Fransız siyasetinin bilge adamı
Mitterand'ın tam bir ahmaklık
diye nitelediği fanatizm,
1970'li yıllarda da Türkiye siyasetinin
yakasını bırakmadı.
Yeni bir askeri darbenin,
12 Eylül'ün ve yeni yeni istikrarsızların
yoluna taş döşemeye devam etti.
Ne yazık ki öyle.
Siyasetin sağ tarafında, Türkiye'ye lüks
ya da bol geldiği savunulan 27 Mayıs Anayasası,
bu kez 12 Mart darbecileri tarafından değiştirildi, daraltıldı.
AP Genel Başkanı,
Başbakan Demirel istediği anti-demokratik değişiklikleri
parlamentodan geçirdi.
TRT ve üniversite özerkliği
yok edildi.
Hükûmete kanun hükmünde
kararname yetkisi tanındı.
Memurlara sendika hakkı kaldırıldı.
Gözaltı süresi bir haftadan
iki haftaya çıktı.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin
kurulması hükme bağlandı.
Milli Güvenlik Kurulu'nda
askeri yetkilerini arttıracak düzenlemeler yapıldı.
Sıkıyönetim hayatın olağan bir parçası haline bu dönemde geldi. *
Demirel'in "demokrasi kültürü"nden
yoksun zihniyetinin yeni bir ürünüydü bu.
Demirel, tıpkı Denizler'in idamındaki gibi,
12 Mart darbecileriyle birlikte oynamış,
27 Mayıs Anayasası'nın özgürlükçü
taraflarını makaslamıştı.
Demirel'in bu zihniyetinden örnekler,
yine kendisini devirecek 12 Eylül
sonrası da devam edip gidecekti.
12 Mart döneminde
Başbakan Demirel'in başını ağrıtan bir sorun vardı:
Demokratlar!
Süleyman Demirel
Yassıada'dan sonra Kayseri Cezaevi'nde yatan Celal Bayar
ve eski Demokrat Partililer,
Demirel'in önayak olmasıyla özgürlüklerine kavuşmuşlardı.
Ama şimdi de
siyasal hakları için AP liderine bastırıyorlardı.
"27 Mayıs'la DP'nin,
siyasi mirasımızın üstüne oturdun,
hadi bakalım şimdi diyetini öde"
demeye getiriyorlardı.
Demirel tamam dese de, bunun
ne anlama geldiğini bildiği için işi ağırdan alıyordu.
Bu arada CHP de devreye girdi.
İsmet İnönü, siyasal affı demokrasinin
bir gereği olarak görüyordu.
Ama aynı zamanda
böyle bir affın AP'yi böleceğinin,
Demirel'i zayıflatacağının da farkındaydı.
Nitekim, AP Meclis Grubu içindeki
41 milletvekili
-ya da o zamanlardaki adıyla- 41'ler,
1970 bütçe oylamasında Demirel hükümetini düşüreceklerdi.
Daha sonra da
AP'den ayrılıp Demokratik Parti'yi kuracaklar,
Demirel'in başına sıkıntı çıkarmaya devam edeceklerdi.
Bayar'ın İnönü ziyareti
1960'ların sonunda siyaset meydanını
fena halde karıştıran, kutuplaşma
ve "cepheleşme"yi keskinleştiren,
9 Mart'ı, 12 Mart'ı hızlandıran
bir gelişme de Celal Bayar'ın
1969 yılı 14 Mayıs günü,
yani 29 yıl önce İnönü'yü
seçimlerde yendiği tarihte,
Pembe Köşk'e yaptığı ziyaret oldu.
1969 yılı 14 Mayıs, Celal Bayar Pembe Köşk'te: "Büyük Barışma"ya da muhaliflerin deyişiyle, "Kuyudan adam çıkarma..."
Ziyaretten yana olanların Büyük Barışma diye alkışladığı,
karşıtlarının "Kuyudan Adam Çıkarma" diye
yerin dibine batırdığı bu ziyarete ilişkin
Metin Toker kitabında şöyle yazar:
Daveti İsmet Paşa yapmıştı.
Bir süredir “büyük barışma” diye nitelendirilen
buluşmanın havası basında yapılıyordu.
İki siyaset adamından alınan dostane demeçler
böyle bir yol üzerinde bulunulduğunu gösteriyordu.
Aslında bu yakınlaşmanın ilk işareti,
Bayar kesiminden 1968’in yaz ortasında gelmiştir.
25 Ağustos 1968’de İnönü ünlü ajandasına şu notu düşüyordu:
“Kemal Satır, Cihat Baban,
Yalova’ya gidiyorlarmış, uğradılar.
Satır anlattı.
Dr. Recai Ergüder,
İnönü ile Celal Bayar’ı barıştıralım demiş.
Şaştım.”
Siyasal haklar en başından beri Adalet Partisi'nin
hem elinde bir koz, hem de handikapı olmuştu.
AP, Yassıada mahkumlarının,
yani eski Demokrat Parti yöneticilerinin
siyasal haklarının geri verilmesi misyonunu yüklenmişti.
Bu ona DP tabanının oylarını sağlamıştı.
AP tek başına iktidarda bulunmadığı için siyasal af çıkaramamıştı.
AP tek başına iktidara getirilmeliydi ki,
misyonunu tamamlasın.
Nitekim, 1965 seçimlerinde bu tema işlendi
ve AP tek başına iktidara geldi.
Bunun üzerine yapılan ilk büyük kongrede
siyasal hakların verilmesinin sağlanması
yolunda bir öneri oy birliği ile kabul edildi.
