27 Mayıs sonrası, 15 Ekim 1961
seçimleriyle başlayan geçiş dönemi
sıkıntılı yaşandı.
Harbiye Komutanı Albay Talat Aydemir
iki defa darbe girişiminde bulundu.
Meclis açıldıktan sonraki cumhurbaşkanı
seçimi de kolay olmadı.
Seçimden, CHP'nin arkasından az farkla
ikinci parti olarak çıkan Adalet Partisi,
cumhurbaşkanı adayı olarak
Samsun Senatörü Ord. Prof. Ali Fuat Başgil'i
aday göstermek istediğini belli etti.
Başgil bundan haberdardı.
Silahlı Kuvvetler Birliği
O günlerde askeri kanattan
ya da Milli Birlikçiler'den iki subay,
Başgil'i ziyaret ederek adaylıktan
vazgeçmesinin daha doğru olacağını söyler.
Başgil, ertesi gün Ankara'daki evinden
ayrılır, önce İstanbul'a, bir süre sonra da
İsviçre'ye gider, istifasını da
Senato Başkanlığı'na gönderir.
Cumhurbaşkanlığı'na darbeciler tarafından
27 Mayıs'ın liderlik koltuğuna oturtulan
Orgeneral Cemal Gürsel seçilir.
Bu "operasyon"un perde arkasında,
darbe sonrası asker içinde gizli olarak kurulan
ve "radikaller"den oluşan
Silahlı Kuvvetler Birliği vardır.
Silahlı Kuvvetler Birliği adlı
cunta, 1961 seçimlerinden sonra
kurulacak sivil hükümetin ordudan
intikam alacağı endişesiyle,
seçime katılan partilere,
27 Mayıs'a karşı çıkmamaları,
Yassıada mahkûmlarına af
getirilmemesi, Ali Fuat Başgil'in
cumhurbaşkanlığı adaylığından
çekilmesi ve Cemal Gürsel'in
tek aday olması, İnönü'nün başbakan
olması konularını içeren ve adına da
Çankaya Protokolü denen
"mutabakat" metnini siyasal partilere
imzalattırdı.*
Harbiye komutanı Albay Talat Aydemir'in
darbe girişimlerinde
bu "cunta"nın payı olduğuna inanılır.
Gerçekte, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin
kökleri 13 Kasım 1960'ta yaşanan
14'ler olayına uzanır.
38 darbeci askerden oluşan Milli Birlik
Komitesi, başlarını Alpaslan Türkeş'in
çektiği 14 üyesini tasfiye eder,
yurt dışına gönderir.
Türkeş ve 14'ler, fazla yumuşak gidildiğini,
daha sert davranılması gerektiğini,
1961 yılı sonbaharına planlanan seçimlerin
ise çok erken olacağını savunur.
Bir başka deyişle:
Albay Türkeş ve 14'ler, üç dört yıl daha
"mıntıka temizliği" yapmadan iktidarı
bırakmayalım çizgisindedirler.
Önceki bir yazımda da değindiğim
bu zihniyet varlığını hep hissettirmiştir.
12 Mart'ta, 12 Eylül'de...
Ve 28 Şubat'ta...
Talat Aydemir mahkemede
Cumhuriyet tarihinin
ilk koalisyon hükümeti
27 Mayıs sonrası 26 Ekim 1961'de
yapılan genel seçimlerde hiçbir parti
yeni Meclis'te çoğunluğu sağlayamadı.
CHP'nin tek başına iktidar olma beklentisi de
gerçekleşmedi. Birinci parti oldu ama
hükümeti tek başına kuramadı.
Oyları son seçimler göre biraz düştü,
yüzde 36.7 oyla 173 milletvekili çıkardı.
Yeni kurulan ve DP'nin seçmen tabanına
oturan ya da onun yerini alan
Adalet Partisi (AP) ise
yüzde 34.8 oyla 158 sandalyenin
sahibi oldu.
1961 seçimlerinde DP tabanına oynayan
iki parti daha vardı. Yeni Türkiye Partisi
ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
sandıktan yüzde 13 küsur oyla çıktılar.
Ekrem Alican'ın YTP'si 65,
Osman Bölükbaşı'nın CKMP'si
54 milletvekili kazandı.
Bu üç parti istese, 27 Mayıs ve
CHP karşıtı bir koalisyon kurabilirlerdi.
