Atılgan'ın üç romanındaki kahramanlar, ilk bakışta birbirinden çok ayrı kişiler, kişilikler, ayrı dünyalardır. Ancak hepsinde ortak bir tragedya arka düzlemi görürüm...
01 Haziran 2017 14:00
Yusuf Atılgan ile Juan Rulfo’yu yan yana düşündünüz mü hiç?
Fotoğraflarını yanyana koyup bakın.
Juan Rulfo 1917– 89 yıllarında yaşamıştır, Yusuf Atılgan 1921– 89’da.
Juan Rulfo sağlığında iki roman, bir öykü kitabı yayımlamıştır. Bir de fotoğraf kitabı. Yusuf Atılgan iki roman bir öykü kitabı. Bir de iki masal içeren kitapçık.
Juan Rulfo, taşradan gelmiştir, Jalisco eyaletinden. Yazdıklarının hemen hepsini “memleketi”nden kotarmıştır. Yusuf Atılgan da taşralıdır. Aylak Adam dışında yazdıklarının çoğu memleketiyle karılmıştır.
Juan Rulfo az yazmış ama Latin Amerika yazınını değiştirmiştir. Yusuf Atılgan da az yazmış ama bir kült yazarımız olmuştur.
İkisi de, az yazdıkları gibi kısa yazarlar. Romanları yüz sayfa dolayındadır.
İkisi de, verilen ürün sayısıyla ün, ortalıkta az görünmeyle etki arasındaki ters orantının belki de dünyada başkası olmayan örnekleridir.
İkisi de yazını ün, güç aracı olarak görmemiş, yazın olarak sevmişlerdir.
İkisi de halk adamıdır.
İkisi de gözlerden uzak yaşamayı yeğlemiş, mutlu aile yaşamını benimsemiştir. (Bir ayrım: Juan Rulfo eşini erken bulmuş, Yusuf Abi ise daha ileri yaşta.)
İkisi de biraz sonra masaya oturdu oturacak hâlde yıllarını geçirmiş, okurlarını kahretmiştir.
İkisi de entelektüel söylemi sevmezler. Yazdıklarında edebiyatçı fiyakası yapmaya çalışmazlar. Konuştuğumuz dille güzel anlatırlar, iyi yazarlar. Zaten, yazın dediğimiz etkinlik, güzel, iyi yazmak, iyi, güzel anlatmak değil midir?
Juan Rulfo yalın yazar. Kısa tümcelerle yazar. Yazdığı su gibi akar. Juan Rulfo’nun yerine Yusuf Atılgan sözcüklerini koyun, bu üç tümcede başka sözcük değiştirmeye gerek olmaz.
Gel gör ki, biri İspanyolca, Cervantes’den sonra gelişip oturmuş bir dilde yazmış. Öteki Türkçe yazmış. Yüzyıllarca hor görülüp altüst edildikten sonra kendine gelmeye, kendini bulmaya çalışan bir dil. Yusuf Atılgan’a bu bağlam içinde bakmak gerekir, öbür özelliklerine değinmeden önce.
Bence, Türkoloji Türkçesi diyebileceğim bir Türkçe vardır. Bunun güzel bir örneğini Yusuf Atılgan’ın “Mezuniyet Tezi"nde görürüz.
Nasıl müzisyenlerde, şarkıcılarda bir kulak varsa, iyi yazarlarda, şairlerde de öyle bir dil duyusu, yazdıkça gelişen bir dil yetisi vardır. Okuduğumuza göre, Yusuf Atılgan’ın annesi güzel Türkçe konuşurmuş, yerel ağzın zenginliğini yansıtırmış sözlerine. Babasının anlıksal düzeyi de, anlaşılan, çevresinin üstünde. Yusuf Abi okumaya erkenden merak salmış. Hep öyle olur işte! Türkçe yetmemiş. İngilizceyi öğrenmiş, koleje gitmeden. Behice Boran’mış İngilizce öğretmeni. Talihin Atılgan’a bir gülümsemesi. Belli ki, Yusuf Abi’ye de “Doktor ol, mühendis ol” demişler, ama o Türkoloji öğrenimini seçmiş üniversitede. Tanpınar’ın öğrencisi olmuş. Düşünebiliyor musunuz, Mehmet Hamdi’nin babasının Ahmet Hamdi’nin öğrencisi olması ne demek?