Hükûmet bunu bağlayıcı bulmadı ve harekete geçmedi.
Bu sefer milletvekilleri 219 imzalı,
siyasal hakların iadesi için
gerekli anayasa değişikliğini öngören
öneriyi Meclis Başkanlığına verdiler.
Hükûmet sesini çıkarmadı.
Hükûmet eski DP’lilere
siyasal haklarının geri verilmesi konusunda,
tepkilerden özellikle askeri kesimlerden gelecek olanlardan kaygı duyuyordu.
Aynı zamanda eski DP’liler politikaya dönünce,
yeni AP’liler ne olacaktı?
Hemen bütün bölgelerde siyasal hakları bulunmayan
eski DP milletvekilleri hâlâ,
yerlerini almış yeni AP milletvekillerinden daha güçlüydüler.
Birkaç ay sonra seçime gidilecekti.
Anayasa değişikliği için 300 oy gerekiyordu.
Bu da CHP’liler katılmadan sağlanamazdı.
İsmet Paşa’nın not defterinde kullandığı deyim ile
“Celal Bayar’ın siyasi haklarını ortaya atması”
9 Mayıs 1969’da, (CHP'nin) parti merkezinde
düzenlediği basın toplantısında oldu.
(Bayar'ın)Yanında Genel Sekreter Bülent Ecevit oturuyordu.
İnönü geçmiş yaraları sarmanın CHP için bir görev olduğunu,
bu nedenle “Anayasa nizamını ve müesseleri korumak” kaydı altında,
eski DP’lilerin siyasal haklarının geri verilmesine çalışacağını belirtti.
CHP Genel Başkanı şöyle diyordu:
Bütün karşı düşünceler
ve kışkırtmalar önünde gerçek şudur ki
bizim iştirakimiz olmadan bir
anayasa değişikliği çıkarılamaz.
Bunu bir ödev, memleketin huzur vasıtası sayıyoruz.
Bu teşebbüsü,
vatandaşları birbirine yaklaştırmak için
etkili olacağını ümit ettiğimiz bir tedbir sayıyoruz.
Peki bu, anayasaya 27 Mayıs’a gölge düşürmeyecek midir?
Böyle bir yorumda bulunanlar hatalı yoldadırlar.
Siyasi hakların iadesi teşebbüsünü başarırsak,
sonucunda anayasaya
ve 27 Mayıs’ın meşruluğuna gölge düşürecek bir şey yoktur.
Aksine, kin ve intikam hisleri yatışacak,
anayasa nizamının korunması kaydıyla eski yaralar sarılacak,
yeni yaraların açılmasına mani olunacaktır.
Bunun bazılarının kuşkulandığı gibi seçim yatırımı ile ilgisi yoktu.
İsmet İnönü ve Metin Toker
“İntikam iki taraflıdır"
Bu basın toplantısının ardından ilk karşı tepkiler
Bölükbaşı ve Kubalı’dan geldi.
CHP parti meclisinde ise parti organlarına
danışılmadan parti adına açıklama yapması kızgınlıkla karşılanmıştı.
Ama genel başkan hem parti meclisine
hem de Meclis gruplarına “siyasal hakların geri verilmesi önerisini”
CHP’nin desteklemesini kabul ettirdi.
İnönü daha sonra 27 Mayıs ihtilaliyle
düşmüş olan iktidarın taraftarlarını
hayatları ve şerefleri yönünden daima
bir ıstırap içinde tutmak hevesi içinde
bulunanların varlığını hatırlattı.
Kendisi bunun karşısındaydı.
Devam etti:
“İntikam iki taraflıdır.
Birisi, düşürülmüş olanların
iyi niyetle kendilerine ve memleketin
yeni şartlarına uymak imkanını kabul etmemeleri..
Bunun aleyhindeyim.
Ama derlerse ki memleketin huzurunu istiyoruz,
geçmiş işler geçmiştir, yeni bir durum vardır.
Niçin bunu kabul etmeyeyim? Niçin bu imkanı vermeyelim?
27 Mayıs'ın aleyhinde olurmuşuz diyorlar.
Benim kanımca böyle bir şey yok.
Devrimciler bundan buruk olurmuş!
Devrimciler mütemadiyen
memleketin tepesinde devrimciyiz,
bizi öyle tanıyacaksınız, bizi böyle tanıyacaksınız
gibi bir iddia ile gelmiş insanlar değildir.
Fikirlerimiz arasında fark olabilir.
Ama nihayet bir gün birbirimizi
ikna etmek imkanını muhafaza ederiz.
Elverir ki düşmanlık olmasın.
Bu şartlar altında siyasi haklar talebini
olumlu karşılayalım ve bu faslı kapayalım, bitirelim diyorum.”
Siyasal hakların geri verilmesini sağlayacak
anayasa değişikliği önerisi Meclis’ten geçmiş,
Senato’ya gönderilmişti.
İnönü not defterinin 18 Mayıs tarihli sayfasına şunları yazdı:
“Senatörlere, bize, hepimize
çok baskı var”.
Baskı, Senato’daki oylamaya
CHP’nin katılmaması içindi.
CHP başkanı tutumunu şöyle açıkladı:
“Siyasi hakları iade için hazırlanan
kanun teklifine ciddi olarak katıldık
ve Millet Meclisi’nden çıkması için
vazifemizi tesirli şekilde yaptık.
Kanun Senato’ya geldiğinde,
CHP grubu olarak
aynı ciddi vazife duygusuyla hareket edeceğiz.
