Yeryüzü tiksintisinin doruklarında: Tersine

"Huysmans, doğalcılığın (natüralizmin) roman sahnelemelerinde kullandığı alışılmış dekorun ve anlatım örgüsünün artık bir kısırdöngüye girdiğini düşünür. Tersine, bu döngüyü kırmayı amaçlar. Romanın neredeyse yegâne kişisi Esseintes'in de yazarın kendi kişiliğinde baş gösteren, bilindik çevrelerden uzaklaşma ve kendi yalnızlığına dönme fikrinin mahsulü olarak yaratıldığını düşünmemek güç."

17 Eylül 2020 13:39

Tersine’de, eserin teması ile kullanılan poetik dil, kelime tercihleri, tek tonlu olsa da romanesk yapının genel aura’sını oldukça doyurucu bir biçimde aktaran mekân yaratımı arasında takdire değer bir dil uygunluğu var. Kitabın İngilizce tercümesi olan Against the Nature  veya Against the Grain ismiyle karşılaşmak, zaten doğal yaşam alanının kültürel evrim aşamalarını kat ederek absürt bir biçimde bu dar hayat alanının dışına çıkmış insanın içindeki gizli olan yapaylığa hayranlığı gizemci bir sezgiyle yakalamışçasına yapıtın kendini ustaca isimlendirmesini bildiği güvenini veriyor ve eser boyunca, dinsel/felsefi gelenekte Augustine’in ve Pascal’ın ılımlı rasyonalizminden ve çöküş yüzyılının uçurumunda da Schopenhauer’in Tanrıtanımaz metafiziğinden alışkın olduğumuz fideizm esintilerine, roman anlatıcısının kelimelerindeki dinsel fetişten tutun, kahramanın eski dünyaya duyduğu tiksintili ve artık kaybedilmeye yüz tutmuş hayranlığa kadar çeşitli şekillerde yer veriliyor. (Alman düşünür için sanat neyse roman kişisi Esseintes için çökmüş dinin dünyayı kurtarmaya yetmeyecek ama gerilimli bir yatışma sağlayacak yasaları da odur. Bu yüzden sözlükçe anlamı üzerinden gitmemeyi, Schopenhauer’i Doğu dinlerine yaklaşma ve sanatı inanca yaklaştıran asketik[1] bir yaşam tarzı gibi sunumlama çabaları üzerinden onu Tanrıtanımaz bir “inancı”, bir tür fideist[2] olarak yorumlamayı tercih ettim.

Çağdaş yazında karanlık olduğu söylenen eserlerin kasvetini gölgede bırakan bu roman, görmeyi bilen nevrotik gözlere bir tür mistik deneyim yaşatmayı başarıyor.

Kitabın 1922, Paris baskısından bir detay

Roman karakterinin ismini ilk okuduğumda aklımda semantik ve sesleşimlere dayalı bir sanrı uyanmaya çoktan başlamıştı bile. Jean Floressas des “Esseintes”. Takıntılı tekrarlarla bu ismi zihnimde evirip çeviriyor, ona en uygun yatağı bulmaya çalışıyordum. Saints, essence, essen (Essenilik-Essenizm, yani Hıristiyanlık öncesi, dinsel çileye dayalı bir İsraili mezhebi –Akalın, 2008) ya da Türkçe bir söyleyişle estet. Etimolojik kökeninden bağımsız, bir sözcük oyununu yineler gibi sesler ve heceler arasında dolaşarak, azizlerin ve renkli olduğu kadar dejeneratif takıntıları da olan, estetik düşkünlüklere sahip estetlerin heyulasını daha en baştan aklıma sokmayı becermişti bu isim. Onu yazarından da bağımsız düşünemiyordum. Çünkü bence yazma işi kendini bir başkası, bir başkasını da kendi olarak deneyimlemeye yarar ve kurgunun bütün tılsımı da yazarın yaşamsal tercihlerinde yatar.