Gönüllerden daha çok bu geçiyordu.
Ama olmadı.
Darbe sonrası koşullarının dayattığı
gerçekler buna elvermedi.
Cumhurbaşkanı Gürsel, birinci parti
CHP'nin Genel Başkanı İnönü'yü
hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Başbakan İnönü, hiç zaman kaybetmeden,
Adalet Partisi'ne gitti, Cumhuriyet tarihinin
ya da çok partili
dönemin ilk koalisyon hükümetini
birlikte kurmayı teklif etti.
AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala
İnönü'yle koalisyona gönülsüzdü.
CHP lideri İnönü çok partili dönemin ilk koalisyon hükümeti için AP Genel Başkanı Gümüşpala'ya elini uzattı.
Gümüşpala'nın Demokratlar tarafından
yeni kurulan Adalet Partisi'nin (AP) başına
getirilmesi, emekli bir orgeneral ve eski
Genelkurmay Başkanı olmasından kaynaklanıyordu.
Geri planda, Demirel'in güçlü adam olduğu
AP'nin başına emekli bir generalin getirilmesi de
"darbe realitesi"nden ileri geliyordu.
Yoksa Demirel de İnönü'yle koalisyonu
içine sindiremiyordu.
Fakat, kurnaz ve gerçekçi bir siyasetçiydi.
Asker üzerindeki etkisinin de farkında olduğu için,
bir süre İnönü'yle birlikte yürümenin, kendisine
ve AP'ye zaman kazandıracağını görüyordu.
Demirel, bu çerçevede, bir adım daha attı,
İnönü'yü partisinin Meclis Grubu'na getirip
AP milletvekillerine bir konuşma bile yapmasını sağladı.
Ama Demirel'nin kafasının arkasında,
hiç kuşkusuz, İnönü ve CHP'den
ilk fırsatta kurtulmak vardı.
20 Kasım1961'de kurulan CHP-AP koalisyon
hükümetini, perde arkasında, İnönü'yle
CHP'yi yıpratmak için kullandı.
Bu hükümet 1 yıl 6 ay dayanabildi.
İnönü inatçıydı.
Bu sefer, AP'yi muhalefette bırakarak, Meclis'teki
diğer iki parti ve bağımsız milletvekilleriyle
yeni bir koalisyon kurdu.
Bu da uzun ömürlü olmadı, 1962 Haziran
ayında kuruldu, 1963 Kasım'ında noktalandı.
İsmet İnönü yola devam etti. Bu defa
bir azınlık hükümeti kurdu,
1965 yılı Şubat ayına kadar süren...
İnönü muhalefete düşürüldü.
Bu sefer koalisyon sırası AP'deydi.
Yeni hükümet AP, YTP, CKMP, MP
ve bağımsızlar arasında kuruldu.
Başbakanlığa da, "asker"le ters düşmeyeceği
düşünülen, Londra ve Washington'da
büyükelçilik yapan, AP Kayseri Senatörü
Suat Hayri Ürgüplü getirildi.
Demirel'in ayak oyunları değişmiyor...
Demirel'in istediği olmuştu.
İnönü'yü muhalefete düşürmüş,
tek başına iktidar olacağına inandığı
1965 genel seçimlerine doğru
yol almaya başlamıştı.
Demirel, İsmet İnönü'yle yaşadığı
bu kısa süreli macerayı,
çeyrek yüzyıl sonra bu kez İsmet Paşa'nın
oğlu Erdal İnönü'yle yaşayacaktı.
Partisinin adı Doğru Yol'du.
AP, 12 Eylül darbesi tarafından
kapatılınca yerine DYP'yi kurmuştu.
1991 genel seçimlerinden sonra
liderliğini Erdal İnönü'nün yaptığı
Sosyal Demokrat Halkçı Parti
koalisyona gitti.
Türkiye'de özellikle 1980'lerden itibaren
sorun birikmişti.Yapacak çok iş vardı.
Demirel'in kafasında ise iş yapmak değil,
ilk fırsatta erken seçime gidip
"tek başı"na iktidara gelmek vardı,
tıpkı 1965'te İsmet İnönü'yü devirdiği
zamanlarda olduğu gibi...
Türkiye 1961'le 1965 arasında
iki de darbe tehlikesi atlatmıştı.
Allah'tan başbakanlık koltuğunda
İsmet İnönü oturuyordu.
Harbiye Komutanı Albay Talat Aydemir'in
ilk darbe girişimi 1961'de,
ikincisi emekliye ayrıldıktan sonra
1962'de oldu.
Genç bir Mülkiye öğrencisi olarak
o 22 Şubat ve 20 Mayıs günlerinin
havasına, o heyecan dalgasına
ben de Ankara'da tanık olmuştum.
Özden Toker kitabında şöyle anlatır:
Ankara Radyosu Cumhurbaşkanı
Gürsel'in bir demecini yayınlamış.
Şimdi "Başbakan İnönü'nün millete
hitabını veriyoruz"
anonsuyla babam
başlayınca ses kesilmişti.
İlk akla gelen radyoevinin
basılması, en kötüsü İnönü'yü ele
geçirmiş olmalarıydı.
Gerçekte Ankara'da Radyoevi
Hava Kuvvetleri'nin elindeymiş.
Ama asiler Etimesgut'a tanklarıyla
girmiş ve oradaki verici istasyonun
Radyoevi ile bağlantısını kesmişler.
(...)
Durmadan telefon çalıyordu.
Tanıdık tanımadık insanlardan:
"Asiler Ankara'yı ele geçirmişler,
Eskişehir'den gelen uçaklar şehri
bombalayacaklarmış. Kaçmak,
saklanmak çareleri..."(...)
Sabaha karşı biz de dalmıştık.
Başımızdaki radyoyu açık bırakmıştık.
Birden Gülsün'ün çığlığıyla uyandık:
"Dedepaşam! Dedepaşam!" diye bağırıyordu.
Hakikaten radyodan babamın sesi
geliyordu. Bir gün evvel kesilen
konuşmasını veriyorlardı.
Metin ile birbirimize sarıldık.
Kabus bitmişti.(...)
Devletle asiler arasında o akşam
sabaha kadar süren, heyecanlı pazarlık
demek yanlış, bir güç denemesi,
meydan okuma havası içinde geçmiş
Başlangıçta Aydemir'le bir tanışıklığı olan
Ekrem Alican arabuluculuk yapmayı önermiş ve
gidip albay ve takipçileriyle görüşmüş.
İstedikleri; Meclis kapatılsın, Anayasa
değiştirilsin. Bir de onları rahatsız
eden tayinlerin durdurulması. (...)
Bir iki saat süren tehditleri ve başta
Başbakan İnönü'nün direnci
sayesinde sorun çözülmüştü.
O arada babama bir portatif yatak
kurulmuş, 15-20 dakika uzanıp uyumuştu.
"Savaştan kalma bir alışkanlık" demişti.
Silahlı Kuvvetler başkomutanının emrine
uymak ve girişilen harekâta derhal son
vermek şartıyla, şimdiye kadar hiç kan
dökülmemiş olması göz önünde tutularak
harekâta katılanlar hakkında hiçbir cezai
takibat yapılmayacak, ama hepsi
emekliye sevk edileceklerdi.
Hükümet kararı buydu.
Başbakan söz veriyordu.
Onlara başka bir şey yapılmayacaktı.
Albay Talat Aydemir Ankara Merkez Cezaevi'ne girerken.
Teslim oldular.
Ertesi gün İsmet Paşa'nın Meclis'te
nasıl karşılandığını Metin'den dinleyelim:
Bu, unutulmaz bir sahne oldu.
İsmet Paşa'nın üstünde kruvaze
karışık çizgili bir elbise vardı.
Yakasında Hava Kuvvetleri'nin
rozetini taşıyordu. Bunu havacılar
kendisine, karargâhlarında bir gece
geçirmiş olması dolayısıyla vermişlerdi.
Gecenin bütün macerasına rağmen
dinç ve üstelik gayet genç görünüyordu.
Daha toplantı salonundan içeri adımını
atmıştı ki Meclis, bir iki inatçı mensubunun
dışında topluca ayağa fırladı. Birden bir
alkış yükseldi ve buna "Yaşa", "Bravo"
sesleri eklendi. İsmet Paşa gülümseyen
bir yüzle ve başıyla selam vererek
Bakanlar Kurulu'na ait kısma yöneldi.
Koridorlarda kim varsa salona koşmuştu
ve salon bir anda dolmuştu. Çok kimsenin
gözleri yaşlıydı ve bunların arasında
İsmet Paşa'nın en katı muhalifleri de
vardı. Meclisin ayakta alkışladığı,
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü değildi.
Hatta Başbakan İsmet İnönü de değildi.
Meclis ayakta, bir gece önce ülkenin talihini
bir kere kurtarmış yaşlı
ve kahraman asker alkış tutuyordu." (...)
Vaktin gece yarısına yaklaştığı bir saatte kalktık.
Hava nefisti. "Hadi yürüyelim" deyip
eve kadar yürüdük. Yaklaşınca baktık,
annemlerin odasında ışık yanıyor.
Tabii hemen babamı merak ettik.
Annem pür heyecan, "Metin Bey,
telefon ettiler, radyo bir şeyler söylüyormuş.
Gene ihtilal çıkmış galiba..."
(Talat Aydemir'in Mayıs 1962'de emekli
albay olarak ikinci darbe girişimi, HC)
Radyonun başına geçtik. Babam,
üzerinde sabahlık, koltuğa oturmuş, yanımızda...
Spiker ihtilal bildirisini okumakta.
Meclisin ve Senato'nun feshedildiğini,
Silahlı Kuvvetler'in idareye el koyduğunu,
gece sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini
bildiriyor. Spikere göre gayeleri, ülkeyi
uygarlık düzeyine getirmekti. Politikacılar
bunu başaramamıştı. Bunlar yapacaklardı.
Babam hemen sordu:
"Başlarında kim varmış?"
"Talat Aydemir!"
"Maskara! Radyoya baskın yaptılar,
küçük bir gruptur."
Metin'e:
"Gösteririm ben onlara, Genelkurmay
Başkanı'nı bul bana" dedi.**
İnönü bu sefer affetmedi, darbecileri
Divan-ı Harp yoluyla "idam sehpası"na gönderdi.
27 Mayıs Anayasası'nın yol açtığı,
özgürlük ortamı ve solun yükselişi
1965 Genel Seçimleri'ni Adalet Partisi
tek başına kazandı. Süleyman Demirel,
perde arkasından çıkıp AP'nin Genel
Başkanlık koltuğuna bir yıl önce oturmuştu.
Başbakan olurken, "sol" tarafından "Amerikancı"
ve "Morrison Süleyman" diye yaftalandı.
Morrison, Demirel'in genel başkanlık öncesi
temsilcisi olduğu Amerikan inşaat firmasının adıydı.
1950'lerin siyasetinde kavganın tarafları
CHP ile DP, bir başka deyişle, Halk Partililer'le
Demokratlar'dı. Darbe sonrasında bu değişmedi.
Yine Halk Partisi ile Demokratlar'ın yerini
Adalet Partisi karşı karşıyaydı.
1960'larda sağ-sol ayrımı belirginleşmeye başladı.
27 Mayıs Anayasası'nın yol açtığı,
o zamanların deyimiyle, nispi özgürlük ortamında
sol yükselişe geçti. Çünkü kendisini artık daha
özgür ifade edebiliyor, basında yer bulabiliyordu.
Yön dergisi 1961'de Aydınlar Bildirisi'yle
yayın hayatına girdi ve siyasetin rengini
değiştirmeye, bazı tabuları kırmaya başladı.
Örneğin, tek parti döneminden itibaren 12 yılını
demir parmaklık arkasında geçiren, 1950'de çıkan
af yasasıyla özgürlüğüne kavuşan büyük şair
Nazım Hikmet'in kitapları ilk kez
Yön tarafından yayımlandı.
1961'de, sendikacılar tarafından kurulan
Türkiye İşçi Partisi, Türkiye'de siyasete
yeni bir ses ve demokratik bir boyut kazandırdı.
Çünkü emekçileri, bir sınıfı temsil
ettiğini başta ilan etti.
1961 genel seçimlerine örgütlenmesini
tamamlayamadığı için katılamamış,
1965'te ise, nispi temsil sisteminden yararlanarak,
yüzde 2.9 oyla 15 milletvekiliyle gelmişti Meclis'e.
Genel Başkanlığı'nı Mehmet Ali Aybar'ın
yaptığı TİP, CHP'yi de etkiledi. 1965 seçimlerine
giderken CHP'de "ortanın solu" programı açıklandı.
Ve Demirel'in sesi patladı:
- Ortanın solu, Moskova yolu!
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi
Sağ ve sol yeni bir raya oturuyor:
Anti-komünizm, anti-amerikanizm...
Türkiye'de sağ ve sol yeni bir raya oturuyordu:
Anti-komünizm, anti-amerikanizm...
CHP'de Orta'nın Solu programı partiyi böldü.
Bülent Ecevit 1966 Kurultayı'nda,
İnönü'nün de yeşil ışığıyla Genel Sekreter
seçilince, Prof. Turhan Feyzioğlu,
Kemal Satır gibi CHP'nin bazı önemli isimleri,
hem Ortanın Solu hem de Ecevit nedeniyle
istifa edip Güven Partisi'ni kurdular.
1966'da Aleviler'e hitap eden
Büyük Birlik Partisi kuruldu.
Daha sonra Erbakan sahneye çıktı.
Siyasal kutuplaşma artık iyiden
iyiye su yüzüne vuruyordu.
CHP'den "toprak işleyenin su kullananın" gibi
sloganlar atılıyor, AP de Halk Partisi'ni
"komünizm"le suçluyordu.
Buna karşılık Ecevit de Demirel'e
din istismarı okunu atıyordu
1960'larda siyasi yelpaze genişlemişti.
Fikir Kulüpleri, DEV-GENÇ, TÖS, DİSK sahnedeydi.
Kürt tarafında da örgütlenmeler
uç veriyordu. Kısa adı DDKO olan
Devrimci Doğu Kültür Ocakları kurulmuştu.
Bu da "asker"i tedirgin eden bir başka gelişmeydi.
Soldaki bölünmeler de dikkat çekiciydi:
Yüzü Moskova'ya, Türkiye Komünist Partisi'ne (TKP)
dönük olan ve "sosyalist devrim"i
savunan Türkiye İşçi Partisi (TİP)...
Kısa adı MDD olan Milli Demokratik
Devrim hareketi ise TİP'in savunduğu
"sosyalist devrim"i iki aşamalı görüyor,
ilk aşamayı adını tam koymadan "asker"le
birlikte geçmeyi, yani "darbe" yolunu işaret ediyordu.
MDD, bu nedenle de, çok partili demokratik
rejimin Türkiye için bir çıkmaz olduğunu savunan,
cici demokrasi, Filipin demokrasisi
diye aşağılayan, Türkiye'nin ancak bir
"askeri darbe"yle düze çıkışın kapısını
aralayabileceğini savunan
Doğan Avcıoğlu yönetimdeki
Devrim dergisi grubuna yaklaşıyordu.***
Üniversite solcu-sağcı, devrimci-ülkücü
diye kaynıyordu. İki taraf da silahlanıyordu.
Devrimci tarafta "kır gerillacılığı"nı
savunanlar, devrimin ancak
"kırlardan şehirler"e akarak yapılabileceğini,
karşı tarafta "şehir gerillacılığı"nı
tek yol görenler isyan bayrağını çekmişlerdi.
Meydanlar gösterilerle inlerken
Başbakan Demirel Türkiye'ye
"Yollar yürümekle aşınmaz!" diye
sesleniyordu.
Sonra üniversite işgalleri...
Toprak işgalleri...
Anti-Amerikan eylemler...
Kahrolsun Amerika!
Kahrolsun kapitalizm!
Komünistlere ölüm!
Faşistlere ölüm!
Ve Cumhuriyet'in kuruluşundan beri
yerlerini sımsıkı koruyan iki "kırmızı çizgi",
"Bölücülük"le "irtica..."
Devrimcilerle Ülkücüler arasında
silahlı çatışmalar...
Demirel'in "iti ite kırdırma" politikası...
Türkiye İşçi Partisi milletvekili Çetin Altan'ın
Millet Meclisi Genel Kurul salonunda,
Adalet Partili milletvekilleri tarafından,
Demirel'in önünde saldırıya uğraması,
neredeyse linç edilmesi...
Ölümler, siyasi cinayetler...
Ve DİSK'in "asker"i de, "iş dünyası"nı da
dehşet içinde bırakan
büyük işçi eylemi 16-17 Haziran...
İktidarla muhalefet arasında eskilere,
ama özellikle 1950'lilere giden
iktidar-muhalefet kavgası...
Bazılarının ancak düşlerinde yaşayan
partiler arasındaki bir uzlaşma modeli...
Bu arada, Türkiye'de ağır sanayiye yapılan
"Sovyet yatırımları"n sonra, haşhaş ekimi
ve ABD'ye kaçak afyon girişlerinin
Demirel-Washington ilişkilerinin limonileşmesi...
Ve 1971'in 12 Mart günü,
radyonun 13 haberlerinde okundu
Silahlı Kuvvetler'in "darbe muhtırası..."
12 Mart muhtırasına imza koyan komutanlar: Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç (önde) ve (sağdan sola) Hava Kuvvetleri komutanı Org. Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Celal Eyiceoğlu ile Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler.
Başbakan Demirel,
dokuz yıl sonraki
12 Eylül'de yapacağı gibi
"şapkası"nı alıp tıpış tıpış yürüdü gitti
iktidar koltuğundan...
12 Mart 1971 günü Devrim dergisinin
Ankara'da Adakale sokağındaki
bürosunda öğle vakti Doğan Avcıoğlu'yla
birlikte dinlemiştik darbe bildirisini...
Büyükada'da bir cenaze
O günü hatırlıyorum:
5 Kasım 1983 Cumartesi.
O sonbahar günü sabah vakti Bostancı'dan
bir motor, bir vapur kalktı Büyükada'ya.
Motorun burnuna Doğan Bey'in tabutu
yatırılmıştı. Vapurda cenazeyi öğrenebilmiş
bir avuç insan vardı.
Bulutluydu gökyüzü.
Sıkıntılı, kurşuni bir yağmur havası...
Büyükada iskelesinden meydana kadar
Doğan Bey'i omuzlarımızda taşıdık.
Bir faytonun ön tarafına, yanlamasına
yerleştirdik tabutu. Sonra, fayton önde,
biz arkada ağır ağır tepeye doğru
tırmanmaya başladık.
Mezarın yeri güzeldi. Çam ağaçlarının
arasından denize bakıyordu.
Mezarın etrafında bir avuç insan toplandık.
İlhan Selçuk... İlhami Soysal... Altan Öymen...
Uğur Mumcu... Uluç Gürkan... Hasan Cemal...
Mümtaz Soysal... Cemal Madanoğlu Paşa...
Muhsin Batur Paşa... Hamdi Avcıoğlu...
Mühendis Nejat Bey...
Yağmur çiselemeye başladı.
Yüzümü denize döndüm.
Çam ağaçlarının arasına hatıraların
salıncağını kurmak geldi içimden.
Doğan Bey salondaki deri koltuğunda
oturuyor. Kaykılmış, bacaklarını boylu
boyunca uzatmış. Ağzında sigarası.
12 Mart Muhtırası radyodan yeni
okunmuş. Çok düşünceli.
Beni fark edince "Hasan" diyor,
"Nerede yanlış yaptık diye düşünüyorum
ama bir türlü bulamıyorum."
Ben susuyorum.
12 Mart'la bir şeylerin bittiğini çok iyi
farkında Doğan Bey.
Tekrarlıyor:
"Hatamız nerede bulamıyorum!"
Sesi kulağımda yankılanıyor Doğan Bey'in.
Kendi kendime, "Nerede mi hata yaptık
Doğan Bey?" diyorum sessizce,
"Yanlış durakta bekledik! Tarihin yürüyüşü,
öyle sandık ki bizim durağa da uğrayacak.
Boşunaydı! Nereye doğru yol aldığını göremedik
tarih babanın. Bizi solladı, geçti! Doğan Bey,
akıntıya kürek çektik! Tarihin özgürlüğe doğru
dönen tekerleğini tersine çevirebileceğimizi sandık."
Duymadı sesimi Doğan Avcıoğlu.
İyi ki duymadı!
Doğan Bey'in üstüne bir kürek toprak attım.
Tarifsiz bir keder kapladı içimi...
Ağlamaya başladım.****
Yarın: Bir idam gecesi…
* Derleyen Mehmet Ö. Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, İletişim Yayınları, 2023, Cumhuriyet'in Siyasal Dönemeçleri, s. 43
** "Özden Toker-Mehmet Ö. Alkan, İsmet İnönü'nün Kızı Anlatıyor", Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2023, s. 208-212
*** Bu maceralı yılların hikâyesi, "Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım" isimli kitaptan okunabilir. İlk baskısı Doğan Kitap 1999, son baskısı Everest Yayınları 2012
**** Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım; İlk baskısı Doğan Kitap 1999, son baskısı Everest Yayınları, 2012, s. 256
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |