Türkiye sinemasında, replikleriyle, sahneleriyle, zeki eleştirisi ve ince mizahıyla hayatımıza kazınmış bir film Züğürt Ağa. Kentleşmenin iyice hız kazandığı bu dönem elbette toplumsal dönüşümlerin de belirginleşmeye başladığı bir süreçtir
05 Temmuz 2018 14:24
Yıl 1985. Türkiye tarihinin en büyük travmalarından biri yaşanmış; yaralar derin, sıkıyönetim süreci, kayıplar, işkenceler olmuş, hapiste çürüyenler bir tarafta. Politikanın “p”sini ağzına almaktan vazgeçenler bir tarafta, hayattan ve ülkeden tüm ümidini kesmişler bir tarafta; politik alanda yaşananlar tüm toplumsal yaşamı ve elbette ekonomiyi etkilemiş. Büyük bir karamsarlık, içe kapanma insana yönelik en belirgin durum. 1980 darbesi Türkiye için bir dönüm noktası; politik, toplumsal ve ekonomik olarak. Darbe sonrasında sallanan ekonomiyi toparlama gayreti yeni ekonomik politikalara yol açmış; dünyada yayılan küreselleşme ve liberal politikalar Türkiye coğrafyasını da etkisi altına almaya başlamış. Belirgin bir değişim hayatın her alanında. Tüm bu ekonomik, sosyolojik değişim ve dönüşüm hakkında konunun uzmanları derin analizler ve çalışmalar yaptı. Bu alanlarda yazılıp çizilenlerin, birçok politik, ekonomik analizin yanı sıra, sinemamız da bu çetrefil dönemi, toplumsal dönüşümü elbette görmezden gelmedi. Sinema birçok işlevinin yanı sıra başlangıcından, icadından bu yana toplumu, insanı gösteren bir ayna oldu; yaşadığı coğrafyanın, tarihin, dönemin gerçeklerini yansıttı, resmetti. Kimi zaman eleştiren, sorgulayan, kimi zaman da elbette maniple eden, egemen ideolojiyi yeniden üreten ve hatta birçok gerçekliğin üstünü örten, izleyicisini uyutan sinema da hep var oldu. Dönemini ve toplumunu irdelerken içimizi sıkan, kasvetli, boğucu filmler, slogan atan politik filmler de gördük; oldukça hassas sanatsal, sinematografik anlatılar da yapıldı hem dünya sinemasında hem de Türkiye’de.
Söze 1980’lerle başlayınca, elbette yerli sinemayı az çok takip edenler, belli filmleri hatırlayıverecektir. Çünkü birçok sinema tarihçisinin belirttiği gibi, önemli ve biraz karmaşık bir dönemdir bu 80’ler. 1970’lerin erotik furyasının dağıttığı bir sektör ve izleyici kitlesi söz konusudur. Yeşilçam bu süreçle boğuşup, toparlanmaya çalışırken, 1970’ler bir yandan da politik filmlerin belirgin olduğu bir zamandır. Mesela 70’leri, ardından gelen pek çok yönetmene de ışık tutan Yılmaz Güney’in Umut filmiyle hatırlarız en çok. 80’lere gelindiğinde, darbe ile iyice içine kapanan toplum ve sanatçılar dönemin genel ruh hâlini yansıtır. 80’lerin sinemasında bireysel eğilimler belirginlik kazanır, dönemin atmosferi bireylerin psikolojileri ile sembolize edilir bir nevi. Öte yandan, darbenin açtığı yaralar bir süre sonra ufak ufak da olsa sinematografik olarak ele alınmaya başlanır. 80’lerin sonlarına doğru 12 Eylül filmleri çekilir; Ses- Zeki Öken, Sen Türkülerini Söyle- Şerif Gören, Prenses- Sinan Çetin, Dikenli Yol- Zeki Alasya gibi filmler ilk dönem 12 Eylül filmleridir, tabii ki de travmayla yüzleşme daha sonraki yıllarda da devam edecek ve başka birçok film üretilecektir. Genel olarak böyle bir dönemden bahsediyoruz.
Bu dönemin filmleri nelerdi diye bir hatırlama çalışması yaptığımızda; 1982’de Yol (Yılmaz Güney-Şerif Gören), Dolap Beygiri (Atıf Yılmaz), 1983’de Duvar (Yılmaz Güney), 1984’te Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz), 1985’te Adı Vasfiye, Mine (Atıf Yılmaz), Züğürt Ağa (Nesli Çölgeçen), Muhsin Bey (Yavuz Turgul), Çıplak Vatandaş (Başar Sabuncu), Yılanların Öcü (Şerif Gören), Dul Bir Kadın (Atıf Yılmaz), Kurbağalar (Şerif Gören-Zeki Ökten), 1986’da Yoksul (Zeki Ökten), 1987’de Selamsız Bandosu (Nesli Çölgeçen), 1988’de Düttürü Dünya (Zeki Ökten)… Bir çırpıda akla gelen bu filmlerden başka pek çok önemli film var elbette bu dönemde. Hepsi dönemini, o yılların toplumsal durumunu bir tarafından ele alır.
Türkiye coğrafyasında zor bir dönem, sert bir iklim diyebileceğimiz 80’lere bakınca, bu dönemi başarılı bir biçimde anlatan ya da en iyi betimleyen film diye bir seçim yapmak pek mümkün olmayabilir. Ancak bir filmin az çok farklılaştığını öne sürebilirim belki. 1985 yılı ile başladık, toplumsal değişim, göç, ekonomi ve sinema dedik. Tüm bu konu başlıklarını derinlemesine konuşabileceğimiz bir film olarak Züğürt Ağa, bu yazının odağında yer alıyor. Hem toplumsal değişim hem politik meselelerin ironik eleştirisi, yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışan insanın çaresizliği, paranın yaşamın odak noktasına oturduğuna belirgin vurgusuyla, Züğürt Ağa, bilindik bir hikâyeyi farklı bir dille, oldukça insancıl bir dille anlatma becerisine sahip olduğundan benzer konuları işleyen birçok filmden ayrılıyor mesela.
Türkiye sinemasında, replikleriyle, sahneleriyle, zeki eleştirisi ve ince mizahıyla hayatımıza kazınmış bir film Züğürt Ağa. Züğürt Ağa deyince akla hemen gelen karakterler, replikler var. Ağanın kulağını kaşıyarak “Ben karı istirem” diyen babası, kamyonetiyle sokak sokak gezerek seyyar satıcılık yapmaya girişen ağanın çekingen bir hâlde “domatis, domatissss, domatiiissss” deyişi, dönemin ruhunu ve köşe dönmeci insanını temsil eden Kekeç Salman, dinin ve muhafazakâr anlayışın insanları nasıl hâkimiyet altına aldığını anlatan repliğiyle “Şıh cennetten yer ayarlamış bize ağam” diyen Müsellim Efendi, şehre göç ettikten sonra “Artık ağalık bitti, burada herkes ağa” sözüyle bir devrin kapandığını dile getiren ağa…
Filmde geçen bu sözü ara başlık olarak tercih etmemin nedeni, beni filmdeki birçok diyalog ve monolog gibi çokça etkilemiş olması. Bu dünya dediğimiz yer neresidir? Kendimizi nereye ait hissederiz? Nasıl var oluruz da sonra bir an veya bir zaman gelir, artık burada bize yer olmadığını hisseder, anlarız? Epeyce derin sorular olduğunun farkındayım… Film bağlamında düşünürsek, feodalite sona ermiştir. Ağalık bitmiştir. Toprak tükenmiş, yağmur damlamaz olmuş, insanlar aç kalmış, açgözlü olmuş, düzenbazlık almış başını gitmiştir. Marabalar yemek yiyebilmek için pehlivan tutarlar ki ağaya yenilsin, güreş tutkunu beceriksiz pehlivan ağa da zaferini kutlamak için ziyafet düzenlesin diye. Devir açlık devridir, para pul, buğday, arpa yoktur, kolay kolay da bulunacak gibi değildir.
