet altında “erkek” olmak bir sorunsal olarak belirginleşmektedir. Kimi anlatılarda karakterler, karşı karşıya kaldıkları kötü muamele ve baskılara direnme çabası içinde bir erkeklik sorgulaması yaşarlar (Yaralısın, Büyük Gözaltı), kimilerinde ise, erkeklik babayla bir hesaplaşma olarak belirginleşir (Gün Döndü, Gençliğim Eyvah). Bu kriz alanı, aynı zamanda bir muhafazakârlık alanı olarak ortaya çıkar. Erkekliğe ilişkin yerleşik kavramlar gözden geçirilir, erkekliği korumak veya yeteri kadar erkek olmamak ile ilgili korkular dile getirilir, bu konudaki yitik özgüven sorgulanır ve onarılmaya çalışılır. Baskı yaratan, fiziksel güce dayalı erkeklik kavramı ile direnci besleyen, entelektüel güce dayalı erkeklik kavramı karşı karşıya getirilir; ancak iktidar, bu rollerden birinin diğerine sağladığı üstünlükten bağımsız olarak, egemen erkekliğin başlıca unsuru olarak onanır.

Erkeklik ve muhafazakârlık

İletişim Yayınları’nın Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce serisinin beşinci cildi olan Muhafazakârlık başlıklı derlemede yer alan yazısında, “parlak zaferlerle dolu” Osmanlı altın çağı imgesini Türk muhafazakârlığına temel oluşturan bir imge olarak konumlandıran Murat Belge, “aynı nehre iki kez girilme[z]” diyen Herakleitos’a değinerek çarpıcı bir muhafazakârlık tanımı yapmaktadır; buna göre, muhafazakârlık “aynı nehirde iki kez yıkanma özlemi”nden başka bir şey değildir (Belge “Muhafazakârlık…” 95-97). Bu şekilde tanımlandığında muhafazakârlığın sağ veya sol, liberal veya sosyal demokrat her türlü politik söylemin içine kolayca yerleştirilebileceğini, kültürel örüntülerin ve kadın-erkek ilişkilerinin içinde de rahatlıkla konumlandırılabileceğini görürüz. Belge’nin yaptığı tanımı izleyerek ilerleyecek olursak, Türkiye’nin politik atmosferinde İslam ile yapısal bir ilişki kuran, Osmanlı mirasını çeşitli şekillerde içselleştiren, modernizme direnç gösteren ve pek çok farklı alandaki kültürel tutuculuk noktalarına temas eden politik söylemlere yakıştırılan muhafazakârlık sıfatının aslında belli politik yönelimlerle sınırlandırılmasının olanaksızlığı daha da açıkça görülür.

Belge’nin sözünü ettiği “altın çağ büyüsüne kapılmaktan kurtulamama hâli” dışında, muhafazakârlığa işaret eden unsurlar adı geçen derlemede bir araya getirilen yazılarda şöyle sıralanır: mevcudu muhafaza etme arzusu (Çiğdem 13), modernizme direniş (Çiğdem16), reforma karşı çıkış ve restorasyona yöneliş (Belge “Muhafazakârlık…” 93), geleneğin değerlerine sahip çıkış ve gelecek korkusu (Baker 101). Aynı ciltte yer alan “Muhafazakârlığın Uslanmaz Çocuğu: Reaksiyonerlik” başlıklı yazısında Yüksel Taşkın, “muhafazakâr[lığın], tarihsel süreklilik adına zaten değişimi içine sindirebilecek bir düzen anlayışına sahip” olduğunu da vurgulamaktadır (Taşkın 187). Dolayısıyla, gericilik ile iç içe geçebilmesine karşın muhafazakârlığın tam olarak aynı referanslarla donatılmadığını ve kendisini, gericilik diye adlandırılan kimi akımlardan, değişimin kabulü ve bu sürecin denetimine duyduğu ilgi ile ayırt ettiğini söyleyebiliriz.

Buradan toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında muhafazakârlık ile neyin kastedildiğine geçecek olursak: cinsel hiyerarşiyi muhafaza etme arzusu, toplumsal cinsiyet rollerindeki değişikliklere direniş, cinsel rolleri koruma ve onarmaya yöneliş, geleneksel cinsiyet rollerine gösterişli bir bağlılık ve yine güç dengelerinin ne şekilde değişeceğinin kestirilemediği bir gelecekten duyulan şiddetli korku. Egemen erkek kimliğini oluşturan unsurların ve kültürün bu kimliği destelekyen tavrının aşınmasından duyulan korku da yukarıda sözü edilen muhafazakârlık damarını oluşturan tedirginlik noktalarından biri olarak düşünülebilir; toplumun geneli tarafından kabul edilen erkeklik imgesini sarmalayan muhafazakârlık perdesi de, politik düzlemde yapılan muhafazakârlık tartışmalarında dile getirilen temel sorulara verilebilecek cevaplar için önemli ipuçları içeren bir sosyokültürel örüntüdür.

“Egemen erkeklik” veya kimi kuramcıların tercih ettiği şekliyle “hegemonik erkeklik” kavramının yaklaşık otuz yıllık bir geçmişi var2. İlk olarak 1985’te yayımlanan bir makalede (“Towards a New Sociology of Masculinity”) etraflıca tarif edilen ve tartışmaya açılan, sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında ufuk açıcı hareketliliklere yol açan ve aynı zamanda bolca da eleştirilen bu kavram, egemen erkeklik tanımının arkasındaki isimlerden Robert Connell’in de James W. Messerschmidt ile birlikte kaleme aldığı ve 2005 yılında yayımlanan bir başka makalede belirttiği gibi, günümüzde “güç”, “hane içi şiddet” ve “politik liderlik” gibi gündemi etkisi altına alan pek çok konuda önemli bir anahtar olma konumunu korumaktadır (Connell 830).

Egemen erkeklik kavramının kuramsal tartışma birikiminin ışığında gözden geçirildiği bu yakın tarihli makalede, “egemenlik”ten ve “erkeklik”ten kastedilenler günümüz koşulları dikkate alınarak güncellenmektedir. Bu güncelleme, egemen erkeklik kavramı ile ilgili olarak iki önemli noktaya dikkat çeker. Birincisi, egemen erkekliğin sadece kadınları değil, belli söylemlere ve davranışlara itibar etmeyen erkekleri de ötekileştirdiği ve dolayısıyla bu kavramın sadece kadın-erkek kimlikleri çerçevesinde değil, daha geniş bir cinsel kimlik hiyerarşisi ile birlikte düşünülmesi gerekliliğidir (Connell 848). İkinci olarak, yerel, bölgesel ve global düzlemlerin tek bir güç hiyerarşisine indirgenmesinin yanlışlığına değinilir ve bu düzlemlerde egemen konuma geçen cinsiyet rollerinin farklı atmosferlerde hayat bulduklarının gözetilmesi gerekliliğine dikkat çekilir (Connell 850). Egemen erkeklik kavramına getirilen eleştiriler sıralanırken ideal/ egemen erkek kimliğini donatan özelliklerin kişilerin üzerine yapışan ve asla değiştirilemeyen etiketler olarak değil, kişilerin kimi zaman özdeşleşip kimi zaman uzaklaştıkları söylemler olarak benimsenebileceği de ifade edilir (Connell 841).

Koşullara, zamana ve kültürel çerçeveye bağlı olarak çeşitli farklılıklar göstermesine ve katı bir kalıp gibi değil, giyilip çıkartılabilen bir elbise gibi değerlendirilmesine karşın, bu konuyu tartışan kuramcıların verdiği örneklerin de gösterdiği gibi, egemen erkekliğin temel unsurlarını değişken özellikleri değil, muhafaza edilenler belirler. David Gilmore, Erkeklik Yapılırken (Manhood in the Making) adlı yapıtında, farklı kültürlerde erkekliğe yüklenen benzer anlamlara dikkat çeker ve “savaşçı kimliği”ni, “dayanıklı” ve “cesur” olmayı ve erkekliğin bir “güç gösterisi” ile kazanılmasını, zamana ve kültürel farklara rağmen erkeklik tanımı içerisinde muhafaza edilen ortak unsurlar olarak belirler (Gilmore 12-20). Gilmore’un dile getirdiği pek çok unsur, Türkiye’den yola çıkılarak yapılacak “erkeklik” tanımlarını da çerçevelemektedir; Türkiye’de de dayanıklılık, cesaret ve güç erkekliği tanımlayan unsurlar olarak ortaya konulmaktadır. Savaşçı-asker kimliği erkeklik tanımına içkindir ve kültürel olarak kutsanır. Bu kimlik, sadece gösterişli erkeklik imgeleriyle şiddeti öven aşırı milliyetçi politik söylemlerin içinde değil, hemen her çeşitli politik görüşün içinde bir etki alanı yaratmaktadır.

Benzer gözlemleri, erkekliği sorunsallaştıran araştırmacıların yapıtlarında da buluruz. “Türk Modernitesinin Erkeklik Söylemleri Üzerinden İncelenmesi” başlıklı doktora tezinde, politik düzlemde temel farklılıklar içerdikleri varsayılan kimliklerin de ortaklaştığı noktalar olabileceğine dikkati çeken Elif Şafak, Kemalist ve İslamcı elitlerin pek çok konuda aynı kültürel referanslarla donatıldığını çarpıcı bir şekilde göstererek erkekliği ortaklaşılan nokta olarak ayırt eder. Her iki politik söylemin de “baba otoritesi” (13) sergileyen bir sese sahip olduğunu, “kadınlık” ve “dişilik” arasında ayrım gözettiğini (188), köylü Anadolu kadınını kadınlığın temel unsurlarını taşıyan örnek olarak kabul ettiğini (221) ortaya koyan Şafak, Kemalist/ İslamcı karşıtlığının “erkeklik”ten hareketle incelendiğinde “yaratıcı kavrayışlar geliştirmekte analitik olarak etkisiz ve verimsiz” olabileceğini gözler önüne serer (Şafak 250).

Ataerkil yapıların edebiyat yapıtlarındaki yansımalarının izlerini süren Ayşe Saraçgil, benzer bir ortaklaşmayı, 12 Mart’ın çatışan özneleri arasında belirler. Bukalemun Erkek adlı kitabının “Sosyalist Hareket ve Ataerkil Yapılar” başlıklı altbölümünde, sosyalist düşünceden beslenen şâir ve yazarların yapıtlarını değerlendirirken Türk sosyalist hareketinin “Kemalist geleneğin özellikle askeri ruhuna bağlı kalarak, saldırganlık, fedakarlık, her derde ve acıya katlanmayı bilmek gibi nitelikleri, önerdiği yeni erkekliğin temel unsurları olarak sapt[adığını]” (Saraçgil 341) belirterek 1970’lerde muhafazasına çalışılan erkeklik değerlerine açıklık getiren Saraçgil, bozkurtların milliyetçiliğinin de “katı ve saf, saldırgan ve cesur bir erkeklik modelini içer[diğini]” ekler ve buradan hareketle, 1970’li yıllarda biri devletin otoritesine eklemlenmeye çalışan, diğeri bu otoriteyi karşısına alan iki “disiplinli militarizm” ayırt eder (350).

12 Mart romanları, Saraçgil’in benzer özelliklerle donatıldığını ifade ettiği bu iki erkeklik modelinin (devrimci/ bozkurt) çeşitli düzlemlerdeki çatışması kadar, bu modellere uymak konusunda yaşanan entelektüel/ ruhsal çelişkileri ve tedirginlikleri de dile getiren öykülere sahiptir. Güçlü/ savaşçı/ militan erkek kimliği, gerek sosyalist düşünceden beslenen yazarların romanlarında, gerekse diğerlerinde sadece bir savunu olarak değil, kimi zaman da bir sorunsal olarak yer alır. Romanlar, erkek roman kişilerinin erkekliğin sahnelenmesi ve kanıtlanması üzerine kurulu öyküleri ile, toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki muhafazakârlık perdesini belirginleştirmektedir.

Egemen erkeklik rollerinin bireyler üzerinde yarattığı gerilim ve baskının romanlarda dile getirilişini, 12 Mart sürecinin başlangıcında ve sonunda yayımlanan iki roman üzerinden göstermeye çalışacağım. Hem Büyük Gözaltı (1974) hem de Gençliğim Eyvah (1979), erkekliğin alımlanışının politik bakış açılarındaki faklılıklardan bağımsız olarak yarattığı muhafazakârlık alanını gözler önüne seren iki anlatıdır. Büyük Gözaltı, Çetin Altan’ın 12 Mart deneyimine ilişkin özyaşamöyküsel detaylar da taşıyan ve politik tutukluluk ile hücre metaforunu kullanarak yaşamın gündelik hâlinin aslında bir çeşit tutukluluk, bir gözlem altında olma durumu olup olmadığını sorgularken Gençliğim Eyvah ise dikkatini 12 Mart’ın gündemine oturan şiddetle değil ama askerî müdahaleye neden olduğu iddia edilen şiddete yöneltir ve sokaklara taşan politik kargaşanın sorumluları üzerine, bir kılavuz-öğrenci ilişkisi çerçevesinde yorumlar yapar. Her iki romanda da ön planda erkekler bulunmaktadır.

Büyük Gözaltı

Büyük Gözaltı, anlatıcının cinayet ile suçlandığını öğrendiği bir hücrede başlar. Suçlamanın detayları hakkında en ufak bir fikri olmayan anlatıcı, gardiyanların sorgulamalarına dayanamayarak itiraf edecek bir cinayet bulmak üzere geçmişine döner ve kendisine metaforik cinayetler kurgulamaya başlar. Onu üzen, yaralayan, hayal kırıklığına uğratan, çocukça heyecanlarını anlamayan kişileri öldürdüğünü kabullenerek gardiyanları ikna etmeye çalışır. Diğer hücrelerden gelen işkence sesleri, çığlıklar, her seferinde türlü gaddarlıklara yeltenen gardiyanlar onu yaşamın gerçekliğine çekse de, anlatıcı gözaltı süreci boyunca, anne-baba çekişmesinin ortasında sıkışıp kalan çocukluğunun, ilk gençlik yıllarının yalnızlığının, yatılı okulun, büyümeye ve bir erkek olmaya çalışırken yaşadıklarının anıları ile dolu bir başka gerçekliğe sürüklenir.

Büyük Gözaltı, Çetin Altan, İnkılâp YayıneviBu anılar ile birlikte, hücre giderek içinde sıkışılan fiziksel bir yer olmaktan çıkar ve tüm yaşamı kapsayan boğucu bir atmosfere dönüşür. Anılar, gözaltı hâlini aşkın bir gerçekliğe dönüştürür ve anlatıcıya bireyin güçler hiyerarşisinde savunmasız bir piyondan öte bir şey olmadığını düşündürür. Anlatıcı, çıktığı düşünsel yolculukta, kendince pek çok cinayet bulsa da, bunlardan hangisiyle suçlandığına bir türlü açıklık getiremez. Bu karmaşa içinde bir gardiyan elinde salıverme kâğıtları ile ortaya çıkar ve anlatıcıya bunları imzalatır; ancak, kâğıtlar bir türlü işleme konmaz. Roman, anlatıcının attığı imzayla, aslında salıverildiğine ilişkin bir kanıt yaratmaktan öte bir şey yapmadığını kavramasıyla biter.

Büyük Gözaltı, erkekliği iki ayrı düzlemde ele almaktadır. Anlatıya kimi zaman okuru gülümsetecek komik olayların da karıştığı anılardan oluşan düzlemde, çocukluğundan başlayarak anlatıcının babasının ölümüne kadar geçen sürede yaşadıkları konu edilir. Bu hatıralar, küçük bir çocuğun “erkek” ve “kadın” olmak arasındaki farkı öğrenişini, tam bir erkek olmak için geçmesi gereken aşamaları keşfedişini ve evdeki güç dengelerini çözme çabasıyla, küçük yaşta iktidar kavramıyla nasıl karşı karşıya kaldığını ortaya koyar. Egemen erkekliğin kuralları bu düzlemde sergilenen olaylardan yola çıkılarak öğrenilir ve içselleştirilir. İkinci düzlemde ise, anlatıcının gözaltı hücresinde onu çevreleyen baskı ve yıldırma çabalarına “erkekçe” direnmeye çalışması bir erkeklik tartışması geliştirir. Bu düzlem de egemen erkekliğe uyma çabasıyla dolu bir gençlik geçiren anlatıcının, bu kimliğin karanlık yüzünü travmatik bir şekilde deneyimlemesini öyküler.

Anlatıcının hafızasında canlanan ilk anılar, “evde gecelik entarisiyle dolaşan ve yüzü hiç gülmeyen ihtiyar bir babaanne ile saatlerce bir odaya kapanıp ikide birde onun elini ayağını öpmeye kalkan bir adamla, kendisine beklediği önem verilmediği için, kapıları çarparak dolaşan hırçın, genç bir kadının […] dünyasında” başlar (Altan 55). Küçük bir çocuğun gözünden evdeki güç ilişkilerinin çözümlendiği bu anlatı düzleminde, kadın/ erkek olmakla ilgili soruların şekillenişi de sergilenir. Babasının evdeki pasif konumu ile annesinin sert tutumu arasındaki çelişki, anlatıcının kendisini bir toplumsal cinsiyet sorgulaması içinde bulmasına neden olur. Bu sorgulama, cinselliğin keşfi ile eşzamanlı olarak ilerler. Anlatıcı, bakımını üstlenen hizmetçi Fatma’dan edindiği bilgilerle, cinselliğin ne anlama geldiğini kavramaya başlar (21). Anılarda, erkeklikle ilgili ilk travmayı sünnet olgusu ortaya çıkartır; gerçek bir erkek olmak için sünnet edilmesi gerektiğini öğrenen anlatıcı, korkularıyla baş etmekte zorlanır. Erkekliği hak etmek için geçilmesi gereken eşik ve verilmesi gereken cesaret sınavı, anlatıcıyı hem korkutur hem de gerçek bir erkek olmayı onun gözünde idealleştirir ve çekici kılar. Egemen erkekliğin kurucu unsurlarından olan cesaret ve acıya direnç, kültürün küçük yaşlardan itibaren erkek çocuklara benimsettiği özellikler olarak sergilenir.

Erkek olmak ile ilgili düşüncelerin şekillenmesine, anlatıcının büyükbabası da katkıda bulunur. Yaramazlıklarından bıkıp usanan annesi tarafından doğduğu köşke geri götürülen anlatıcı, burada kendisini babasının tam tersi bir erkek figürünün karşısında bulur (55). Evdeki herkese korku saçan, disiplin ve iktidar timsali büyükbaba, anlatıcıyı erkek kimliği ve onu çerçeveleyen iktidar kavramı üzerine düşünmeye iter. Yürütülen disiplin ve iktidar sorgulaması, köşkte yaşanılanlara ilişkin anıları anlatıcının yatılı okul anılarına eklemler. Kısa bir süre sonra kendisini yatılı okulda, büyükbabasınınkine benzer bir disiplinin soğuk yüzüne teslim edilmiş bulan anlatıcı, burada da erkekliğin bir yarışa dönüşmesine şahit olur; anlatıcı, yatılı okulda geçirdiği yıllar boyunca erkekliğin, sadece edinilen bir kimlik olmadığını, korunması ve çeşitli söylemlerle başka erkeklere kanıtlanması gerektiğini öğrenir (192).

Bu anılar ile iç içe geçen diğer anlatı düzlemi ise tutukluluk hâlinin yarattığı iktidar krizine odaklanmaktadır. Gözaltı hücresi de bir cesaret ve dayanıklılık savaşının verildiği bir ortam olarak vurgulanır ve gözaltındaki baskı da, sünnet gibi, gerçek bir erkek olmak için aşılması gereken zorunlu bir eşik gibi çizilir. “Demir bir yatak […] bir masa, bir demir iskemle[den]” (5) oluşan hücresinde kendisini karşılaşacağı kötü muameleye hazırlamaya çalışan anlatıcı, dövüldüğünü, falakaya yatırıldığını gözünde canlandırıp nereye kadar dayanabileceğini sorgular. Çözülme noktası, eril iktidarının alaşağı edildiği noktadır: “Bu akşam, yahut yarın akşam, yahut öbür akşam hep birlikte girivereceklerdi odaya. Ne kadar dayanabilirdim ki söylememek için. Belki hayalarıma el atıncaya kadar…” (12). Dayağın ve işkencenin cinsel içerikli bir tehdit olarak karşısına çıkması ihtimali, anlatıcı için gözaltı hâlini eril iktidarın travmatik bir şekilde yok edilişi ile eşanlamlı kılar. Bu korku, gardiyanların sert davranışları ile birlikte, anlatıcıyı çok geçmeden bir sinir krizinin eşiğine sürükler. Romanda anlatıcı tarafından dile getirilen tartaklamaların gerçek mi yoksa yanılsama mı olduğu belirsizleşmeye başlar. Anlatıcı bir yandan gardiyanların ona kendisini ölümün kıyısında hissettiren katılığına rağmen sakin, kontrollü ve güçlü bir erkek görüntüsü çizmeye gayret ederken diğer yandan ona yakınlık gösteren bir gardiyanın yardımıyla serbest bırakılması için birbiri ardına dilekçeler yazar. Bürokrasiye bağlanan umut, hepsi cevapsız kalan bu dilekçelerle çarpıcı bir şekilde hicvedilir (166). İmzaladığı serbest bırakılma kâğıtlarını hatırlattığı gardiyandan dosyasının kapandığını öğrenen anlatıcı, belgelere göre artık gözaltında olmadığını kavradığında ona hazırlanan oyunu anlar.

Hem anlatının şimdiki zaman düzlemine yerleşen tutukluluk hâli öyküsü, hem de anılar, alaycı bir dille anlatıcının egemen erkek kimliğinin gerekliliklerine uygun davranma çabasını dile getirir. Bu çaba, erkek kimliğini oluşturan örüntüleri de ortaya çıkartır; en başta hükmetme konumu olmak üzere, kararlılık, dayanıklılık, güç ve öz kontrol, erkekliğin temel kavramları olarak ortaya konur. Hükmedilen bir nesneye dönüştüğünde, kontrolünü yitirdiğinde veya yeteri kadar dayanıklı olamadığında, erkek “erkekliğini” yitirmektedir. Anlatıcının gerek ailesinin iktidar dişlileri arasına sıkışan çocukluğunda, gerekse hapsedildiği hücrede, bu unsurları içeren bir erkeklik sergilemeye çalışması, hem yaşadığı baskıyı belirginleştirir hem de bu baskının erkekliği nasıl bir muhafazakârlık alanına dönüştürdüğünü gözler önüne serer.

Anlatıcı, hücresinin kapısına dayanan gardiyanlar onu ilk kez dışarı çıkmaya zorladıklarında, kurşuna dizilmeye götürüldüğünü zanneder ve bu yanılsamanın etkisiyle duygusal çöküntüye uğrar. Bir erkek gibi davranmaya, dik yürümeye ve gülümsemeye çalışırken başkalaştığını fark edecektir:

Yürüyen artık ben değildim, bir başkası yürüyordu. Bir yaygınlık gelmişti

dudaklarıma. Zar zor yapıştırma bir tebessümdü sözde bu. Kapıdan çıkarken yıkılmadım. Şaştım da neden yıkılmadığıma. […] Hiçbir şey düşünmüyordum. Öyle yürüyordum. Daha doğrusu ben değildim yürüyen. Bir başkası yürüyordu bende. Ağzında yayılmış dudakları ile zorlama bir gülücük, dimdik yürüyordu. Görmeden, duymadan, düşünmeden, cansız bir kalıp gibi öyle yürüyordu. (148)

Göstermelik de olsa sergilediği bu cesaret, gardiyanlarından erkekliğini kanıtlayarak aldığı intikamdır; anlatıcı, baskının onu yıldırmadığını, gerekirse ölebileceğini göstermeye çalışır.

Büyük Gözaltı, anlatıcının ölüm korkusu karşısında gösterdiği bu direnci “erkeklik” olarak kursa ve korku noktalarını yeteri kadar erkek olmamak ile belirginleştirse de, bir yandan da bu zorunlu gösteri ile dalga geçer. Anlatıcının ölüme götürüldüğünü düşündüğü ve gücünü yitirdiği anlarda, büyükanne ve büyükbabasının birden beliriveren ve ona tam bir erkek gibi davranmasını ima eden hayalleri ve anlatıcının ölmeden önce söylemek üzere “takvim yapraklarının altındakine benzer, kısa, anlamlı” (152) ve oturaklı bir söz bulmaya çalışması, sergilenen erkeklik gösterisini ve anlatıcının yaşadığı tedirginliği komik öğeler ile süsler.

Dik ve güçlü görünmek ve cesur davranmak konusunda gösterilen çaba, erkekliğe ilişkin kimi özelliklerin onarılması ve yeniden kanıtlanması gereken unsurlar olarak nasıl bir muhafazakârlık alanı ile çerçevelendiğini gösterir. Anlatıdaki alaycı ton, erkeklik rollerinin arka planındaki korkuyu da başarıyla yansıtır. Her erkeklik gösterisine, bu sahnedeki davranışların sahteliğini düşünmeye olanak sağlayan bir itiraf da eşlik eder: Anlatıcı, yatılı okulda arkadaşlarına kadınlarla yaşadıklarını anlatırken, hücrede cesaretini korumaya çalışırken veya gardiyanlara sesini yükseltirken, bir yandan da bu gösteriyi geçersizleştiren bir itirafçı kimliğine bürünür. Kadınlar konusunda deneyimsizdir ancak arkadaşlarına tam tersini söyler; korku içindedir ama bunu saklar. Anlatıcının ancak kurşuna dizilmeden hücresine geri getirildiğinde kendisinde bulabildiği bir güvenle gardiyanlara sesini yükseltmesi de aynı ironiyi taşır.

Bu ikilik ile Büyük Gözaltı, toplumsal cinsiyet kimliklerinin verili değerlerden çok birer rol olduğunu çarpıcı bir şekilde vurgulamış olur. Anlatıda gözaltı kavramının çağrıştırdığı eylemsizlik ve iktidar-kontrol kaybı, sadece hücreye özel bir deneyim olarak değil, tüm yaşama yayılan bir unsur olarak ele alınır; içeride gardiyanların üstlendiği rolü, dışarıda toplum üstlenmektedir. Eğitim sistemiyle, sınıfsal hiyerarşileri ve ayıpları ile, bireyleri gözaltında tutan, iktidarlarına ket vuran, eylemlerini sınırlandıran bu açık hapishane, toplumsal cinsiyet rollerini biçimlendiren başlıca güç odağı olarak resmedilir. Dolayısıyla, hükmedici, kontrol sahibi, dayanıklı ve korkusuz “erkeklik” kavramının her şeyden önce bu güç odağının iktidarının temel unsuru olduğu ortaya konmuş olur. Böylece, hücre, gardiyanlar ve işkence ile simgelenen baskıcı politik düzen, erkekliğin iktidar ve kontrol ile eşanlamlı muhafazakâr bir kavrama dönüştüğü, bireyi çeşitli şekillerde baskılayan patriyarkal toplum ile resmedilen bir diğer otoriter düzeninin bir uzantısı olarak belirginleşir.

Gençliğim Eyvah

Gençliğim Eyvah, İhtiyar olarak adlandırılan bir profesörün lideri olduğu bir yeraltı örgütünün ülkede anarşi yaratmak amacıyla yaptığı çalışmalar üzerine kurulu bir anlatıdır. Ülkenin çeşitli güç odaklarına sızmayı başaran ve Türkiye tarihinin karanlık her noktasında parmağı olan bu örgüt, politik ve etnik çatışma ortamları doğuracak eylemlere girişir. İhtiyar, anlatının ileri aşamalarında adının Raşit olduğu ortaya çıkan Delikanlı’yı üniversitedeki derslerinde tanır ve onu gizli örgütüne çekmek için, daha çok küçükken yanına alıp yetiştirdiği Güliz adlı bir diğer örgüt üyesini görevlendirir.

Gençliğim Eyvah, Tarık Buğra, Ötüken YayınlarıGizli örgütünün varisi olarak gördüğü Raşit’i çevresindeki diğer gençlerden farklı olarak el üstünde tutan İhtiyar, Raşit ve Güliz arasında gelişen aşkla birlikte olayların planlarına ters düşen bir şekilde gelişmeye başladığını fark eder ancak bu sürece engel olamaz. Gençler, İhtiyar’ın onlara çizdiği hayattan bir çıkış yolu ararlar; ancak, bu süreçte birbirlerine olan güvenlerini de yitirirler. Raşit, Güliz’in onu İhtiyar’a ispiyonlamaya devam ettiği şüphesi ile kendisini tam bir çıkmazda bulur. Güliz, Raşit’e olan aşkını kanıtlamak için tek yolun İhtiyar’ı zehirlemekten geçtiğine karar verir. Bu planı sezen Raşit de Güliz’i engellemek için onun peşinden İhtiyar’ın yaşadığı bağevine gider. İhtiyar zehirlendiğini anlayınca Güliz’e ateş eder, Raşit’i de yaralar. Roman Raşit’in birbiri ardına kaldırılan cenazelere katılmasıyla sona erer.

Gençliğim Eyvah’ta da erkeklik sorunsalı anlatıda birbiriyle içiçe geçen iki ayrı düzlemde belirginleşmektedir. Bunlardan biri, İhtiyar’ın Raşit’i kendisini deşifre etmeden “fikirlerle savaşmak” konusunda yetiştirmek istemesinin ve Raşit’in eyleme özenmesinin öykülendiği düzlem, diğeri ise Raşit’in Güliz ile yaşamına giren yeniliklere direnç göstermesinin, bu sürecin ve Güliz ile olan ilişkisinin kontrolünü elinde tutmak istemesinin öykülendiği düzlemdir. Anlatıda, mutlak bir kötülük imgesi olarak çizilen, “Hristiyan Orta Çağı’nın üslubuna uygun […] bir iblis, bir Şeytan, bir Mefisto” (12) olarak tanımlanan İhtiyar’ın Raşit’e duyduğu bağlılık, simgesel bir baba-oğul ilişkisi oluşturur: İhtiyar, insanların “oğlum olsun diye çiftleş[me]” (23) hırsından söz açar, kendisinde bu hırsın “devamı gibi” (25) gördüğü Raşit’e denk düştüğünü söyler ve bu ilginin coşkunluğunu, Mevlana-Şems ilişkisine gönderme yaparak vurgular (90). İhtiyar’la Raşit arasındaki çekişme, ergenlik çağındaki bir erkek çocuğunun babası ile ilişkisinde olduğu gibi, bir kendini kanıtlama çabası ile iç içe geçer. Bu ilişkinin taşıdığı gerilim, konu edilen hesaplaşmanın erkekliğin tesisi ile olan bağlantılarını belirginleştirir.

Anlatıda önce İhtiyar’ın geçmişi gözler önüne serilir: “bütün Osmanlı ülkelerinde tanınan bir şeyhin tek oğlu” olan İhtiyar, “boylu, poslu, sırım gibi bir erkek güzeli”dir (32). Daha 1930’larda, “devlet içinde devlet olmuş” ve “akıl almaz bir eylem gücüne ulaşmıştır” (36). “İttihat ve Terakki Fırkası’nın üç başı”na karşı girişilecek bir operasyonda suçüstü yakalanan İhtiyar, darağacından karısının yardımı ile kurtulur; “karısının yatağından azad ed[ildiğini]” öğrenince ilacına zehir katarak onu öldürür ve her çeşit duygusallıktan arındırılmış yeni bir hayatı benimser (38). “Sersemlikleri Koruma ve Geliştirme Vakfı”nı kurarak “Devlet’i devlet yapan kurum ve kuruluşlar”ı çökertmeye girişir (42). Darülfünun’a el atar (42), İzmir suikastini düzenler (45-8), idam sehpalarının gölgesinin bütün Türkiye’ye çöktüğü zamanlarda gazetelerde kışkırtıcı yazılar yazar (50). Yaptığı çalışmalar sonucunda “Parti Devlet’in üstüne çık[ınca]” (51) İhtiyar için asıl amaç partiyi yıkmak olur. “Hep bilinmez kalarak, üniversite, basın, iş ve Devlet hayatının köşebaşlarını ele geçir[en]” (63) İhtiyar, adamlarını tarikatlar gibi örgütleyerek çalışmalarını sürdürür. 1945’te “bir yandan Rusya’yı komünizmin-ve sosyalizmin-, komünizmi -ve sosyalizmi- de Rusya’nın göbekadı saydırtacak bir propaganda kampanyası” başlatır, öte yandan “kundağından yeni çıkan demokrasiyi yozlaştırmaya koyulur” (66).

Duygulardan arınmışlık, sertlik ve acımasızlık, anlatıda bir baba figürü olarak beliren İhtiyar’ı hükmedici bir erkeklik modeli olarak kurar. İhtiyar’ın kimliği, egemen erkekliğin güç ve iktidar gibi unsurlarının yanı sıra, saldırgan ve yıkıcı bir benliğe de vurgu yapar. Büyük Gözaltı’nın tersine bu anlatıda alaycı ton, hükmedici erkekliği sorgulayan değil bütünleyen bir unsur olarak ortaya çıkar. Yanında çalışan gençleri “ayaktakımı” (25) olarak nitelendiren ve insanları “dik sürüngenler” (45) olarak tanımlayan İhtiyar, roman boyunca hürriyet aşkını, insan sevgisini, halk ve vatan ile ilgili duyarlılıkları aşağılayan konuşmalar yapar. Kandilli sırtlarındaki köşkünü haber alma ve savunma merkezine dönüştüren İhtiyar, 27 Mayıs arefesinde Güliz’i keşfeder (70). Gerçek adı Sıdıka olan ve alkolik annesiyle yaşayan dokuz yaşındaki küçük kızı alıkoyar ve onu yetiştirmeye başlar. 12 Mart’a gelindiğinde, Güliz çekici bir kadın olmuş, İhtiyar da onunla başaracağı işleri planlamaya başlamıştır. Beş çocuklu bir memur ailesinin en büyük çocuğu olan ve hem çalışıp hem de üniversite eğitimini sürdürmeye çalışan Raşit, bu yıllarda İhtiyar’ın üniversitedeki derslerine katılmaya başlar ve anlatıya dahil olur.

Romanın başlarında, gelişimi anlatının ilerleyen bölümlerine bırakılan bir çatışma resmedilir ve İhtiyar ile Raşit arasında bir erkeklik tartışması olduğu sezdirilir. İhtiyar, kendisine eylem konusunda meydan okunmasını iktidarına bir başkaldırı olarak görür ve bunu bir erkeklik gösterisi ile ilişkilendirir: “O ineklerin ölümle oynayışlarını kıskandın değil mi? Ölümden korkmadığını ve Sırat Köprüsü’nü koşarak geçebileceğini…ve erkekliğini ispatlayacaksın. Bunu senden isteyen mi oldu, aptal. Kime ispatlamak? Güliz’e mi? (18)”. Bu tartışma, daha sonra Raşit’in fakirlik ile damgalanan yaşamını yücelttiği düzlem ile zenginleşir. Raşit, fakirlikle, alınteri ve üçüncü sınıf esnaf lokantalarında yediği “fasulye pilakisi” ile şekillendirdiği has erkek imgesini, zenginlik, gösterişçi Batılılık, İstiklal caddesi ile simgelenen bir düşkünlük ile şekillenen erkekliğin karşısına yerleştirir; onun erkeklik kurgusuna, İstiklal caddesinin vitrinleri ve “vitrinlere bakan güzel giyimli, genç, yaşlı, orta yaşlı kadınlar ve erkekler” ile simgelenen keskin bir tiksinti karışır. (127).

Bu tutum, yerel olanın yüceltilmesine dayanan bir egemen erkeklik imgesi kurar. Değişime özenme, yıkıcı bir unsur olarak işaretlenir. İhtiyar’ın silah olarak kullandığı alaycılığın bir benzerini anlatıcı da benimser ve Raşit’in Güliz’in adını öğrenme fırsatını yakaladığı soyut resim sergisinde, “saçma sapan, uyduruk, zevksiz çizgiler ve renkler” ile donatılmış tablolar önünde, arkadaşına modern resmin terimlerini kullanarak ve “önemli jestler ve ağırbaşlı fısıltılarla […] çok beğendiği kebapçının künefesini, lahmacunlarını, beytisini” (127) överek, yerelliği egemen erkek imgesinin kurucu unsuru olarak belirginleştirmesi, anlatıcı tarafından bu tavrı destekleyen bir dille öykülenir.

Bu erkeklik tartışması, Güliz’in İhtiyar’a rapor vermek amacıyla Raşit’in yaşamına yerleşmeye başlamasıyla hararetli bir özeleştiriye dönüşür. İhtiyar tarafından ücreti parlak bir işe yerleştirilen Raşit, parasızlık çektiği günlerin balık-ekmekli yaşamı ile Güliz’le tanımaya başladığı yeni yaşamın “vitrinleri, lüks lokantaları, batılı ve çağdaş yöntemlerle çay veya içki servisi yapılan gazinoları, pasta salonları, café’leri” (147) arasında kendisini bir iktidar muhasebesinin ortasında bulur:

Bir buçuk ay öncesine kadar, bu kofana veya palamut veya istavrit veya hamsi cızırtıları ile kokuları, yalnız ağzındakileri değil, bütün salgı bezlerini gaddarca tahrik ederdi. Ama çenekemikleri vardı o zaman… kerpetenle çekilmiş gibi gerilen kapakları vardı burun deliklerinin… “pöhh” diye boşaltıp “hıhhh” diye yenileyebilirdi ciğerlerindeki-içindeki- havayı! Peki ya şimdi? Yani Güliz’den sonra? […] Şimdi ona ihanet eden yalnız salgı bezleri değildi; daha kalleş daha başına buyruk bir şeydi. (146-7)

Güliz ile birlikte, fakirliğin getirdiği zorluklara katlanma ve özentilikten uzak durma ile tanımlanan erkek kimliğinin, özkontrol boyutu iyice ortaya çıkar.

Aşk, Raşit tarafından iktidarın topyekün kaybı olarak, neredeyse “erkekliğin kaybı” olarak yaşanmaktadır. Raşit, Güliz karşısında “yalnız adam gururu”ndan (147) vazgeçer ama “yalnız adam”lara özgü kuşkuculuk ve güvensizlik ortadan kalkmaz. Güliz bir yandan aralarında geçen konuşmaları İhtiyar’a rapor ederken, diğer yandan Raşit’e kapıldığını fark eder. Raşit ise, hakkında ufak tefek bilgiler toplamaya başladığı İhtiyar’ın olaylardaki rolünü yavaş yavaş kavramaya başladığı için, Güliz’e tam olarak güvenmekte zorluk çekmektedir. Raşit’in kendisine egemen olma konusunda içine düştüğü tedirginlik, Güliz’e egemen olma noktasında da kendisini gösterir; hareketlerini tamamen kendi istek ve kararları doğrultusunda belirleyemediği bir kadın olduğu için, Güliz de Raşit’te iktidar kaybı hissi yaratır.

Raşit, hem İhtiyar’la hem de Güliz’le olan ilişkisinde sabitlemeye gayret ettiği iktidar alanlarında, egemen erkekliğin tesisine çalışır. Gösterdiği çaba, Büyük Gözaltı’nda olduğu gibi, hükmetme konumunun egemen erkek kimliği ile ilişkisini somutlaştırır; Raşit de hükmettiği ve olaylara yön verdiği ölçüde erkekliğini tesis edebileceğini görür ve Güliz ile birlikte katıldığı devrimci bir toplantıda, bu konuda içine düştüğü yoksunluk hissini bertaraf etmenin yolunun “eylemci” olmaktan geçtiğini kavrar. Bu amaçla İhtiyar’a karşısına çıkan ve “kendisine bir tabanca verilmesini” (244) isteyen Raşit, fallusun edebiyattaki en belirgin taşıyıcılarından biri olan tabancanın nesnel cazibesi çerçevesinde gelişen bu metaforik ödipal hesaplaşma sonucunda, İhtiyar’la kavga ederek isteğini elde eder (256). İhtiyar çıkacak olayla örgütünün bağlantısının kurulmaması için Raşit’in yayınevi ile ilişiğini kestirir ve daha sonra da onu yanına çağırarak bir konsolosluğu bombalama görevi verir. Bu görevi, yitirdiği iktidarının yeniden tesisi için önemli bir fırsat olarak gören Raşit ise farklı bir hedefi bombalar.

Raşit’in, İhtiyar’ı karşısına alarak gerçekleştirdiği eylemden sonra yaşadığı hesaplaşma, iktidar arzusunun sinsiliğine vurgu yapar. İhtiyar’ı “bir akıl bozukluğu bir dengesizlik” (274) olarak düşünen Raşit, kendi içinde de, ona benzeyen kişilerin içinde de İhtiyar’ın kimliğinde somutlaşan, aynı yıkıcı hükmetme duygusunun olduğunu fark eder. Olay yerinden uzaklaşırken iki çocuğun konuşmalarından Raşit’in kulağına çalınan “senin hiç bir başkası olmak istediğin oldu mu?” sorusu, özgür irade ve seçim ile yapılan bu eylemin “erkeklik” inşası ile kesiştiği noktada, Raşit’e Güliz ile yaşamına giren değişim hırsını, başkalaşma çabalarını hatırlatır ve olayların başka türlü gelişmesi olanaklı mıydı sorusunu sordurur (271). İhtiyarı öldürme fikri, has erkekliğe geri dönüşünü tamamlayacak bir edim olarak Raşit’in zihnine yerleşir. Son buluşmalarında Güliz bu görevi daha rahatça yapabileceğine Raşit’i ikna eder ve bu fedakarlıkla kendi sonunu hazırlar.

Gençliğim Eyvah da Büyük Gözaltı gibi, kazanılan ve kanıtlanan, onarılması ve korunması gereken bir erkeklik kavramına yaslanır ve bu kimliği hükmetme, eylem, kontrol ve iktidar gibi unsurlar ile tanımlar. Bu romanda da, erkekliğin verili bir durum değil bir rol olduğu fikri göze çarpar; Raşit’in yaşadığı değişim, egemen erkekliğin kurulumunda önemli birer faktör olan iktidar ve irade kavramlarına bağlı olarak derecelendirilen çeşitli erkeklikler arasında salındığını gösterir. Ancak Gençliğim Eyvah, Büyük Gözaltı’nın alaycı bir tonla ele aldığı bu şizofrenik erkeklik gösterisine sarılma halini, ideolojik bir suçlamaya çevirir. Delikanlı’nın İhtiyar’a karşı çıkışını ve bu süreçte büründüğü rolü, eyleme/devrime özenme adı altında eleştiren Gençliğim Eyvah, anlatıya sinen “Batılılaşma özentisi” eleştirisiyle, erkek kimliğini sadece iktidar ile eşanlamlı muhafazakâr bir kavram olarak konumlandırmakla kalmaz aynı zamanda bu kavramı politik bir muhafazakârlık ile de çerçeveler.

Başkalaşan erkeklikler

12 Mart’ın kendine özgü ortamında, güç-iktidar-kontrol gibi unsurların, cesaret ve kendini feda etme gibi özelliklerin biçimlendirdiği metaforlara dönüşen “kadınlık” ve “erkeklik”, sadece Büyük Gözaltı ve Gençliğim Eyvah’ta değil, pek çok 12 Mart romanında roman kişilerinin yaşadıkları hesaplaşmanın önemli unsurlarından biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yazıda ele alınan iki roman da “baba”nın iktidarını, devlet ve toplum tarafından etkinleştirilen daha geniş bir iktidar ile bağlantılı bir biçimde ele almaktadır. Büyük Gözaltı’nda cinayet suçu ile gözaltına alınan anlatıcı, Gençliğim Eyvah’ta da Raşit, kendilerini nesneleştiren bir iktidara karşı mücadele eder; Büyük Gözaltı’nın anlatıcısı, anılarındaki iktidar imgeleri ile ve içinde yaşadığı toplumda devlet erkini temsil eden gardiyanlarla hesaplaşırken, Gençliğim Eyvah’ta Raşit kendi erkini kanıtlamaya, İhtiyar’ın bir baba-oğul, kılavuz-öğrenci, şeyh-mürşid ilişkisi çerçevesinde ona çizdiği hayatta karşı kendi otoritesini göstermeye çalışır. Bu süreçlerde, her iki anlatıda da bir egemen erkek imgesi kurulur. Bu imge, iki nedenle muhafazakâr bir alanı belirginleştirir. Birincisi, erkek kimliğini tanımlayan güç ve iktidar gibi unsurların yerinden oynatılmaması ve eksildiğinde onarılması gereken özellikler olarak kesin çizgiler ile çizilmesi; ikincisi ise erkek kimliği ile ilgili olarak sürekli bir kontrol unsurunun gündeme getirilmesi ve hem özkontrol hem de kişilerin ve olayların kontrolü ile ilgili gerilimlerin erkeklik söylemi üzerinden yeniden üretilmesi.

İktidar ve kontrol, gerek Büyük Gözaltı’da gerekse Gençliğim Eyvah’ta erkeklik kavramının yapıtaşları olarak belirginleşmektedir. Her iki anlatıda da restorasyon eğilimi ve değişime ilişkin süreçlerin kontrolüne duyulan ilgi, erkeklik kavramına içkin unsurlar olarak ortaya çıkar; dolayısıyla erkeği erkek yapan özelliklerin “muhafazasına” ilişkin çabanın, başlıbaşına bir muhafazakârlık alanı oluşturduğunu söyleyebiliriz. İki romanda da belli durumlarda başkalaştığının farkına varan ve bunun üzerine düşünen bir erkek özne bulunmaktadır; Büyük Gözaltı’da egemen erkek imgesine uygun davranışlar sergileme çabasıyla ortaya çıkan bu başkalaşma hali, Gençliğim Eyvah’ta bir aşk ile ilişkilendirilir ve olumsuz bir tonda, has erkeklikten uzaklaşma suçlaması ile birlikte konu edilir. Büyük Gözaltı’da cesaret ve dayanıklılık gibi kavramların sorgulanması ile öne çıkan erkeklik tartışması, Gençliğim Eyvah’ta güç ve eylem gibi unsurların da değerlendirildiği bir tartışmaya dönüşür.

Her iki roman da, erkekliğin bir rol olduğu vurgusunu taşımalarına karşın, egemen erkekliğin kurucu unsurlarını dışarıda bırakmayacak bir erkeklik tanımını över ve bu destek ile, söz konusu özelliklerin yazınsal düzlemde, süregelen toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini koruyacak biçimde yeniden üretilmesine katkıda bulunur. Büyük Gözaltı’dan farklı olarak Gençliğim Eyvah, özenti yaşamlara yönelttiği eleştirel bakış ile, erkekliği politik bir muhafazakârlık ile de çerçeveler. Türk romanında Tanzimat’tan bu yana çeşitli şekillerde yeniden üretilen züppe imgesine dayanak oluşturan, bilinçsizce Batıya özenen ve kendisini gösterişli bir şekilde Batılı referanslarla tanımlayan kişilere karşı geliştirilen aşağılayıcı tavır, bu romanda da etkin bir rol oynar. Gençliğim Eyvah, devrimci solu benzer bir özentilik suçlaması ile damgalama çabasıyla, erkeklik tartışmasını yerellik gibi bir düzlemi de içine alacak şekilde genişletmekte ve İstiklâl caddesi ile avantgard modern resmin simgelediği zenginlik ve Batılılığın karşıtı olan özelliklerle kurulan bir erkeklik tanımlamaktadır.

“Erkeklik” kavramının hem baskı altındaki bireyin direnişini hem de baskı altına almaya çalışan bireyin şovenizmini tanımlayan bir kelime olarak karşımıza çıkması, kültürel şizofrenimizin bir diğer yüzüdür. Erkeklik gösterisi yapmakta ortaklaşmaları, Büyük Gözaltı ve Gençliğim Eyvah’ın erkeklerini benzeştirse de onları bütünüyle aynı kılmıyor. Güçler hiyerarşisinde durdukları yer, erkeklerin benimsedikleri rollere farklı anlamlar yüklenmesine olanak sunar. Ayşe Saraçgil ve Elif Şafak’ın karşıt politik görüşlere sahip erkeklerin ortaklaştıkları noktalara dikkat çektikleri tezlerine katılmakla birlikte, bu ortaklıkların çabucak politik görüşlere atfedilebilecek bir güç ve şiddet övgüsünden ziyade “muhafaza”sına çalışılan erkeklik değerlerinin politik görüşlerden önce kültürel inanışların eleğinden geçmesi ile açıklanabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer erkek kimliği, politik olarak bir diğeri kadar muhafazakâr olmayan bir görüş içinde de muhafazakâr bir kimlik olarak var oluyorsa, belki de bunun nedenlerini politik görüşlerin kültürel muhafazakârlıkların ve şizofreninin etkisinden kurtulamamış olmasında aramak gerek.

Kültürün cinsel kimlikler konusundaki tavrı edebiyat için vazgeçilmez bir temadır. Kadınlık ve erkeklik rolleri ve bu rollere atfedilen düşünüş ve davranış biçimleri, kültüre temel oluşturan toplumsal örüntülerin ve ideolojilerin içinde biçimlenen, zamanla çeşitli değişikliklere uğrayan ancak her seferinde mutabakat ile onaylanan kategoriler olarak, politik görüşlerin arka planındaki insan portrelerine ulaşma olanağı sağlayan bir pencere açar. Erkekliğin Batılılık/yerellik tartışması ile içiçe geçen bir sorunsal olarak belirginleştiği Tanzimat romanlarının züppe tipi, büründüğü özenti rol, alafrangalığı, babasızlığı ve kadınsılığı ile, bundan önce Şerif Mardin, Jale Parla ve Nurdan Gürbilek gibi pek çok önemli ismin çalışmalarına konu oldu (Mardin, Parla, Gürbilek). Züppeye yöneltilen küçümsemenin arka planında, haksız kazanca ve aşırı tüketime duyulan kültürel antipatinin ve toplumun genel çizgisinden farklı yaşam biçimlerini benimseyen kişileri hedef alan bir “sosyal kontrol” (415) olgusunun bulunduğunu ortaya koyan Şerif Mardin, “Bihruz bey sendromu”nun 1960’lar Türkiye’sinde sosyalizme gösterilen hoşgörüsüzlüğün temelinde de bulunabileceğini iddiasını ortaya atmıştı (442).

Jale Parla’nın Tanzimat romanları üzerine olan çalışması, züppeliğin koşullarını belirginleştirdi; Parla, Tanzimat yazarlarının kültürel bunalımına ve romanların baş kahramanlarının “babasız”lıkları nedeniyle içine düştükleri karmaşaya dikkati çekerken, bu dönemin yapıtlarında ortaya çıkan “erkek narsisizmini” de önemli bir unsur olarak işaretledi (40). İki inceleme de, erkekliğin mirasyedilikten narsisizme bu kimliği kuşatan çeşitli özellikler ile birlikte, dönemin politik ve kültürel çelişkilerini bizzat üstlenen bir metafora dönüştüğünü göstermeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Gürbilek, ulus-devletin oluşumu sürecinde ortaya çıkan edebiyat yapıtlarında da “kadınsılaşma-çocuksulaşma korkusu ile iç içe geçmiş bir erillik-erişkinlik mücadelesi” (Gürbilek 178) belirleyerek bu tartışmayı bir adım daha ileriye taşıdı.

Bu yazının konu edindiği romanların da gösterdiği gibi, erkekliğin onaylanması ile ilgili korkular, politik iktidarın ve meşruiyetin tehdit altında olduğu dönemlerde yazılan metinlerde de çarpıcı bir yere sahiptir. Bu yazının sunduğu kesit, devlet-erki ve baba-erki ile mücadelenin, yerleşik toplumsal cinsiyet değerlerinin sorgulanmasının ve savunusunun önemli sorunsallar olarak belirginleştiği 12 Mart anlatılarının dile getirdiği “erkeklik”ler üzerine yapılacak daha derinlikli incelemelerin, “erişkinlik mücadelesi”nin ve “kadınsılaşma korkusu”nun edebiyat yapıtlarının önemli unsurlarından biri olarak ele alındığı bu ufuk açıcı çalışmalara eklemlenebileceğini göstermektedir.

Ana görsel ilüstrasyon: Gözde Gürel
Kaynakça:
Büyük Gözaltı. Çetin Altan. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1999.
“Muhafazakâr Kisve.” Ulus Baker. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 5:
Muhafazakârlık. İstanbul: İletişim Yayınları, 2003. 101-4.
“Muhafazakârlık Üstüne.” Murat Belge. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 5:
Muhafazakârlık. 92-100.
——. “12 Mart Romanları.” Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1998.
114-34.
Gençliğim Eyvah. Tarık Buğra. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2002.
“Hegemonic Masculinity: Rethinking the Concept.” Robert Connell ve Messerschmidt James. Gender&Society 6 (2005): 829-59.
“Sunuş.” Ahmet Çiğdem. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 5: Muhafazakârlık. 13-9.
Manhood in the Making: Cultural Concepts of Masculinity. David Gilmore. London: Yale University Press, 1990.
Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe. Nurdan Gürbilek. İstanbul: Metis Yayınları,
2004.
“Super Westernization in Urban Life In the Ottoman Empire In the Last
Quarter of the Nineteenth Century.” Şerif Mardin. Turkey: Geographical and Social Perspectives. Ed. Peter Benedict, Erol Tümertekin, Fatma Mansur. Leiden: E.J. Brill, 1974. 403-46.
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3. Berna Moran. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
Gün Döndü.” 60 Türk Romanı. Fethi Naci. İstanbul: Oğlak Yayınları,1998. 364-6.
Gençliğim Eyvah: Komünizmin Hayaleti.” Ahmet Oktay. Türkiye’de Popüler Kültür. İstanbul: Everest Yayınları, 2002. 241-5.
Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri. Jale Parla. İstanbul:
İletişim Yayınları, 1993.
Bukalemun Erkek. Ayşe Saraçgil İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
“An Analysis of Modernity Through Discourses of Masculinities.” Elif Şafak. (Yayımlanmamış Doktora Tezi) ODTÜ 2004.
“Muhafazakârlığın Uslanmaz Çocuğu: Reaksiyonerlik.” Yüksel Taşkın. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 5: Muhafazakârlık. 187-215.
“Romanda 12 Mart Suretleri ve ‘68 Kuşağı.” Ömer Türkeş. Birikim 132 (Nisan 2000): 80-85.
1 Bu yazı, 2008 yılında Leiden Üniversitesi Edebiyat Çalışmaları Bölümü’nde tamamladığım “Türk Edebiyatında Soğuk Savaş Erkeklikleri (Cold-War Masculinities in Turkish Literature)” başlıklı doktora tezimin iki bölümünün tezin bitiminden önceki versiyonlarından oluşmaktadır. Tezin temel iddiası, politik romanlar olarak okunagelen 12 Mart romanlarının, politika tartışmalarının ardında, askerî müdahalenin yaşandığı yıllarda topluma egemen olan güç övgüsü ve suistimalini temsilen taşkın bir erkeklik imgesi kullanarak hiper-erkekliğin kültürel eleştirisini yapmakta olduğudur. Bu tez, 2016 yılında Broken Masculinities adıyla Central European University Press tarafından kitaplaştırılmıştır ve kitap şu anda Türkçeye çeviri aşamasındadır. Türkçesi Ayizi Yayınları tarafından yayımlanacaktır. Bu yazı daha önce Kritik dergisinde yayımlanmış ve K24 için gözden geçirilmiştir. Kritik 4 (Kasım 2009): 245-264.
2 “Egemen erkeklik” kavramını tartışmaya açan ilk makale için bknz: Tim Carrigan, Robert W.Connell ve John Lee “Toward a New Sociology of Masculinity.” Theory and Society 14 (1985): 551-604. Bu kavrama getirilen eleştiriler için bknz: Margaret Wetherell ve Nigel Edley. “Negotiating Hegemonic Masculinity: Imaginary Positions and Psycho-Discursive Practices.” Feminism and Psychology 3 (1999): 335-56; Demetrakis Demetriou. “Connell’s Concept of Hegemonic Masculinity: A Critique.” Theory and Society 30 (2001): 337-61.