Bence, Türkoloji Türkçesi diyebileceğim bir Türkçe vardır. Bunun güzel bir örneğini Yusuf Atılgan’ın “Mezuniyet Tezi"nde görürüz: “Tokatlı Kâni, San’at, Şahsiyet ve Psikoloji.” Atılgan “tez”inde, “En mühim mesele san’atkârın yaşadığı maddi hayatı değil, eserinde bulunan kendi ruhi hayatıdır” demesi çok “mühim”dir. Yazacağı yapıtların izlekçesine tutulan bir ışıktır. Türkoloji Türkçesinin en kıvamına ermiş, doruğa ulaşmış hâli Ahmet Hamdi’nin Türkçesidir. Arkası gelmemiş, bozulmaya yönelmiştir. Sürmekte olan bir yönelimdir bu. İyi örnekleri çok azalmıştır. Yusuf Atılgan, üniversitede gördüğü Türkçeden yazarlık kılgısında uzaklaşmıştır. Öz sözcükleri, yeni sözcük üretme yeteneğiyle Türkçenin toparlanış yolunu seçmiştir. Bilge Karasu “ve” bağlacını kullanmaz. Yusuf Atılgan’ın yazdıklarında da pek göremedim “ve” sözcüğünü. Mektuplarında birkaç kez rastladım. Yusuf Abi, anlatır ya: yazın meleğimiz Bilge’ye, Türkçeyi en iyi kullanan iki yazar olduklarını söylemiş. Bilge de “yansı” yerine “yankı” sözcüğünü yazdığını belirterek, Yusuf Atılgan’ı bir sıra geriye itmek istemiş. Sonra ortaya çıkmış ki, kitabın düzeltmeninin marifetiymiş bu “düzeltme.” ( Hiç unutmam: bir kitabımda, düzeltmen, “ulanmak” sözcüğünün yanlış olduğunu düşünerek, yerine “ulaştırmak” sözcüğünü koymuştu.) Aşamadığımız birçok yaşıtı, dönemdaşı yazarımız gibi Atılgan da Türkçenin Cumhuriyet ile güçlenen yönüne yerleşmiş, bu yönünü güçlendirmiştir.
“Önemli mi” diyeceksiniz. Birçok genç yazarımızın böyle şeyleri önemsiz “teferruat” gördüklerini biliyorum. Bir eleştirmenin Flaubert için söylediğini anımsatırım: “Flaubert’e göre, olayın gerçeği, kendini, özünü dilsel anlatım içinde ortaya çıkarır.” Dilsel anlatıma özen göstermezseniz gerisi “teferruattır.” Aylak Adam elliden fazla, Anayurt Oteli en az kırk baskı yaptı. Umarım bu romanları Türkçesi için de okuyoruzdur. Bu bağlamda Yusuf Atılgan’ın ne dediğini hiç unutmayalım: “Türkçeyi doğru dürüst yazamayanların kitaplarını okumam.”
O güzel Türkçesi, düzgün anlatımıyla Yusuf Atılgan. Romanımıza, öykümüze ne katkı yaptı?
Ne der Ahmet Hamdi? “Bir romanda verilebilecek şeylerin azamisi, ferttir.” Atılgan bize bunu verdi işte!
Aylak Adam’ı gençken okumayın. Kafanız karışabilir. Çevrenize, toplumsal yaşama değişik gözlerle bakmaya başlayabilirsiniz. Şaka bir yana, Aylak Adam’ı, yalnızca bir toplumun ondan beklenenleri yapmakla yükümlü üyesi, kalabalığın içinde yitip gidecek herhangi biri olmadığınızı, özerk birey olduğunuzu anımsamak için okumak gerekir. Yaşamınızın yollarını, yaptığınız seçimlerle rastlantıların döşediğini anımsamak için okumak gerekir.
Atılgan’ın anlattığı Aylak Adam, salt kendine benzer. Belirli bir tip aydının ya da insanın ya da çevrenin temsilcisi değildir. Uyumsuz bireydir. Uyumlu olursa bireyselliği zayıflayacaktır.
Kent yaşamı Türkiye’de görece yeni bir olgu. Düzgün bir kentteki yaşam düzeni bellidir. Parisliler “metro– boulot– dodo” derler. Kentsoylu ya da küçük kentsoylu yaşam biçimi de bellidir. Okuyacaksın, işe gireceksin, evleneceksin, çoluk çoçuğa karışacaksın, falan, filan... Elbette, şu “bellidir” lafını edebilmemiz için kentteki yaşamın istikrar ya da süreklilik kazanması, kuşaktan kuşağa geçebilen bir yaşam biçiminin yerleşmiş olması gerekir. 1940 ve 50’li yıllarda Batılı yaşam biçimine yatkın, görece bağdaşık orta ve üst sınıf İstanbul halkının bu betimlemeye uyduğu, anne babalarımızdan biliriz, söylenebilir. (Sonra kente göç hızlanınca her şey altüst olmuştur.) Aylak Adam’ın arasında gezindiği insanlar bunlardır. (Artık öyle bir ortam ya da sınıf yok. Onun için kimse kendini Aylak Adam’a benzetmesin.) Gözlemler. Eleştirir. Olağandışına, sıra dışına çıkmak ister. Ona eşlik edecek kadını arar. Varsa, o kadınca bulunmak ister. Kent içinde dolanıp durması hem arama hem de bulunma isteğidir. Özdeşlenmek istemediği kalabalık içinde ayrımsanma isteğidir. Yazgısını raslantı tanrısına bırakır. Ortalıkta gezinir. Bir flâneur havası vardır Aylak Adam’da. Atılgan’ın anlattığı Aylak Adam, salt kendine benzer. Belirli bir tip aydının ya da insanın ya da çevrenin temsilcisi değildir. Uyumsuz bireydir. Uyumlu olursa bireyselliği zayıflayacaktır. Yazar derinlemesine kurar bireyi, iç bükey yaklaşımlarla. “Bu, yazınımızda çok yenidir, çığır açmıştır,” derler. Gerçekten de, genellikle romancılarımızın çalışmaları toplumsala yöneliktir. Kahramanlarını çok iyi işleseler de asıl amaç, bir türlü çözemediğimiz toplumsal, kültürel sorunlarımızı onlar yoluyla ele almaktır. Birey üzerinde böyle bir odaklanma yenidir.
Fırsat bulmuşken, yazayım. Aylak Adam’ın “Kış / 1” bölümünde, yani anlatının başlangıcında anlatıcı birinci tekil kişidir, aylak adamdır. Sonra söz üçüncü tekil kişi olan anlatıcıya geçer, onda kalır. Madam Bovary aklıma geldi bu bölüme yeniden göz atarken. Madam Bovary’nin başlangıç bölümünde, kocasının bir sınıf arkadaşı anlatmayı başlatır. “Biz” diyerek bir içtenlik, okuru içe çekme havası yaratır. Sonraki bölümlerde o arkadaşın yerini kişilikdışı anlatıcı alır. Aylak adam da iç dünyasını okurla paylaşmak, okuru dünyasına buyur etmek istemiştir sanki. Sonra kendini, okurla birlikte, her şeyi bilen, gören anlatıcının ellerine bırakır.
Anayurt Oteli’nde de bir kişinin bireysel dünyasının, yalnızca onun olan bir yazgının didik didik edilerek yazıldığını okuruz. Canistan’da ise raslantıların, en büyük raslantı tanrısı Tarih’in yanyana düşürdüğü üç birey ele alınır. Roman bitmemiştir. Üçüncü bireyi anlatamadan gitmiştir Atılgan.
Atılgan’ın üç romanındaki kahramanlar, ilk bakışta birbirinden çok ayrı kişiler, kişilikler, ayrı dünyalardır. Ancak hepsinde ortak bir tragedya arka düzlemi görürüm ben. Atılgan’ın kahramanları, tarihin önceden belirlediği, aşamayacakları yazgılarının kurbanı olurlar. Alın yazılarını değiştirmek için savaşırlar ama yenilirler.
Aylak Adam’a ilişkin yorumlarda, aylak adamın kadınlarda, bir yaşındayken yitirmiş olduğu annesinin yerini alan Zehra Teyze’sini aradığını söylerler. Bence, somut olarak hiç anımsamadığı ama mavi gözlü olduğunu bildiği annesini arar. Nitekim, romanın sonunda, anlatıcının “aradığı oydu” dediği, aylak adamın ardından koşup yetişemediği kadın mavi gözlüdür. Romanda C. diye anılan aylak adam, için için bilerek, olanaksızı aramış, sonunda olanaksızlığı kabul etmek zorunda kalmıştır. Zaten kentin gerektirdiği toplumsal yaşam içinde iki kişilik ayrı bir toplum kurulmasına dizge de izin vermez, bırak yazgıyı. Erkek– kadın birleşmesi dizgeye katılmak için düşünülür, karşı çıkmak için değil. Üçüncü tekil anlatıcı, B. diye anılan bir kadının C.'ye, C.'nin de ona uygun olduğunu bilir. C. bir kez B.'yi Güler ile görür ama B.'nin değil, Güler’in ardından gider. Yaptığı seçimle neyi kaçırdığını bilmez, hiç bilmeyecektir. Gelgelelim, anlatıcı bilir, okurlara da bildirir. C. ile B.'nin bir türlü tanışamamalarını nerdeyse dalga geçerek anlatır. Başka bir deyişle, rastlantı tanrısı insancıklarla eğlenmektedir. Romanın sonunda C.’nin ardından yetişemediği kadını nedense B. diye kimliklendirmez anlatıcı. Okur, roman içindeki verilere dayanarak onun B. olduğunu düşünebilir. Ancak gerçekten o mudur? Niye anlatıcı ad vermez. Belli ki anlatıcı okurla da biraz gırgır geçmekte, okuru, rastlantı tanrısının oyuncaklarından olan soru imiyle oynamaya çağırmaktadır.
Anayurt Oteli’nin başkişisi Zebercet’in yazgısı da başından bellidir. Beklediği kadın geri gelmeyecektir. Dayısının uğruna intihar ettiği kadın “Esmermiş, alımlıymış; uzunca boylu, göğüslü, saçları, gözleri kara. Kirpikleri uzun, burnu biraz sivri, dudakları inceymiş.” Zebercet’in vurulduğu kadın “Uzunca boylu, göğüslü. Saçları. Gözleri kara; kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin (C.'nin arkasından yetişemediği kadının da yüzü gergindir. O.D.), esmer.” Tanpınar’ın ünlü Mahur Beste söylencesindeki gibi, olanaksızlık kendini yineleyecek, kadın gelmeyecek, Zebercet intihar edecektir. Zebercet ile birlikte büyük bir feodal aile de nerdeyse sona ermektedir. Tarihin tükettiği bir aileden gelmesi Zebercet’in sonunu baştan belli eder. Zaten Zebercet’in görünüşü de, toplumdaki konumu da, ailesinin düşmüş hâli gibidir; gövdesi küçüktür, güçsüzdür, toplum içinde yeri “olsa da olur, olmasa da” niteliktedir. Zebercet daha doğarken Tarih çarkının dışına fırlatılmıştır; yaşamı bu gerçeğin bilincine varma süreci gibidir. Sonunda kendi yararsızlığını, giderek zararlı olduğunu anlayacaktır.
Canistan’ın Selim’i de doğumdan gelen konumunun, kendini içinde bulduğu Tarih ve savaş koşullarının kurbanıdır. Tarihe teslim olmaktansa, giriştiği bir çatışmada kendinin de öldürülmesini sağlar: dolaylı intihar. Böylece kendi varlığında, kendini yapan Tarihten öcünü alır.
Şiddet insanlararası ilişkilerde, giderek doğada egemen bir öğedir. İnsanın doğası gereği iyi olduğu görüşünü Atılgan’ın yazdıklarından çıkarsamak olanaklı değildir. Atılgan şiddeti soğuk biçemle anlatır.
Yusuf Atılgan, bireylerini derinlemesine yazarken insan varlığının en tehlikeli bölgelerine de girer: cinsellik ve şiddet. Hemen her yazdığında, satırların arasında, üstünde, altında dolaşan iki izlek, bazen kol kola, bazen ayrı ayrı.
Cinsel yaşam bir toplumun aynasıdır. Genellikle bu aynanın üstü örtülüdür. Atılgan, kahramanları bakımından örtüyü kaldırır. Cinsel yönlerini hiç acımadan okura gösterir. Cinsel doyum arayışı temel bir güdüdür. İnsancıklar istek tanrısının oyuncaklarıdır. Ancak, Atılgan’ın kurmaca dünyasında cinsellik alanı basit doyum arayışının ötesine uzanır. Bir arayış alanıdır. Başka bir insana ulaşma, onun etine kaynayarak kendinden fazla olma eğilimi görülür. Atılgan’ın dünyasında insanlar arasında iletişim, tinsel, ruhsal açılardan çok yetersizdir. Cinsellik bir bakıma iletişim eksikliğini giderme alanıdır. Aylak adamın günlük yaşamdaki çapkınca devinilerindeyse yasaklara karşı çıkma, kadınların zaaflarını ortaya çıkarma, verili olan ve uyulması gereken düzgüyü böylece aşma amaçları da izlenir. Ne ki, aylak adam da, Zebercet de, cinselliğin ötesinde bir tinsel ereğe ulaşmak isterler. Sanki o kadın bir bulunsa, bir gelse, cennetten sürgün bitecektir.
Şiddet insanlararası ilişkilerde, giderek doğada egemen bir öğedir. İnsanın doğası gereği iyi olduğu görüşünü Atılgan’ın yazdıklarından çıkarsamak olanaklı değildir. Atılgan şiddeti soğuk biçemle anlatır. Olağan olduğunu gösterir. Bazen şiddet, kösnü ya da sevgiyle karışır. Bir baba kızını öldürür. Henüz masallardan söz etmedik ama yeridir: Ceren’e Masal’ın sonunda başkişi, Ceren'i, gözlerini öptükten sonra boğazını sıkarak öldürür. Bir masalda bu şiddet! Diğer masalda da köpeğin köpeği öldürmesi sahnesi vardır. (Laf aramızda: Atılgan’ın masallarını pek beğenmem.) Aylak adamın boksör olduğunu da unutmayalım. Canistan’da Selim, öç almak amacıyla işkence yapar, öldürür. Zebercet, ona cinsel doyum sağlayan kadının, yaşamdan hırsını alırcasına canına kıyar. Şiddet üstün gelme, ele geçirme, kendini özne olarak duyumsamanın yoludur. İnsan doğası kusurludur.
Atılgan yazarken iyice kapanır, odasının kapısını bile açtırmazmış. Eminim, imgelemini zorladığı kadar kendi içini de kazıyordu.
Atılgan, kahramanlarının iç dünyasını acımasızca açığa çıkarma işlemini öykülerinde de yapmıştır. Öykü yazınımızda sağlam bir yeri olmakla birlikte, bu yer roman yazınımızdaki kadar önemli görünmez ama ilerde nasıl okumalar yapılacağını bilemeyiz. Elbette, “Evdeki” öyküsü güçlüdür. Halkımızın deyişiyle “evde kalmış” bir kızın iç dünyası ancak bu kadar güzel verilir. Aslında öykü türü Yusuf Atılgan’a uygundur. Kısa ve çarpıcı yazmasına olanak sağlayan bir biçimdir. Keşke daha fazla öykü yazsaydı. Gene de “Bodur Minareden Öte”, kült mertebesine yükselmiş bir öyküsüdür. Bu kez İzmirli bir aylak, rastlantı tanrısının vapurda karşılaştırdığı bir kadın, sonuçsuz girişimler... Andığımız öyküdeki aylak, C. gibi paralı değildir, beş kuruşu yoktur. Parasız aylaklar “Yaşanmaz”, “Atılmış” öykülerinde de karşımıza çıkarlar. Sanki asıl dışlanmışlığı, yabancılaştırılmışlığı onlar yaşar, yaşamlarına yaşam