Bu konuda hükûmet ile ordu arasındaki
münasebetlere dair söylenen sözleri ben de işitiyorum.
Bu husus hükümetin sorumluluğu içindedir.
Hükûmet ile ordu arasında
iyi bir münasebet bulunduğuna ve var ise, t
ereddütleri aralarında giderme yolunu bulacaklarına güveniyorum.
Sayın Başbakan'ın bu bakımdan
herhangi bir endişesi bulunmadığı
yolundaki teminatını iyi karşıladım.”.
Demirel sıkışık durumdaydı.
Bayar’ın görüşme talebini reddetmişti.
Celal Bayar, bu olayı basına açıkladı.
Önerinin Senato’da görüşülmesi
20 Mayıs salı günüydü.
Anayasa değişikliği gündemin sonundaydı.
Kontenjan senatörü Zerrin Tüzün
onun öne alınmasını istedi.
Önerge reddedildi.
Birinci maddede Anayasa Mahkemesine yedek üye seçimi vardı.
Senato salonu bir anda boşaldı.
Öneri sunulamamıştı.
AP Genel Başkanı Demirel,
kendi Senato grubunu ertesi sabah topladı
ve bir öneri götürdü.
Sayın Cumhurbaşkanımızın ortaya koymuş olduğu
yeni faktör ve diğer değiştirme tekliflerini tetkik etmek üzere
kanun teklifini komisyona havale edelim.
Seçimlere gidelim.
Vatandaşa hadiseyi bütün açıklığı ile anlatalım .
Yeni gelecek Meclis meseleyi ele almak imkanı bulur.
Bu suretle hem Millet Meclisi’nin vermiş olduğu oylar boşa gitmez,
hem Senatomuz zedelenmez, hem de seçimlerde vatandaşlarımızın hakemliği ile ortaya çıkan duruma göre
mesele bir neticeye ulaşır.”
Demirel bir tehdidi de
beraberinde getirmeyi ihmal etmedi.
Önerisi kabul olunmazsa istifa edecekti. Dedi ki:
Siyasi hakların iadesi vazifemiz de,
orduyu rencide etmemek
vazifemiz değil mi?
Aynı gün Celal Bayar ile arkadaşlarına siyasal haklarının geri verilmesi önerisi Senato genel kurulunda 63’e karşı 83 oyla komisyona havale edildi.
Öneriyi İnönü ve CHP’nin desteklemesi CHP’yi karıştırmıştı.
Buna AP ve Demirel’in karşı çıkması da AP’yi karıştırdı.
İsmet Paşa’nın Bayar’a iade-i ziyareti
28 Haziran 1969’da oldu.
İnönü, eşi, kızı ve Ali İhsan Göğüş ile gitti.
Kendilerini Bayar, kızı, damadı
ve Turhan Dilligil karşıladı.
İsmet Paşa balkondan gazetecilerin soruları üzerine şöyle dedi :
“Aramızda olan görüşme ve yakınlaşmanın
Türk halkına çok faydası olacaktır.
Demokratik rejimi, siyasi huzuru
tesis etmiş bir düzen içinde bırakacağız.
Ömrümüz de böylece bitecektir.”
(...)
Ağustosun ortalarında Celal Bayar
Bursa’ya gitti. Kızı Nilüfer Gürsoy
ve Samed Ağaoğlu’nun eşi
Neriman Ağaoğlu birkaç gün önce hem AP’den,
hem de milletvekilliğinden istifa etmişler,
bunu bir basın toplantısında açıklamışlardı.
Davranışlarının nedeni eski DP’lilere
siyasal hakların geri verilmesi önerisini
AP yöneticilerinin Senato’dan çekmeleriydi.
Bursa’da Celal Bayar,
“Bana İnönü ile barışmayı
Süleyman Demirel teklif etti.
Eğer bu günahsa bunun yarısı Demirel’e aittir” dedi.
Ayrıntıları da verdi. Süleyman Demirel,
Sıtkı Yırcalı’ nın da bulunduğu bir toplantıda kendisine demişti ki:
“Siyasi haklarınızı verebilmek
ve Meclis’te üçte iki çoğunluğu
temin etmek için İnönü ile barışmanız şarttır.
Başka türlü yapamayız.
Hiçbir zaman üçte iki ekseriyeti bulamayız.”
Bayar, “Ben de onun üzerine İnönü ile barıştım.
Kaldı ki İnönü ile barışmamız memlekette
bir sağ-sol çatışmasını da önlemiştir.
Hareketimin memleket
ve millet hesabına hayırlı olduğuna inanıyorum.
Ben AP teşkilatından değil,
bize ihanet eden AP yöneticilerinden şikayetçiyim” diyordu.
Anayasa değişikliği
12 Ekim 1969 genel seçimine kadar uyudu.
Seçimlerde AP gene tek başına iktidar oldu.
Demirel, 1969 seçimlerini atlatmış bulundukları için
ancak 1973 seçimlerinde bir rol oynayabilecek
“siyasi haklar”dan artık eskisi gibi ürkmüyordu.
Siyasal af komisyonda,
Meclis’ten gelen şekli aynen kabul edildi.
Celal Bayar ve eski DP’li arkadaşları
artık siyasal haklarına hukuken sahiptiler. **
Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel ve Celal Bayar
İnönü'nün uzlaşmacı tavrına
Ecevit ve Demirel sahip değildi
İsmet İnönü'nün bu çizgisi, demokrasilerde geçerli
"uzlaşma kültürü"yle uyumluydu.
Türk siyasal hayatında, değişik bakış açılarına
sahip partiler arasında "demokrasi"yi öne alan
bir "uzlaşma modeli"nin
kapısını aralayabilecek önemli bir adımdı.
Bu adım ayrıca, 14 Mayıs 1950'de
çok partili rejime geçişte, Talat
Aydemir darbe girişimlerinde,
Deniz Gezmişler'in idamında da kendini gösterdi.
Ama İnönü'nün bu "uzlaşmacı tutum"u Demirel'de de görülmedi,
Ecevit'te de...
İkisi de, kendi kendileriyle fazlasıyla dolu,
eski deyişle meşbu idiler.
Ülkenin siyasetiyle, ekonomiyle
ilgili en temel meselelerinde
bir uzlaşma içinde yürüyemediler.
Rejim konusunda,
demokratikleşme konusunda hep ayrı düştüler.
"Askeri vesayet"ten kapalı kapılar arkasında hep yakındılar,
fakat iş, "askerin siyasete karışması"nı
engellemeye gelince, orada durdular, bir şey yapmadılar.
O fotoğraf gözümün önünden gitmez:
Ecevit'le Demirel'in 12 Eylül sabahı
darbeye hiç ses etmeden,
birbirleriyle de konuşmadan
tıpış tıpış darbenin hapishanesine gidiş fotoğrafları...
Hem Demirel hem Ecevit,
Türkiye'nin Avrupa Birliği"ne tam üyelik fırsatlarını kullanmadılar,
belki de kullanmak istemediler.
İkisi de "Kürt sorunu"nun yanından bile geçmediler.
Türkiye'yi maddi-manevi kanatan
bu büyük sorunu,
kapalı kapılar arkasında konuşup durdular
ama meseleyi "askerin tekeli"ne bıraktılar.
Sorunun adını da telaffuz etmekten kaçındılar,
doğru dürüst Kürt sorunu bile diyemediler.
Demirel-Ecevit ikilisi
siyasal yaşamlarının neredeyse
tamamını kavgayla geçirdiler.
Demokrasiyi bir ortak platform olarak
kabul edip demokratik kural ve kurumların gelişmesi için çalışmak yerine,
birbirleriyle kavga ettiler.
Bu kavga, Türkiye’nin temel sorunlarının birikmesine yol açtı,
Türkiye’yi sorun çözen değil biriktiren bir ülke haline getirdi.
Her ikisi de özünde birer “Türk milliyetçisi”ydi.
Demirel daha muhafazakâr,
Ecevit daha liberal olsa da,
her ikisi de özünde Kemalist’ti.
Tarihe, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne,
üniter devlete, askere, laikliğe,
Kürt sorununa, Kıbrıs’a, genel olarak
ekonomiye bakışları ve özellikle iktidar dönemlerinde
bu konulara ilişkin tavırları,
her ikisini de “Kemalist milliyetçi” bir raya oturtmuştu.
Bu konularda Demirel,
12 Eylül sonrası siyasi yasaklıyken,
kendisiyle kapalı kapılar arkasında
yaptığım sohbetlerde söylediklerini,
daha sonra yeniden iktidar olduğunda unuttu.
Askerin bu temel konularla
ilgili olarak darbelerle çizmiş olduğu
“kırmızı çizgiler”in dışına çıkmadı, çıkamadı.
Bu açıdan Ecevit de farklı değildi.
Evet, Demirel’le mukayese edildiğinde
Ecevit daha demokrattı,
demokrasi kültürüne ilişkin çıtası daha yüksekteydi.
Peki, ne kadar sosyal demokrat ya da demokratik solcuydu Ecevit?
Siyasal yaşamının bir döneminde bu tanımlara
daha yakın çizgide seyretmiş olsa da, siyasete veda ederken
“Kemalist milliyetçi” tarafı kendini iyice belli etmişti.
Her ikisi de, bugün Türkiye’nin üzerine
kaç yıldır bir heyula gibi çökmekte olan
Tayyip Erdoğan’dan daha yakındılar demokrasi
ve hukuk devletine.
Erdoğan’ın bir kere bile yapamadığı
herkese açık gerçek basın toplantıları düzenlediler.
Kendilerine muhalif gazeteciler
dahil televizyonlara birlikte çıkıp her türlü sorunun kendilerine sorulmasına razı oldular, bu açıdan ayrım yapmadılar.
Elbette onların da “kendi gazetecileri”,
“kendi gazeteleri” vardı ama “ötekiler”in varlığını inkâr etmediler.
Erdoğan’dan farklı olarak,
o gazetecilerle de yüz yüze geldiler,
onların eleştirel sorularını da,
bazen tepeleri atsa da yanıtladılar.
Ayrıca, hem Demirel’le hem Ecevit’le seyrek de olsa,
karşı karşı karşıya oturup birer kadeh buzlu viski içtiğim zamanlar olmuştu.
Demirel’le Ecevit’in hayata,
Türkiye ve dünyaya bakışları Erdoğan’dan çok farklıydı.
Ecevit'in kısır döngüleri kırmak
için yakaladığı iki fırsat
Ecevit, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında askeri yönetimlere karşı
iyi mücadele verdi.
12 Mart'ta İnönü'yle ters düştü.
Darbe hükümetine CHP'den bakan verilmesine hayır dedi.
12 Eylül'de Arayış dergisini çıkardı.
Darbe yönetimine karşı mücadelesini yurt dışında da sürdürdü.
Yargılanan Ecevit, 26 Aralık 1981'de Arayış'ın kapağında
Bir ara hapse de atıldı.
Demirel'e gelince...
O mücadelesini daha çok "yeraltında",
Ankara'da Güniz Sokak'taki evinden verdi.
Ecevit’i 1966 yılı sonunda
Almanya’dan memlekete dönünce izlemeye başladım.
Benim solcu çizgimin içindeydi.
İsmet İnönü’nün liderliğindeki
Cumhuriyet Halk Partisi’nde Genel Sekreter’di
ve İsmet Paşa’nın himayesinde
"ortanın solu" hareketini örgütlüyordu.
1967 sonunda Almanya’dan döndüğüm zaman
yakın çevremdeki birçok kişinin elinde
Ecevit’in Orta’nın Solu kitabı vardı.
27 Mayıs sonrası benim mahallemde
artık solcu olmayan kalmamıştı.
Kitabı ben de okumuş, etkilenmiştim.
Düzen değişikliği öneriyordu çünkü.
Bu da 1960’lı yılların Türkiye’sinde merak uyandıran,
heyecanlı bir konuydu.
Ama sonra, Trabzon’da askerliğimi yaparken kafam değişmiş,
devrimci olmaya karar vermiştim.
Artık Demirel gibi Ecevit de,
CHP ve İsmet Paşa da bizim hedef tahtamızdaydı,
zira ikisi de çok partili düzeni,
“seçim sandığı”nı savunuyorlardı.
Bize, Devrim dergisine gelince...
Bizler, cici demokrasi, Filipin demokrasisi
diye nitelediğimiz rejimi askerî darbe ile devirip
Türki- ye’de “devrim yolu”nu açmanın peşindeydik.
Ve ben 12 Mart’ta, 44 aylık kesinleşmiş
hapis cezasından Ecevit’in Başbakan olarak 1974’de çıkardığı af sayesinde kurtuldum. Normal gazetecilik dönemim böyle başladı.
Ecevit bence Türkiye’nin
kısır döngülerini kırmak için
iki dönem iki büyük iktidar fırsatı yakaladı.
Biri, 1974 Kıbrıs harekâtı,
diğeri 12 Eylül 1980 sonrası.
İkisini de kullanamadı.
Ecevit, 1960’ların sonlarına doğru
"ortanın solu" hareketiyle Türkiye’de değişim dalgası kabarttı.
Kasketini başına geçirdi,
mavi gömleğini giydi, Anadolu yollarına düştü.
Dağa taşa Karaoğlan yazılan bir siyaset dönemi açıldı CHP’nin önünde.
“Toprak işleyenin, su kullananın!”
sloganıyla inliyordu meydanlar.
Haziran 1977, Ecevit'in Taksim Meydan mitingi
Ecevit, bir yandan köylü için toprak reformu istiyor,
öte yandan işçinin alın terine sahip çıkıyordu.
Gündeminde demokrasi talebi de vardı.
12 Mart darbesine de, idamlara da,
insan hakları ihlallerine de kararlılıkla karşı çıkıyor,
özellikle ifade özgürlüğü konusunda ödün vermez bir tutum alıyordu.
Ecevit, CHP lideri olarak demokrasi bayrağını yükseltirken,
aynı zamanda dine saygılı laiklik kavramını geliştirmeye başlamıştı.
Dinin her belirtisini irtica olarak görmeyen bir anlayıştı bu.
Geçmişin klasik CHP yaklaşımından kopmaya, dindar,
eski deyişle mütedeyyin kitlelerle
CHP arasında buzları eritmeye yöneldi.
Dinci ile dindar arasında çizgi çeken,
dini siyasete alet edenle etmeyeni
ayrı ayrı kaplara yerleştiren bir laiklik anlayışını oluşturmaya başladı.
Bütün bunların karşılığını da sandıkta gördü.
CHP 1973 seçimlerinden birinci parti çıktı.
Ayrıca, Erbakan Hoca’nın Milli Selamet Partisi (MSP)
ile siyaset meydanına bomba gibi düşen
bir koalisyon hükûmetini kurarken de,
Ecevit “tarihsel yanılgı”ya son vermekten söz ediyordu.
Bu da Türkiye'nin
siyasal tarihinde önemli bir "dönüm noktası"ydı.
Türkiye 1974'de Başbakan Ecevit'le
Kıbrıs'a çıktı. 1977 seçimlerinde
"Kıbrıs Fatihi ünvanı"nı da alarak,
bir daha hiç erişemeyeceği yüzde 41'lik
rekor oyla CHP'yi tekrar birinci parti yaptı.
Böylece, belki de, 1950’lerin
DP lideri Menderes’ten sonra Türkiye’nin
en karizmatik siyaset adamı haline geldi.
Kitleleri peşinden sürüklemeye başladı.
Ancak yüzde 41 oy,
Ecevit'in tek başına hükümet kurmasına yetmiyordu.
Demirel’in Adalet Partisi’nden yaptığı bazı " milletvekili transferleri" ile
-ya da Güneş Motel operasyonuyla- yeniden Başbakan oldu.
Ecevit’in 1974 sonrası yakaladığı ilk fırsat buydu.
İyi kullanabilse, Türkiye’nin kalkınmasının önünde
duran bazı temel engeller aşılabilirdi.
Ama bu fırsatı kullanamadı.
Üç nedenle harcadı:
Birincisi, Kıbrıs’ı sıcağı sıcağına ancak Ecevit çözebilirdi.
Bunu yapmadı, yapamadı.
Böylece kendisi çözümün değil, sorunun bir par-çası oldu.
Ve Kıbrıs zaman içinde Kürt sorunu dahil
Türkiye’de bazı temel sorunların anası haline geldi.
Daha doğru deyişle, bu sorunların su yüzüne vurmasına neden oldu,
ya da Pandora'nın Kutusu oldu.
1915 meselesi ve diplomatlarımızı
hedef alan ASALA terörü
sahneye çıktı.
Kürt sorunu da, Türkiye'de İslamcı akımlar da
1974 Kıbrıs sonrası,
Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak için
hazır bekleyen dış odaklarca parmaklanmaya başlandı.
22 Aralık 1977/ Hürriyet'in Güneş Motel olayıyla ilgili manşeti
Ecevit’in elindeki iktidar
fırsatını harcamasında ikinci neden "ekonomi"ydi.
1973’teki Arap-İsrail savaşıyla ham petrol fiyatları patlamış,
dünya ekonomisi büyük bir krize yuvarlanmış,
Türk ekonomisinde de deniz bitmişti.
Devletçi, popülist politikalar iflas etmişti.
Türkiye için de pazar ekonomisi ya da
24 Ocak çanları çalmaya başlamıştı.
Ecevit, bu çan seslerini duymadı.
Belki de duyamazdı.
Çünkü sol anlayışı farklıydı. Ekonomi de bilmiyordu.
Ecevit, 1978 başında iktidara gelirken seçtiği kendi kurmay kadrosu da,
“pazar ekonomisi”nden değil,
“komuta ekonomisi”nden, devletçilikten yanaydı.
Oysa, Ecevit 1970’lerin başından
itibaren bazı bakımlardan “çağın ruhu”nu
yakalayarak bir iktidar dalgasının üstüne oturmuştu.
Ama aynı Ecevit ekonomik açıdan sınıfta kaldı!
“Avrupa solu”nun özellikle ekonomide nereye gittiğini,
pazar ekonomisi ile sosyal demokrasi arasındaki
gelişmelerin seyrini göremedi
ya da kabullenmedi veya görmesi zaten mümkün değildi.
Türkiye böylece karaborsa ve kuyruklar dönemine girdi,
ekonomik alanda mum gibi eridi.
Oysa, 1978 yılı başında başbakanlık
koltuğuna otururken Umudumuz Ecevit’ti.
Meydanların halkçı Ecevit diye
inlediği bir dönem yaşanıyordu.
Dağa taşa Karaoğlan yazılıyor,
CHP’nin düzen değişikliği sloganı haykırılıyordu.
Beklentiler büyüktü.
Bu yüzden, hayal kırıklıkları da
en az beklentiler kadar büyük oldu.
Ecevit hükümetinin ekonomideki başarısızlığı
ile karaborsasıyla, benzin, tüpgaz,
yağ kuyruklarıyla şiddet ve anarşi birleşince,
1979 ara seçimlerinde CHP tam bir hüsran yaşadı.
Üçüncü ve Ecevit’in belki de en tarihî yanlışı,
1978 ve 1979’daki başbakanlığı döneminde
Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkilerini askıya alması
ve Yunanistan’ın tek başına Avrupa’ya girmesine seyirci kalması oldu.
Ecevit’in birinci fırsatı 1970’lerde böyle kaçtı.
İkinci fırsatı ise 12 Eylül sonrası yakalamıştı.
1979 sonunda Ecevit başbakanlıktan istifa etti,
Demirel o koltuğa oturdu.
Kurduğu azınlık hükümetiyle ekonomide
24 Ocak ve Özal sahneye çıktı.
Demirel-Ecevit kavgası derinleşirken
ve Türkiye adım adım yeni bir askerî darbeye doğru yol almaya başladı.
Demirel erken seçim istiyordu.
Ecevit, CHP ile AP arasında
büyük koalisyon diyordu.
Ecevit’in kurmayları o zamanlarda
Demirel’in erken seçim talebini
Anayasa’ya aykırı bile ilan edebiliyorlardı.
Bu arada, neredeyse iç savaş koşullarına sürüklenen Türkiye, Demirel-Ecevit çatışması yüzünden cumhurbaşkanını da seçemiyordu.
Demokrasi kültürünü oluşturan uzlaşma,
diyalog, tolerans gibi güzel sözcükler,
Ecevit’in ağzından yine hiç eksik olmuyordu.
Ama pratikte, özellikle
Demirel’e karşı bu kavramların gereğini yapmıyordu.
Tabii Demirel de bu açıdan
Ecevit’in işini kolaylaştırıcı bir tutum içinde hiçbir zaman olmadı.
Özal ve Demirel
12 Eylül'ün gelişi
12 Eylül askerî darbesi böyle geldi.
İkinci sınıf da olsa demokrasimiz tümüyle rafa kaldırıldı,
darbe Türkiye’nin üstüne kapkara çöktü.
Ecevit’in önüne 12 Eylül’le birlikte 1980’lerde tarihî bir fırsat çıkmıştı:
Solu tek çatı altında toparlamak...
Solu yakın geçmişin,
özellikle ekonomik konulardaki
yanlışlarından dersler çıkararak yenilemek...
Solun Avrupa sosyal demokrasisiyle bağlarını tazelemek...
Bu çerçevede Türkiye için yepyeni bir
demokrasi projesi oluşturarak
gerçek bir demokrasi mücadelesinin bayrağını yükseltmek...
Solda böyle bir hareket ve yenileşme,
merkezi de kendine çekerek Türkiye’nin
önünü açacak bir iktidar yürüyüşü yaratabilirdi.
Tıpkı Gonzalez İspanya’sında,
Soares Portekiz’inde,
Papandreu-Simitis Yunanistanı'nda olduğu gibi...
Bu ülkeleri 1970’li ve 1980’li yıllarda
askerî yönetimlerden demokrasiye geçiren,
radikal demokrasi projelerini gerçekleştiren ve Avrupa Birliği’ne
taşıyan siyasal hareketlere damgasını
sosyalist ve sosyal demokrat liderler vurmuştu.
Ecevit bunu yapmadı, yapamadı.
Formasyonu yetmedi.
“Düşün arkama!” diyemedi.
Türkiye’nin önünü açabilecek
ikinci bir fırsatı daha böylece kaçırmış oldu.
Tabii şu da söylenebilir:
Ecevit, böylesine bir sosyal demokrat
vizyona sahip olmadığı için,
farklı kumaştan bir siyaset adamı olduğu için,
özünde milliyetçi ve Kemalist bir siyasal görüş taşıdığı için
böyle bir devrimci çıkışı kendisinden beklemek de boşunaydı.
1980’lerde Ecevit iyi bir demokrasi mücadelesi verdi.
Askerî yönetime direndi.
Hak ve özgürlük ihlallerine karşı çıktı.
Bu uğurda hapse girmeyi göze aldı.
Heyecan verici örnek tutumlar sergiledi.
Fakat Rahşan Ecevit’le birlikte,
kendi başlarına oynamaya karar verdiler.
Bülent ve Rahşan Ecevit
Eski Halk Partili arkadaşlarına küstü.
Aydınlara küstü. Avrupa soluna küstü.
Rahşan Hanım’la birlikte başbaşa bir parti kurdular.
Bu partide parti içi demokrasinin
esamesi bile okunmadı.
Sürekli değişen bir çevreyle birlikte
kendi siyasal doğrularının peşinden gittiler.
1980’lerde Ecevit başkalaşmaya,
başka sulara açılmaya başladı.
Partisinin programına demokratik sol diye yazsa da,
milliyetçiliği fazlasıyla ağır basan bir çizgiye yöneldi.
Kürt sözcüğünü ağzına almayacak kadar
Kürt meselesini göz ardı etti.
Ekonomide popülist zihniyeti ön plana çıkardı.
Kıbrıs sorununda şahinleşti.
Avrupa Birliği’ne antipati duyan
tepkili bir tutuma kaydı.
Ve başarılı olamadı Ecevit.
1987 yılı genel seçimlerinde yüzde 10 barajına takıldı,
parlamento dışı kaldı. Solda adı “bölen”e çıktı!
Ama yılmadı.
1991’de kıl payı geçti yüzde 10 barajını.
1995’te CHP’yi geride bıraktı.
1999 genel seçimlerinde bu kez
Baykal’ın CHP’sini baraj altına itti
ve yüzde 22 oyla birinci parti oldu.
Ecevit, yirmi yıllık bir aradan ve
12 Eylül’ün yasaklarından sonra
bir kez daha iktidara yükselirken,
siyasetin nasıl bir maraton yarışı olduğunu,
siyasal konjonktürün
nasıl kurnazca kullanılabileceğini kanıtladı.
Bir yandan yolsuzluklara batan bir ülkede dürüstlük simgesi,
öte yandan Öcalan paketi,
–yani 1999’da Amerika’nın PKK liderini
Kenya’da paketleyip Türkiye’ye göndermesi–
Ecevit’e onca yıl sonra bir kez daha başbakanlık kapısıyla birlikte,
bundan öncekiler kadar olmasa da yeni bir fırsat penceresi daha açtı.
Öcalan, 15 Şubat 1999'da Kenya'da yakalandı; PKK liderinin yakalandığını ve Türkiye'ye getirileceğini dönemin Başbakanı Ecevit duyurdu
“Ecevit ekonominin e’sinden anlamıyor"
Ekonomiden ne anladı ne de hoşlandı Ecevit.
1970’li yıllarda kısa süre Ecevit’in
danışmanlığını da yapan rahmetli Kemal Derviş,
2001 yılında ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak
Ecevit'in Devlet Bahçeli ve
Mesut Yılmaz'dan oluşan koalisyona girdiği zamanlarda
bir gün bana şöyle demişti:
“Ecevit ekonominin e’sinden anlamıyor.
Ben ne zaman ekonomi desem ilgisi azalıyor, dağılıyor,
hatta yüzündeki tiklerinin
sayısı artıyordu.”
Ecevit’in ekonomide pazar ekonomisi
ile onun gerektirdiği rekabetçi politikalara
fazla kafa erdirdiği de, inandığı da söylenemezdi.
Genellikle kapitalizm ile planlı komuta ekonomisi
arasında kendince bir üçüncü yol arayışı içinde oldu.
Köykent ve halk sektörü ile,
1970’lerde Yugoslavya'daki “özyönetim”e göstermiş olduğu ilgi,
böyle bir arayışın ürünleri sayılabilirdi.
Evet, hayalleri olmayan siyasetçi olmaz.
Ama hayalle hayalcilik arasından geçen
ince bir çizgi vardır.
Devlet adamlığında bu çizgiye dikkat edilir.
Ecevit, sanıyorum. “üçüncü yol” konusunda,
özellikle köykentle ilgili olarak bu çizgiyi tutturamadı.
Ecevit elbette dürüsttü.
Hayatı boyunca öyleydi.
Ancak siyasette kişisel dürüstlük,
bazı konularda bilgiyle birleşmediği
vakit olumsuzlukları engelleyemez.
Ecevit’te bunu yaşadık.
Ecevit dürüsttü ama ekonomiden anlamadığı için,
ekonominin gereğini yapamadığı için
1978 ve 1979 yıllarındaki başbakanlığı
sırasında görkemli “karaborsa vurgunları”nı önleyemedi.
Ecevit dürüsttü ama,
yine 1978-79 döneminde Tuncay Mataracı,
Hilmi İşgüzar gibi Yüce Divan’lık bakanları
hükümetinden ayıklayamadı.
Ecevit dürüsttü ama ekonomiden anlamadığı için,
son başbakanlığı döneminde
Cumhurbaşkanı Sezer’le birlikte
insanımızı çok derin bir yoksulluk çukuruna yuvarlayan
o korkunç 2001 Şubat krizinin tetikçisi olmaktan kurtulamadı.
Bu krizin tek sorumlusu hiç kuşkusuz Ecevit değildi.
Şubat krizi, Türkiye’nin kayıp yılları boyunca biriken,
çözülmeyen, yılan hikâyesine dönen
temel ekonomik sorunlarının bir patlamasıydı.
Ekonomide bazı yapısal reformlar
sürekli ertelendiği için yaşadık bu krizi.
Şubat 2001 krizi aynı zamanda
Ecevit’in siyaseten bitişini de getirdi.
Bir yandan Rahşan affı,
bir yandan siyasal ittifak uğruna
Yılmaz ve Çiller’i Meclis’te “aklama operasyonları”ndaki rolü,
diğer yandan cumhuriyet tarihinin
en büyük ekonomik kriziyle birleşince,
Ecevit halkın oyuyla seçim sandığında sıfırlandı.
1999’da yüzde 22 oyla birinci parti çıkan DSP,
üç yıl sonra 2002 yılı Kasım ayında yüzde 1’lerde kaldı.
Ecevit’in bu hazin siyasal tükenişini,
ölümünden önce “Kemal Dervişli bir dış komplo”ya bağlamaya çalışması,
“Dış güçler benden Kıbrıs’ın intikamını
26 yıl sonra aldılar,” diyebilmesinin
herhangi bir inandırıcılığı yoktu.
İnönü'ye şık bir final yakışırdı
5 Mayıs 1972'de CHP Kurultayı toplandı.
Genel Sekreter Ecevit,
Genel Başkan İnönü'ye karşı bayrak açmıştı. İnönü'nün
özellikle 12 Mart'a ilişkin tutumunu onaylamamıştı.
Benim de çiçeği burnunda bir gazeteci olarak izlediğim
Kurultay'da hayli dramatik sahneler yaşandı.
İnönü, "Ya Ecevit, ya ben!" dedi.
Kurultay, Ecevit'i seçti.
Ecevit ve İnönü
İnönü, 5 Kasım 1972'de CHP'den
istifa etti. 1973 seçimlerinden önce de
CHP'ye oy vermeyeceğini açıkladı.
Bu, İnönü gibi büyük bir tarihi şahsiyet için iyi bir final olmadı.
Ancak, Milli Mücadele'yle Cumhuriyet'in kuruluşunda
Atatürk'ten sonraki İkinci Adam olan...
Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı felaketinin dışında tutan...
1946'da çok partili demokratik rejime geçişte lider rolü oynayan...
İsmet İnönü gibi tarihi bir şahsiyete,
büyük bir devlet adamına,
CHP içinde şık bir final
yaptırmak da gerekirdi.
İsmet İnönü'den böyle bir siyasi zarafetin
esirgenmesi de hiç şık olmadı.
Buna da Bülent Ecevit'in "ego"su
yetmedi galiba...
Türkiye 1970'lerin sonuna doğru
siyasal ve ekonomik istikrarsızlıkla
kıvranıyordu. Siyaset kurumu neredeyse
hiçbir konuda anlaşamıyordu.
Partiler, Mecliste bir Cumhurbaşkanı'nı bile seçemiyordu.
Büyük şehirlerde terör ve şiddet kol geziyor,
her gün can alıyordu. Geceleri insanlar korkudan evlerine çekiliyordu.
Yeni bir darbenin ayak sesleri duyuluyor
ve asker siyaset kurumuna uyarı mektubu veriyordu.
Dış konjonktür de, İran'da Humeyni İhtilali ve
Afganistan'da Sovyet İşgali'yle
Türkiye'de bir darbeye uygundu.
ABD ve NATO çoktan razıydı darbeye...
1980'in 12 Eylül günü sabaha karşı
"tank sesleri"yle uyandık.
Bir kez daha, bu ülkenin darbe kısır döngüsü kırılamadı.
Bir kez daha, başta Demirel ve Ecevit siyasi liderler darbeye sessiz kaldılar.
Bir kez daha, ortak bir demokrasi platformunda buluşamadılar.
Bir kez daha, demokrasiyi yaşatabilecek
bir uzlaşma modeli kurmayı başaramadılar.
Ya da böylesi düşünceler zaten akıllarından bile geçmiyordu.
YARIN: Tank sesiyle uyanmak
* Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe; derleyen, Mehmet Ö. Alkan; M. Ö. Alkan'ın yazısı, Cumhuriyet'in Siyasal Dönemeçleri, s.48
** Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları – İsmet Paşa’nın Son Yılları 1965-1973 sayfa: 142-17
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |