Yokuşta ‘nasıl yaşanır?’

"Yazar ve K, İstanbul’un yokuşlu yüzeyini keşfediyor ama yokuş sadece topografya değil; yokuş, yokuşta yaşama dair her bir unsurun diğerleriyle ilişki kurarak dönüşmesinin ve dönüştürmesinin formu aynı zamanda."

10 Şubat 2022 12:29

 

İki yıllık pandemi kuşatması altındaki dünyada hepimizi en çok piyasaların güvencesiz çalışma koşulları, kırılgan istihdam rejimleri ve ülkelerin salgınla mücadele stratejilerindeki belirsizlik yordu. Bana göre bu belirsizliğin iki sebebi vardı: Biri gerçekten öngörünün yitmesine yol açan bilememe durumu, diğeriyse bilememe halinin yarattığı belirsizlikten faydalanıp biliyormuş gibi yapma ya da bildiğini bilmezden gelme ve paylaşmama haliydi. İkinci durum için yönetememe yahut kötü yönetim tanımı yapanlar olduğu gibi, bunun kasıtlı olduğunu düşünenler ve doğru tanımın kötü yönetim değil, kötülükle yönetmek olduğunu ifade edenler de oldu. Peki, burada, ‘kötülükle yönetme’ye karşı ‘iyilikle yönetme’ ikiliğinden bahsedilebilir mi? İster istemez, iyilik ve kötülük üzerine yapılabilecek muhtemel tartışmanın felsefi derinliğinden şüphe ediyordum, iyinin ve kötünün ötesine geçmek için. Bu şüphe etrafında dolaşırken, bir süre önce Süreyyya Evren’in Hurra Aşağılara Yokuş Aşağılara! (2021) isimli romanı/panlatısı Can Yayınları tarafından yayımlandı.

İyilikle yönetmenin imkânını düşünürken, panlatıdan aklımda kalan ve bir soru olmayan, “yokuşta ‘nasıl yaşanır’” cümlesiyle yola çıktım...

Yokuş ve yokuşaltı arasında bir panlatı

Birkaç cümlede kabaca ifade etmeye çabaladığım ve hâlâ içinde yaşadığımız akışı deneyimlemeye devam ediyoruz. Aslında 2000’lerden beri, hatta 1980’lerden beri aşınan toprakta yatağını oluşturmuş bir akışa karışmış yeni bir olağanüstü hal gibi bu akış. İşgücü piyasasındaki güvencesizlik ve kırılganlık pandemiyle birlikte işe alım ve işten çıkarma, çalışma uygulamalarındaki keyfiyete alan açacak biçimde yönetilmeye başlandı. Hurra Aşağılara Yokuş Aşağılara!  romanının da bazı yönleriyle bu tarihselliği özümsediği söylenebilir.

Bu açıdan bakıldığında yazarın Başbakan’ın Krallığı’nda (Alakarga, 2013) öykülerini yayımlatmak üzere torpil arayan Cem, Tercümanda (Doğan, 2014) ülkenin politik kimlik gerilimlerine göre oyuncak projeleri tasarlayan Ömer ve Yakınafrikada (Doğan, 2018) diplomalı işsiz mürebbi Boubacar’ın güvencesiz çalışma mücadeleleriyle son romanda Karaca’nın hemşire olma deneyimi arasında bir süreklilik bulunduğundan bahsetmek mümkün; ancak özellikle dikkat çeken şey, son iki kitapta güvencesizliğin genç işsizlerin hayatını nasıl etkilediği hususu. Daha da önemlisi, Süreyyya Evren, Hurra Aşağılara Yokuş Aşağılara!  kitabını bir panlatı olarak tanımlayıp ayrı bir yere koyuyor. Roman ve panlatı arasındaki farkın ne olduğu tartışmasını edebiyat ve sanat çevrelerine bırakıyorum, fakat ben bu ayrımı karakterize eden boyutlardan birinin sözünü ettiğim güvencesizlikten beslendiğini düşünüyorum. Bunun için iki dayanağım var; esasında bunlar Süreyyya Evren’in biri güncel sanatta, diğeri siyaset teorisinde yaptıklarına referans veriyor.

Güncel sanat alanındaki tartışmalarda güvencesizliğin beraberinde benlikte gelişen erklenmeye, özgüvenin iş bitiriciliğine bazı çalışmalarında dikkat çekmektedir. Özgürlüğün Şantajı: Güvencesiz Hayat ve Depresif Sanat (2016) isminde bir mini kitaba ve Buluntu Kitap (2017) içerisinde de yer alan yazılara ek olarak, internet erişimine açık birkaç metinden daha söz edilebilir: “Güvencesiz SM, Türkiye Çağdaş Sanatında İş ve Anarkink”, “Paranın Oyuncul Kiri: Santiego Sierra, Burak Delier, Héctor Zamora”, “Güvencesiz İş Sosyal ve Kültürel Paradigmaların Yönünü Nasıl Değiştiriyor?”,  “Bir İşveren/Girişimci Olarak Günümüz Porno Yıldızları ve Güvencesiz Çalışma Koşulları”.

Evren, dönemin talep bazlı, yani esnek üretim koşullarında, özellikle kültür-sanat alanındaki çalışma ilişkilerinde efendi-köle rollerinin de bu esneklikte yeniden anlam bulabileceğini öne sürer. Buna göre köleleştirilme ve sömürülme tek taraflı değildir; köle de efendisinin bilgisini, yeteneklerini, network’ünü yağmalayabilir – yeter ki benliğini işleyedursun. Yazarın konumunu güvencesizleştirmek uğruna okur ve yazar arasındaki ayrıma dair sınır da burada yeniden düşünülebilir.

Bir cebimize piyasanın gadrine uğramayı, diğer cebimize güvenceden, geleceğe yatırım yapmaktan, kariyer planlarından ne anladığımızı koyup yürümeye devam edelim. Evren’in, edebiyat ve sanat alanındaki farklı türden çalışmalarının yanı sıra radikal siyaset teorisi ve tarihyazımı felsefesiyle ilgilendiğini, Anarşizmler (İletişim, 2013) başlıklı anarşizm tarihi hakkındaki doktora tez çalışmasından hatırlamak mümkün. Siyasal düşünce tarihinde temsil meselesini özümsemiş bir politik düşünce akımı olarak anarşizmin tarihinin de ‘nasıl’ yazılacağı kendi başına bir politik meseledir. Şairliği ve tarihçiliği arasında bir yerlerde, Evren bunu form tartışmasına dönüştürür. Bu tarihyazımında kimlerin ne kadar yer alması gerektiğinden başlayıp, teoriden çok pratikleriyle anarşizme katkı sağlayan sanatçıların da temsil edilmesinin çözümüne varana dek ‘nasıl’ derdine yaraşır bir form arayışı mevcuttur. Buna göre, anarşizmin mevcut tarih anlatılarına bakıldığında, tarihyazımındaki kanonlardan mütevellit anarşist düşünce ve eylemdeki anarşizan ruh anlatılara yeterince sirayet edememektedir. Oysa bu da tıpkı anarşist siyasi pratiklerde hayata geçirildiği gibi, doğrudan katılımı ihtiyaç kılmaktadır. İşte böylesi bir arayışın sonunda, internet çağının hipermetin formundan esinle anarşizmin kendi içinde karşılıklı ilişkiler kurup birbirini besleyen, çok unsurlu, çok katmanlı, çok yönlü, ağsal anlatısı sunulmuştu. Form tartışmasına teşne biçimde kitapta pan-anlatı için ifade edilenler zihnimde bir araya geldi. Baştan itibaren yazarın okurla fiskoslarında “bir kitapta tek bir kişi yazar olamaz, eskidendi o” ya da “yazarın yazar, okurun okur konumunda olması kitap başlayana kadardır” gibisinden fısıltılar yükseldi. Ben bunun bir tutum gibi düşünüldüğünü seziyorum. Alttan almak değil de karşılıklı bir ilişki kurmak üzere dokunma çabası taşıdığı için aşağı inmek gibi; onun da katılımını ve katkılarını anlatıların kesiştiği o kavşakta paylaşmak gibi.

“Bir pan-anlatı bütün anlatıları, var olan bütün anlatıları toplayan bir anlatı demek değildir. Bir odaklanmada, bir eğilimde, bir kesişimde izleri bulunan, orada kesişen bütün anlatılar demektir. Bu da, birkaç hop ile bir anlatıdan tüm diğerlerine gidilebildiğinden sırf, pan-anlatı olur. Bir kavşakta, bir bedende, bir düşüşte, bir bakışaçısında, bir yokuşaçısında bir araya gelen, kesişen bütün dalgalar, bütün anlatılar.” (s. 158)

İyinin ve kötünün dalgasında yüzen bir anarşist form

Yakınafrika’daki Boubacar Ba gibi Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’daki K da, anlıyoruz ki 1990 sonrası güvencesiz çalışan ve mezarda emekli (65) olacak kuşağa gönderme yapıyorlar – Türkiye sosyal güvenlik rejimini gözettiğimizde en azından. K hemşirelik diplomasını ve sonra da iş bulamadığı süreçte kurstan sertifikasını almış ama REDIM 89 Hastanesi’nde –hastane mi gece kulübü mü diye düşündüren bir isim– çalışmak istiyor. Bu arzusunun peşinde evini, hamağını bırakıp, dışarı çıkıp İyi İstanbul’da yani yokuşta çetin bir tırmanışa kalkışıyor, onun K’dan Karaca’ya dönüşme serüveni de yokuşla şekilleniyor. Yazar ve K, İstanbul’un yokuşlu yüzeyini keşfediyor ama yokuş sadece topografya değil; yokuş, yokuşta yaşama dair her bir unsurun diğerleriyle ilişki kurarak dönüşmesinin ve dönüştürmesinin formu aynı zamanda. İstanbul da, yokuş da bir panlatı olarak düşünülebilir ziyadesiyle. Yokuşta yaşayanlarla yokuş dinamik kalıp kendini yeniden üretebilir – İstanbul’da yaşayanlar gibi. Keza panlatıyı var eden her bir eleman da panlatının mekanik bir parçası değildir; çünkü panlatıyı oluşturan elemanların birbiriyle kurduğu karmaşık ilişki ağında her biri hâlâ otonom karaktere sahiptir ve hem kendini hem de diğerlerini buradan yeniden üretebilir. Yokuş yahut panlatı kendi içinde bütünselliğe sahiptir, dolayısıyla bütün ve parça birbirine indirgenemez.

“Bir panlatıdaki her nokta panlatı mıdır, her nokta panlatıya dahil midir, her harf, her boşluk? Bir panlatı tam olarak nerededir? Bir panlatıdaki her nokta panlatıdır, peki; her nokta panlatıya dahil olmakla kalmaz, aynı zamanda her harfin kendisi, bizzat her bir boşluk, her bir imge, vurgu, olay, tümce, noktalama işareti, sayfa çevirme jesti ve sunum ve başlık, ve kitabın kapağının fotoğrafı ve hakkında dillendirilmiş ama şimdi kimsenin anımsamadığı dedikodu, bunların hepsi panlatının yeridir; bir panlatı başka bir yerde başlayıp bitip sayfalara inmez, sayfalarda ve temsillerde olur. Orijinal yeri bir bilgisayar dosyası veya bir defter değildir. Nerede görüyorsan orasıdır, nerede dokunuyorsan orasıdır. Bununla birlikte hiçbir boşluk panlatı değildir; hiçbir harf panlatı değildir; hiçbir cümle, hiçbir paragraf, hiçbir pasaj, hiçbir bölüm, hiçbir kitap kopyası, hiçbir söylenti panlatı değildir. Panlatı aynı anda bu noktaların her birinde ve aralarında olandır.” (s. 183)

Post-yapısalcı düşünürlerden etkilenen anarşistler –bazılarına göre post-anarşistler– anarşist düşün evrenindeki devlet kavrayışını pek bir özcü bulmuşlardır. Klasik tartışmalarda bunun anlamı, devletin doğada mevcut olmadığı, doğada bulunmadığı ve yapay olduğu için de kötü olduğu kanaatidir. Doğal özünde iyi olan insan olur da bu kötülüğe bulaşır ve gücü ele geçirirse nihayet o da kötü olur, bu yüzden yok edilmeli ve müreffeh günlere erilmelidir. Post-anarşist yazında Max Stirner’in ayrı bir yeri vardır. Çoğunlukla, iyilik ve kötülük temelli özcü ayrımlar hayat tarafından yanlışlanmaya tabidir. Michel Foucault’nun, Friedrich Nietzsche’nin felsefi seyri Stirner’in Biricik’ine uzanmaktadır. Devlet yerine iktidar ilişkilerini baz alan bu kavrayışta, gücün bir başka ölçeği ve başka bir yönünü hayal etme fırsatı vardır. Büyük harfli İktidar’ın yukarıdanlığı ile küçük harfli iktidar’ın aşağıdanlığı arasındaki fark Stirnerci manada bir Ego’dan beslenir haddizatında. Özetle, iktidarın aşağıdan kullanımları da söz konusudur, iyi ya da kötü bir öz aramak ölçüt değildir ama yaşatmaktan yana olup olmadığıyla ilgilenebiliriz.

K’nın üçgen yokuştaki serüveni de böyle bir kendi olma mücadelesi sunmaktadır. Yokuş hayatında iyilik ve kötülük dalgasında kimler kimler çıkmıyor ki karşısına... Yokuşta iyilerden de darbe yiyor, kötülerden de... Soyguncular alıkoyuyor, kütüphaneci ikizler kazık atıyor... Buna karşın hemşire K, belki de mesleğinden ötürü, yaşatmayı tercih eden bir tutumla yaşamaya çalışıyor. Ona eşlik eden Nih ve Serrob ile yoldaşlığı da yokuşta gelişiyor. Birlikte yokuşun dengesini bozup, tepetaklak yokuştan aşağı birlikte hurralanıyorlar. K artık Ka oluyor, yokuşaltının tekinsiz gecelerinde. Ka, Nih ve Serrob arasındaki dostluk dozu, yokuşa angaje olmanın iyi-kötü darbelere direnç kazanmanın olmazsa olmazlarından. Bu yine de Ka için bir kalkan ve konfor sunmuyor. Yokuşaltının şiddet evreninde yozlaşmış şamanların tecavüzüne uğruyor ya da iyi niyetli şımarık ekoseksüellerin tahribatına maruz kalıyor. İyi fikir yokçu’nun kurtarılması, Ka’nın yaşatma ve iyileştirme azmi olduğu kadar yokuşaltı kadınlarının da kolektif inadıyla birlikte bir anlam ifade ediyor. Bu tam da Ka’nın yokuşaltı yaşamın karmaşık ağındaki otonom karakterinin karşılığı gibi okunabilir.

Ka, Karaca olana dek badirelerden sıyrılıp yaşatarak ve güçlenerek yeniden var olmaya devam etse de, şikâyetlerini ciddiye almadığı için mızmız öğretmeni kurtaramayıp onun ölümüne yol açmak gibi dolaylı kötülükler de yapabiliyor. Bu gibi önyargılar ölümlere yol açabileceği gibi, bazen de yokuş inerken refleksleri organize etmek için önyargı ve ezberin işe yaraması panlatının vurgularından. Yokuş metaforu bu devingenliği, çok yönlülüğü adımlamayı soyutlaştırmak gibi bir işlevle donatılmış bir açıdan.

Kitaptaki bu alt tartışmayı yakalayabildiğim zamanlarda yokuşta nasıl yaşanabileceğinin peşinde, iyilikle yönetme imkânını sorgularken buldum kendimi. Yokuştaki doldur boşalt temposunda devridaim mekanizmasından geçenlere baktım; kafile kaçakçıları, dünya düzdürcüler, şamanlar, hasta hakları ninjaları, etikçiller/etikoburlar, soyguncular, tensizler, ölümden dönen tensiz adam, iyi fikir yokçu, ikizler, Serrob, Nih, Tul, Karin, baba bey, anne hanım, teyze hanım ve ölüler... İyilik mümkün mü, insan olmanın etik problemleri aşılabilir mi, yoksa yokuşu kurtarmak için soygun yapıp başka bir insan nedir serüvenine yelken açmanın zamanını mı kollamalı? Bu soruyu doğrudan yanıtlamak iyi fikir yokçu’nun da dediği gibi, iyi bir fikir olmayabilir; ancak şu bir ipucu olsun mu? Yazarın da panlatıda sorduğu gibi, ben yokuşta ne buluyorum?

Tepeden bakıp seçimler yapmak ne zor! Daha yokuşun neresinde olduğunu anlamadan… Yokuşa girip ona sızmadan onunla iyi geçinmek nafile... Yine de yokuşta bulunduğunu ve onun eğimini kabullenip yokuşun içindeki dalgalanmaları duyacak hassasiyeti kazanmak hiç de fena bir adım değil sanki! Böyle bir deneyimin ortakyaşarlık hareketlerinden bir panlatı sunması ardında aslında yazarı okurla yan yana getiren bir fiskos sehpasına dönüşüyor. İşte tam da o sehpanın önünde durduğunun farkına varmak, yazarla okur arasındaki hiyerarşik ayrımın yerini panlatıda bir ortaklaşma zeminine, güven ilişkisine bıraktığını gösteriyor.

• 

 

FOTOĞRAFLAR:

Süreyyya Evren.

Giriş resmi: Halil Altındere

Künye: Ada Güven