denebilirse. “Yaşanmaz” öyküsündeki cinayet sahnesi, Atılgan’ın marjinal kişilerinin ruh hâline de, yukarıda şiddetle ilgili söylediklerimize de örnektir: “Dolaba doğru yürüdü. Ben de yürüdüm. Önce dönecek sandım; oysa sendeliyormuş. Havanelini sağ elime aldım; bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirim.” Biliriz: Atılgan, öykü kitabını “Kasabadan, Köyden, Kentten” diye üçe bölmüştür. Böylece “Ben kenti de bilirim, taşrayı da” demek istediği öne sürülebilir. Haklıdır. Köyden yazdığı özellikle “Tutku”, “Dedikodu” öyküleri, klasik deyimle köy yazınımız bakımından önemlidir. Köy yazınında genellikle köylülerin yaşama koşulları, biçimleri işlenir. Atılgan, köylülerin iç dünyasına uzanmaktadır. Kentlilerinki kadar karmaşık, yüklü dünyalar. Atılgan toplumsal olaylar üzerine yazmaz pek. Ancak “Çıkılmayan” öyküsünün arka düzleminde 6– 7 Eylül olaylarını görebilirsiniz. 1987 yılında Gergedan’da yayımlanan “Eylemci”, 1980 öncesi yıldırı ortamını yansıtması bakımından önemlidir.
Atılgan’ın toplumsal konulara ön düzlemde yer vermemiş olması, onun toplumdan yalıtılmış yazın yaptığı anlamına gelmez. Bireyleri kazdıkça toplumsalı da bulursunuz. C.'nin arka düzleminde İstanbul silik değil, net görünür. Zebercet’in tarihinde bir ailenin, bölgenin tarihini okursunuz. Canistan’da tarihsel boyut daha önemlidir. Giderek, ön düzleme çıkar. Atılgan’ın çok iyi tanıdığı bölgenin Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Yunan işgali dönemlerini görürsünüz.
Atılgan’ın yazdıklarında okuma yoluyla daha açmamız gereken birçok boyut vardır. Kısaca değindiğimiz cinsellik, şiddet izleklerini, roman ile öykülerindeki tarihsel/ toplumsal arka düzlemi öncelikle irdelemek gerekir.
“Bir insanda insanın bütün hâlleri vardır” sözünü anımsadım. Atılgan’ın mezuniyet tezinden yaptığımız alıntıya döndüm. Atılgan yazarken iyice kapanır, odasının kapısını bile açtırmazmış. Eminim, imgelemini zorladığı kadar kendi içini de kazıyordu. Onun için bazı iyi yazarlar yazmaktan nefret ederler, çok yazamazlar ama beyinleri sürekli masanın, kalemin çağrısıyla zonklar.
Ölmeden kısa bir süre önce sevgili eşine “Serpil bak, karşı balkonda beyazlar giyinmiş bir kadın bir saattir bana bakıyor” demiş. Genellikle ölmeden önce bir kuş görüldüğünü söylerler. Örneğin, Türkçenin bir başka ustası: Erhan Bener’in, ölümüne yakın bir dönemde gördüğü kuşa ilişkin öyküsü beni sarsmıştır. Anımsadıkça ürperirim. Yusuf Abi’ye görünen kadın kimdi acaba?
1992 yılında İletişim Yayınları'ndan Yusuf Atılgan’a Armağan kitabı çıktı. Dört dörtlük bir çalışma. Atılgan’ın dünyasına çok güzel bir köprü. Bu kitabı ortaya çıkaranların, ürünlerinin zamanı aşan bir değeri olduğunu bilmelerini isterim.
1975 yılında Enis ile birlikte ilk Yazı dergisini hazırlarken, Yusuf Atılgan’dan katkı istemek işi bana düşmüştü. “Yusuf Ağbi” diye bir mektup döşenmiştim. Çok geçmeden “Ölü Su” şiiri geldi. Biz, yazın çulsuzlarının dergisine ne büyük katkıydı!
Atılgan’ı çok görmedim ama kanım çok ısındı. “Bilmiyor musun” yanıtını alırım diye, “Ağbi mi demek doğru, yoksa abi mi?” diye soramadım gitti. Cesaretimi toplayıp soramadan, gitti.