Türkiye’de iç göçün iyice artış gösterdiği yıllardır bu dönem. Tarlalar verimsizleşmiş, yağmur yağmaz olmuştur. Kent tüm cazipliğiyle köylüye göz kırpmaktadır. Ağa ise çaresizdir ama hâlâ bir umutla beklemektedir. Ağa en sonunda tarlanın kenarında tanrıya sorar: “…De ama ne oldu da değişti? Birimiz bir pok yedik ama kim? Ben, günahı boynuna babadan şüpheleniyorum. Yoksa garezin bana mı? Niçin hiçbir şey eskisi gibi değil? Kurban olduğum ver şu rahmeti…” Filmi birçok başka yapımdan ayıran bir monologdur bu, bana göre. Belki de Anadolu’da birçok toprak sahibi benzer yakarışları yapmaktadır ama bizim ağa tüm sevimliliğiyle, gerçekçi yaklaşımıyla ve babası üzerinden bir yandan da dalga geçerek sorar bu soruları. Ağanın bu sözleri ve soruları tam da dönemi anlatır. Bir şeyler ciddi anlamda değişmiştir ama neden böyle olduğunu anlamlandıramazlar. Tüm dünya gibi Türkiye de değişmektedir. Kentleşmenin iyice hız kazandığı bu dönem elbette toplumsal dönüşümlerin de belirginleşmeye başladığı bir süreçtir. Örneğin, birçok başka filmde görmüşüzdür, hatırlarız köyden kente göç edenleri, kentte tutunmaya çalışan karakterleri, parasızlık, açlık çeken başka başka karakterleri. Züğürt Ağa işte böyle bir zamanın içerisinde en naif, en sevimli, en insan ağadır. Belki de türünün son örneğidir. Her şeye rağmen köyü satıp, köylüsünü bırakıp şehre gitmeyi düşünmez önceleri; köyü ayakta tutmak için borç aldığı eski köylüsü, şimdinin şehirli olmuş iş insanı ona “Bırak sen de gel şehre” dediğinde, “Olmaz” der; köylüsünü, insanını bırakıp gitmeye gönlü el vermez. Kente gidip zengin olmak gibi bir derdi yoktur. Hayatına, mümkün olduğunca geçinebildiği kadar, köylüsünü doyurabildiği kadar köyde devam edecektir aslında. Yani o diğer ağalar gibi dönemin ruhuna uyarak parasını ikiye, üçe, beşe katlamak, kentte zengin bir hayat sürmek peşinde değildir. Ta ki Kekeç Salman köye gelip de işleri karıştırmaya başlayana dek. Kekeç köye karısı, kucağında bebesi ve kız kardeşi, güzel Kiraz ile geldiğinde, marabalar ona “Bu köyde herkes açtır, kendine başka kapı bul. Ağanın güreşleri de olmasa yemek görmüyoruz…” der demesine ama Kekeç kendi yolunu bulacağını bilerek, yumuşak kalpli ağanın aklını çeler, bir şekilde kendini kabul ettirir. Kekeç’i gördüğümüz ilk sahneden itibaren, seyirci olarak onun kurnazlığını ve ortalığı karıştıracak bir tip olduğunu anlarız.
Kekeç, dönemin ruhunu hemen yakalamış, fırsatçı, uyanık ve açgözlü bir adamdır; ağaya yalvarıp köye alınır ve kısa sürede ortalığı karıştırmaya başlar. Kardeşi Kiraz’ı ağanın babası Abdo Ağa’ya satar. Abdo Ağa’nın Kiraz’la evlendiği gece marabaları örgütleyerek ambardaki buğdayları alıp, bir tüccara satmalarına ön ayak olur; marabaların ağayı ve köyü terk edip İstanbul’a gitmelerini sağlar. Elbette Kekeç Salman kendi payını da almış, İstanbul’a gidiş planını yapmıştır. Züğürt Ağa, tüm direncine rağmen, artık marabaları da onu terk ettiğinde köye satılık ilanını asar. Haraptar köyünün ağası da artık bu harap bitap düşmüş köyü bırakıp gitme yoluna düşer. “Bütün eski ağalar şimdi şehirli oldu. Buradan kaçan kurtuluyor, ben de mi şehirli olsam” sorusunu zaten kendine sorup durmaktadır. Yüreği elvermez köyünü bırakmaya ama yeterince uyanık da değildir ki ağalığını sürdürsün… Altyazı’nın Gayri Resmî ve Resimli Türkiye Sinema Sözlüğü’nde “Haraptar” kelimesi için açılan başlıkta filme ilişkin yorumlarda bulunan Ödül Gökçe: “Züğürt Ağa 80’lerin düzen değişikliğinde ‘insanlığı güzel olduğu için’ ağalığı da şehre tutunmayı da becerememenin adı olmuştur” der. Oldukça doğru tespittir bu.
Bir yandan kimsenin dilinden parasızlık lafı düşmemektedir. Köye her gelen ağaya para yok der. Ağa da bilir para yok ama bekler ekin olsun, yağmur yağsın, işler düzelsin…
İşler ne kadar kötüye gitse de, maraba açlıktan kırılsa da ağa en büyük keyfi olan pehlivanlıktan vazgeçmez. Köylü, ağanın bu tutkusunu kendi karınlarını doyurmak için kullanır; pehlivanlar tutup yalandan ağanın zaferini alkışlarlar, ağanın güreş sonrası ziyafetlerinde sunduğu yiyecekleri mideye indirirler. Her şeye rağmen, ağanın keyfi yerindedir, bu günlerin geçeceği düşüncesiyle yaşamaya devam eder. Banyosunu yaptığı sırada neşeli neşeli türkü söylerken karısının kafasına vurduğu tasla gerçekler yüzüne ya da kafasına vurulur: “Paralar su gibi gidiyor. Sen anca güreş tut, ziyafet ver.” Film boyunca farklı farklı kişiler parasızlıktan, paradan, borçlardan söz açar.
Kâhya: Ağa, durumumuz bu sene çok kötüdür. Paralar bitti.
Ağa: Yağmur duasına gidin o zaman.
Kâhya: Dua için Şıh lazım.
Ağa: Şıh dedi ki, ağanız elimi öperse çıkarım. Ağa el mi öpermiş? El öpmem.
Ağa, Şıh’tan hiç hazzetmese de köyü için, köylüsü için gider, el öper, Şıh huysuzdur, çıkmak istemez duaya. Ancak ağa, onu geçmişteki sırları ortaya dökmekle tehdit edince Şıh kabul eder yağmur duasını. Çıkılır duaya ama belli ki bulutlar bile dalga geçer köylüyle ve ağayla. Tepelerin ardından yükselen koca yağmur bulutu, üstlerinden geçer gider. Artık ne dua ne de Şıh köyün, köylünün derdine çare olabilecek hâldedir.
Ağa düzenin artık değiştiğinin farkındadır elbette… Köyü geçindirmek, köylüyü yaşatabilmek için borç almıştır, borçların faizi alır başını gider; serbest piyasa ekonomisi başlamıştır, artık devir para devridir, dost desteği, bilek gücü, alın teri hiçbir şeye yetmez. Bir de bu yeni devrin aklına, davranış biçimine sahip olmak gerekir; zira gözü açık olan parayı kapar, köşeyi döner.
Mecbur kalıp da şehre taşınan ağa, hangi işin ucundan tutsa, başarısız olur. Bakkal açar, sattığı köyün ismini verir bakkala, bakkal harap olur, yatırdığı para batar. Kamyonetle seyyar satıcılığa girişir, domates işi ilk başta iyi giderken, şehrin düzenini bilmediğinden henüz bu dünyanın kurallarına adapte olamadığından kamyonunu zabıtaya kaptırır, arabayı geri aldığında domateslerin çoğu çürümüştür. Bir süre bu işe devam edebileceğini düşünse de araba yanıverir, paralar yine batar gider. Artık köyden getirdiği tüm parası tükenmiştir, evdeki eşyalar satılır son çabalarla. Karısı, çocukları da toplayıp terk eder ağayı. Köyde de kentte de hep sağ kolu olmuş Müsellim Efendi de artık parasızlıktan tükenmiş, hasta olan anasına destek olacak bir çare arar, ağanın artık onu azat etmekten başka çaresi yoktur. Elinde kalan, paraya çevrilebilecek ne varsa; yüzüğünü, tütün tablasını, tespihini, belki de kendi baba yadigârlarını verir –köyüyle, geçmişiyle bağlantıları bu nesnelerden koptuğu gibi kopmaktadır aslında- kâhyaya ve şöyle der:
“Müsellim Efendi, seni sevdiğim için yapmıyorum bunu. Ben bir ağayım! …Lan oğlum burada ağalık bitmiştir. Köylünün bana nasıl baktığını bilmiyorum mu sanırsın? Ama ben gene bir ağayım! Sen hamallık yaparsın, ekmeğini taştan çıkarırsın. Ama ben yapamam. Sana yazık olmasın, git kurtar kendini.”
Parasızlık filmin başından sonuna sürekli dile getirilir. Dönemin gerçeği budur tabii, hayatın gerçeği böyledir, bu nedenle herkesin dilindedir para. Daha ilk sahnelerden birinde ağanın çocukları gelir: “Baba para…” “Parayı napacan, namussuz” der ağa ama yine de hemen elini cebine atıp verir oğlana biraz para. Kız da başında harçlık bekler, ona da “Sen kızsın, napacan parayı” der ama yine de verir bir küçük harçlık. Ağa, ağalığını da babalığını esirgemez hiçbir zaman. Hatta köyden kaçan marabalarına bir mahalle kahvesinde rastlayınca, önce bir ufak fırça atsa da kendine engel olamaz, affeder hepsini, üstüne bir de herkese çay ısmarlar. Ne var ki, ağalığın artık tamamen sona erdiğini, ağalığın en temel simgesini de ortadan kaldırarak verir film. Ağanın hep özenle parlattırdığı, ayağından çıkarmadığı körüklü çizmeler satılır ve yerine bir çift tokyo terlik giyilir. Artık bu koca kentte köyden getirdiği hiçbir şeyi kalmamıştır ağanın, insanlığı dışında. Bir dönem kapanmış ve yepyeni bir hayat başlamıştır. Ağa tek bildiği şeyi yaparak para kazanmaya başlar. Filmin sonu, artık ağanın kafasında kendini oturttuğu “ağalık” pozisyonunun ve imgesinin silindiğini, ağalığının bittiğini gösterir. Ağa mutludur, sokak sokak gezerek ayağında terlikleriyle çiğ köftesini satar. Yeni bir kimlik ile yeni hayatına tutunur; “Bu dünyada bize yer yoktur” söylemini, kendine küçücük bir yer açarak kırar, gülümseyerek taşır çiğköfte tepsisini, film umutla biter. Züğürt Ağa filminin unutulmaz olmasının nedeni, insancıllığı, derin eleştirisi, doyurucu mizahıdır, bana göre.
Üniversite yıllarında çok sevdiğim bir hocam, Chaplin’i anlatırken, Aziz Nesin için yazılmış bir kitaba atıfta bulunmuş ve “Gözyaşını gülmeceye dönüştüren bir simyacı” demişti. Kitabın tanıtım yazısında Alper Kabacalı, “Kendisinin ve toplumunun acılarını gülmeceye dönüştürmeyi başarmış bir ‘simyacı’ Aziz Nesin” der. Pek değerli hocam, bu tanımın sinemadaki yansıması olarak da Charlie Chaplin’i gösterirdi. İşte, bence hem Aziz Nesin’e hem Chaplin sinemasına benzer bir yaklaşım var bu filmde. Mizah ile keder bir denge ve uyum oluşturuyor; bir yandan tüm gerçekliğiyle hayat, zor koşullar varken, bir yandan da kahkahalarla bakmak bu duruma… Sanırım insanı iyileştirecek şey de bu: Acıyı, kederi, hayatın tüm zorluklarını, az çok gülebilirsek, aşabileceğiz…