Huysmans’ın karikatürlerine ulaşmam gecikmedi kitabı okumayı bitirdikten sonra. Metinden uzak, sadece görsel hafızamı uyaracak detaylar arıyordum ki, bu çok görkemli duran eserin ardında aslında oldukça dünyasal bir parodinin de yattığını kabul edebileyim. Yazarın, ne kadar hayranlık uyandırırsa uyandırsın, her şeyden önce defekasyon[3] yapan bir insan olduğu yönündeki kesin doğruyu yeniden kabullenebileyim. Bunu istiyordum çünkü hayranlık duygusuna kapılmıştım, bunca sene bu duyguyu küstahça ötelemiş seçiciliğimin değişmez inadının tersine. Çarpıntılı bir hayranlıktı bu, ne beğeniyor ne de ilgisini gizleyebiliyordu. Hayal kırıklıkları ve gizem duygusundan besleniyordu. Ben kitapta dinselliğin kendine, sadece kendine yönelen insanın yeryüzü tiksintisini besleyen görkemli bir sunak olarak kullanıldığını tecrübe etmiştim ama benim haricimdekiler de böyle düşünüyor muydu? Mallarmé, ilgili şiiri Prose pour des Esseintes’de (Türkçeye des Esseintes için bir nesir/mensure olarak çevrilebilir) yazarı övüyordu, çağdaşı Aurevilly ilgisini gizlemiyordu. Peki diğerleri; onlar da ismini verdiğim sanatçılarla hemfikir miydi?

Hayır elbette! Detaylı bir tarihçe incelemesi yapmasam da, karikatürlerin varlığını keşfetmek bu olumsuzluğa ikna olmama yetti. Benim Huysmans’da gördüğüm azılı bir ilk modern ve derin buhranlı, zehrine dinsel duyguyu da katık etmiş, insan kültüründen başkalaşmış, büyük bir kafaydı. Fakat diğerleri onu bir çeşit yobaz ve mizojinist olarak ötekileştirmişti. Gerçi hayal kırıklığım şudur ki, o soğuk kilise imgeselliği içinde donmuş ruhbanlığa adım atıyor, dindar oluyordu bir süre sonra. Bunu yapmamış olsun istedim, şakağına namlu dayaması da gerekmezdi ama inançlı olması romanın kişiliğine yakıştıramadığım bir şeydi. Koyu dindarlık gölgesi düşüyordu bu kötülüğün tonlarıyla gölgelenmiş lanetli eserin üzerine. Kızsam da anlayabiliyordum, belki de eserin girişinde alıntıladığı van Ruusbroec’in dediği gibi[4] ona hak vermeye kabalığım el vermiyordu; milenyumun içine doğmuş özdekçi kabalığım, tinsel olanı görür görmez küçültücü sıfatlarla anan, çokbilmiş kabalığım.

Şimdi bu yarı tiksintili, yarı hayranlıklı kavrayışımın örgeleri bitkibilimden maden cevherlerine, oradanplain chant’lara[5] kadar oldukça geniş ve farklı bir yelpaze sunmasına karşın, okuru çok sıkmamak için eserin bibliyomanik[6] edebiyat eleştirisi, edebiyatın da güçlü bir seyretme becerisi gerektirdiğini düşünen biri olarak, resim sanatında, yazmak işinde ve belagatte yetkinleşmenin insanı ister istemez asketik bir yaşama sürüklediğini sezinlediğim şekliyle, bir de dinsel duygu sunumlarını merkeze almaya, diğer başlıklara kıyasla daha belirginleştirmeye çalışarak, özgün bir bilinç akışı üzerinden, metinde işlenmiş çoğu örgeye değinerek romanı ele almaya çalışacağım.

Romanla ilk karşılaşma ve yazarın natüralist geçmişi

İsmini ilk defa Eco’dan işittiğimde heyecanlandığımı, daha sonra Sanrı Zine’de bir Şevket Akıncı şiirinde kendisinden bahsedildiğini gördüğümde içimin nasıl karıncalandığını çok iyi hatırlıyorum. Huysmans natüralistler arasında yetişmiş, Zola’nın Medan’daki ev toplantılarında az vakit geçirmemiş bir yazardır, edebiyat toplulukları ile haşır neşir sayılır. Huysmans, eser içinde de “ ...des Esseintes’in en çok okşadığı ciltlerden biriydi” (s. 185) diye La Faustin’de anılan Edmond de Goncourt’un kuruculuğunu yaptığı, ilerleyen dönemlerde Aragon ve Kısa düzyazılar’ında kendisine değinen Tournier gibi yazarların da (bkz. Tahsin Yücel, “Huysmans ve Tersine Çevresinde, Tersine, s. 13) içinde bulunduğu Société littéraire des Goncourt’a(Goncourt Edebiyat Topluluğu’na) bir dönem üye olmuştur; ayrıca aklında Tersine’nin fikriyle dolanırken başını Zola’nın çektiği, öncesinde Les Soires de Medan (Medan Geceleri) isimli öykü derlemesini birlikte yayımladıkları genç doğalcılarla da ilişki içindedir.

Fakat yazar, doğalcılığın (natüralizmin) roman sahnelemelerinde kullandığı alışılmış dekorun ve anlatım örgüsünün artık bir kısırdöngüye girdiğini düşünür. Elimizdeki eser de bu döngüyü kırmayı amaçlayan sanatçısının ne olursa olsun yeni bir şey yapmak tutkusu ve ısrarıyla meydana getirdiği bir romandır. Romanın tek tonlu olay akışının –uşakları, anılardaki kişi silüetlerini ve seyredip hakkında yargı verdiği insanların silik, gölgeli yapılarını saymazsak– neredeyse yegâne kişisi olan Esseintes’in de yazarın kendi kişiliğinde baş gösteren, bilindik çevrelerden uzaklaşma ve kendi yalnızlığına dönme fikrinin mahsulü olarak yaratıldığını düşünmemek güç. Karşımızda aslında içinde bulunduğu Latin-Fransız kültürünün bütün verimlerini, –boydan boya, yüzyılları kuşatacak ve pek az şeyi dışarıda bırakacak şekilde– satirik ve süslü nesre yaklaşarak, bir denemecinin üslubuyla yeren bir bibliyoman vardır ve kitabı okumakla biz onun bilinç akışının, ince duyumlarından boy veren, anılarından taşan sinir hastalıklarının ve içinde bulunduğu yüzyılın kent kalabalığı hakkında geliştirdiği köktenci fikirlerinin muhatabı konumundayızdır. Roman başkişisi yapıtın sonlarına doğru Fransız dilinin bütün verimlerini ve çöküşünü kayda geçirecek çağdaş bir bilgini aradığını söylemekle, aslında gelecekteki yazarın, Tersine’nin sivri dilli bibliyomanik bilginini haber verir bize. Kitabı bitirmekle bu öngörünün gerçekleştiğini anlarız. 

"İlk modern"

Huysmans’ın 1882’de yayımladığı romanı A vau-l’eau’daki yoksul Jean Folantin’in aksine, bu romandaki kahraman soylu bir aileden gelir. Önceki eserdeki başkahramanla Esseintes’in ortak ilgisi kadın düşmanlığına varan söylemleri olabilir. Kahramanın bir çeşit ilk modern olduğunu kitabı okudukça kavrıyor, edebiyat eleştirmeni Marc Fumorali’nin de bağlantısını sergilediği üzere, daha sonra izlekleri Sartre’ın Antoine Roquentine’inde –üstelik Folantin ve Roquentine isimlerinin birbirleriyle uyaklı olduğunu dikkatinize sunarım– ve Celine’nin Bardamü’sünde de tespit edilecek bir karaktere tanıklık etmenin esrar duygusunu taşıyordum. (Tahsin Yücel, “Huysmans ve Tersine Çevresinde, Tersine, s. 6, par. 2) Kitabı okumaya karar vermekle sanki modern edebiyat tarihinde tesadüfi bir arkeolojik kazı gerçekleştirmiş ve bu ilk modernlerin yaratıcısı olan Fransız yazarın gömütünü yüzyılın sonundan almış, evime, boğuntulu odama taşımıştım.

Kitap düşkünlüğü ve seyretme zevki

Esseintes’in takıntılı derecede bir kitap düşkünü olduğunu söylemiştim. Bunun kitap okumayı sevmek olduğunu düşünmeyin. Böylesi aşırılaşmış bir ilgi, sonu artık kitap okumaktan zevk almamaya varan, nevrotik bir gerilim doğurur. Okumaktan doğacak zevk bu türden bir karakter için artık oldukça aşağıda kalmış bir şeydir. Böyleleri tiksinerek okur, okudukları yapıtları küçümsemeden edemez, sürekli bir değilleme iştahı duyarlar ama roman başkişisinin de dediği gibi tüm bu ısrarlı çabanın tek sebebi onca arayışın ardından, sonradan okunmaya değer güzellikte bir şey bulabilmektir. (“Tanrım! Tanrım! Yeniden okunabilecek kitaplar ne kadar da az!” (s. 196)

Romanın Pour les Cent Bibliophiles, Paris, 1903 baskısının kapak içi detayları, yayıncı tarafından Esseintes’in bibliyofil ruhuna nazire yapılırcasına tasarlanmış gibidir. 

Eserin XII. bölümünün girişinde kibarlık harflerinden, holland bis’lerden, turkey’lerden, saman rengi seychal-mills’lerden, Londra’dan getirtilen perdahlı kumaşlardan, canfes ya da muvar astarlı, kilise işleri gibi fermuarlarla ya da köşebentlerle süslü, hatta kimi zaman Gruell-Engelmann’ca oksitlenmiş gümüş ve parlak minelerle bezeli ciltlerle kaplatılmış kitaplardan bahsedildiğini bildiğimiz şekliyle des Esseintes, kitap denen ve bir fizikselliği de pekâlâ bulunan kültürel nesneyi, görünümü bakımından da tercih edilir bir şey olarak seyretmek ister. Henüz IV. bölümde, ondaki seyir takıntısının veya zevkinin, sırf halının iplik renkleri ve motifleriyle renkleri uymuyor diye, satın aldığı kaplumbağaya onun ölümü pahasına uygun renklerdeki değerli taşlardan bir cüppe giydirecek ölçüde davranış bozukluğu düzeyine vardığına şahit oluruz. Karakter böylesine tehlikeli derecede incelmiş bir seyretme zevkini çağdaş Fransızcaya uyguladığında, karşısında en fazla görünür olan kişi yalnızca Baudelaire’dir. Andığı, yücelttiği başka kişiler de vardır ancak diğerleri bu şairin tansıklı ve lanetli üslubunun yerine geçecek kadar güçlenebilmiş değillerdir. Bu kişilerin kim olduğundan daha sonra bahsedeceğim.


Paris, 1903 baskısından ayrıntı. Resimleyen: Auguste Lupere

Dinsel geçmiş ve Latin kitaplığı

Lourps şatosunu satıp Fonteney isimli kırsal bir bölgeye geçen kahraman, yanına hizmetçilerini de alır. O büyüklenmeci, soylu bir gelenekten gelir ve elbette bu kemikleşmiş silsile alışkanlıklarını tek bir kararla bozabilecek biri değildir. Ailesinden hepi topu silik bir çocukluk anısını karşılayacak kadar bahseder. Cizvit eğitimi almıştır. İşte, geçmişini terk etmekte zorlanan ilk modernlerin müzminleşmiş bir karakter ve yaşam özelliği de budur: Din.

Bugün baktığımızda inançlı veya inançsız, baskılanmış veya serbest bırakılmış olalım, bizim için yüzyılların arkasına sinen silinmiş kimliği haricinde neredeyse hiçbir şey ifade etmeyen, parodik, çoğunlukla yalnızca suiistimal edildiğinde anmaya eğilimli olduğumuz dinsellik, dindarlık ve dinsel duygular onların içlerinde hesaplaştıkları, oldukça yücelik ve bir o kadar da alçaklık veren şeylerdir. Kahraman Latin kitaplığına dadanır ve yüzyılları kuşatan dinsel bir yazının varlığını önümüze döker. Hemen hemen hepsi keşiş, rahip, piskopos, Tanrıbilimci, vaiz olan bu kimselerin Katolik Kilisesi’nin koruduğu sanatın temsilcileri olduğu gerçeğine karşı çıkamaz. Sürekli, belki onlarca defa inanç gerilimi yaşar. Böylesi bir şeyi bugün hangimiz yaşar? Hiperlinklerle örülü, rahatlıktan rehavete kapılmış bizim gibilerin ilgilerine yabancı, aristokratik çelişkilerdir bunlar.

Karaktere yeniden dönüş yapacak olursak, Latin kitaplığından hepi topu iki üç kişiyi kayırdığını görürüz. O da Latincenin ilk sadik satiri gibi abartılı bir tanı koymaya cesaret edebileceğimiz Satyricon’un yazarı Petronius’dur. Bakın, bu nesir yazarı hakkında ne tür yüceltmelerde bulunuyor anlatıcı:

“Güçlü bir gözlemci, ince bir çözümleyici, eşsiz bir ressamdı o; sakin sakin, yan tutmadan, kin tutmadan, Roma’nın günlük yaşamını betimliyor, Satyricon’un canlı mı canlı, kısa bölümlerinde döneminin törelerini anlatıyordu. Olayları birbiri ardından belirleyip kesin bir biçim içinde saptayarak halkın sıradan yaşamını, oluntularını, hayvansılıklarını, cinsel azgınlıklarını sergiliyordu.” (s. 58)

Eserde çok daha renkli terkipler kullanılır yazar ve onun kurgu yapıtı hakkında – ancak ben meraklı okurdaki esrar duygusunu çok zedelememek için buraları alıntılamayacağım. Kesin bir buluntu olmamasına, bahsi geçen yazarın tam olarak kim olduğu hakkında şüphelerin devam etmesine karşın, bu şekilde tarif edilen nesrin yaratıcısının bir konsil, yani tepeden biri olması ihtimaline dikkat çekeyim.

Bu yazardan başka, koskoca külliyatta övgüye değer olmayı belki bir kişi daha hak etmiştir. O da Kuzey Afrikalı Apulius’dur ki, onun da gene hicivci yönüne değinilir. Tercih ettiği isimler itibariyle, sanki Latin edebiyat tarihçesi üzerinden kendi üslubunu dermeye çalışıyor izlenimi bırakır Huysmans. Koskoca devlet adamı ve seçkin bir hatip olan Caesar’ı kestirme ve kuru bir dili olduğu yönünde eleştirir, Cicero’yu ise tersine, belirteçlerle ve şişkin ifadeleri kavuşturan bağlaçlarla örülü sarkık söylevleri bulunduğunu belirterek lafazanlıkla suçlayıp küçümser. Hatta meşhur hatibe, isminin sözlükteki Latince tür adı karşılığı olarak “Nohut” diye hitap eder. Kusura bakmayın fakat bu paragrafın son cümlesini gülmeye ayıracağım.

Cesare Maccari’nin Cicero Denouncing Catiline’i. Romalı hatip bir komplocuyu ifşa ediyor, bunu yaparken de tıpkı Esseintes’in şikâyet ettiği türden, lafı evirip çevirdiği izlenimi bırakıyor.

X. yüzyıldan sonra eski Romalı görkemini iyiden iyiye yitirdiğini ve Tanrıbilimin dogma sorunlarının tartışılmasına kurban gittiğini düşündüğü Latince ona göre o dönemler artık bir keşiş özyaşamöyküsü düzeyine inmiş, Hıristiyanlığın eski ıtırlı, şairane üslubunu yitirmiş ve çöküş evresine girmiştir – kültürel karşılaştırma yapabilmek bakımından velileri aklınıza getirin; Ortaçağ’dan yakın geçmişe kadar Müslümanlar’ca yazılmış dinsel yapıtlarda yüzyıllarca alıntılanan Cüneyd-i Bağdâdî, Geylânî mesellerini düşünün lütfen. Edebiyat ilgisi bakımından bir daha ancak dindışı çağdaş Fransızca üzerinden bu konulara tekrar gelmek üzere Latin dilinin olanca görkem ve tiksintisini terk edecektir Esseintes.

Resim Sanatı

Dinsel duygu ve edebiyat eleştirisi haricinde romanda yer verilen bir diğer güçlü örge resim sanatıdır. Esseintes belli ki seyretmeyi epey iyi bilmektedir. Anlatıcıya kulak verdiğimizde, onun tıpkı okumaya karşı olduğu gibi, görmeye dair de oldukça seçici bir düşkünlüğü bulunduğunu kavrarız. Huysmans karakterinin zihinsel yeti ve zevklerini resim yorumlama konusunda oldukça ince ilgilerle donatmıştır. Öyle ki, çoğu zaman bir sanat tarihçisi dikkatiyle özgün bir inceleme geliştirip resimleri ikonografik açıdan ele aldığını düşünürüz. Roman başkişisinin hayranlık duyduğu birkaç eser incelemeye alınır.

Luyken’in Religious Persecutions (Dinsel İşkenceler) dizisinden Ermiş Luka’nın asılışına dair bir sahneleme.

Bunlardan ilki Fransa’da çok az tanınan Jean Luyken’in estamplarıdır. Özellikle de Dinsel İşkenceler dizisindeki bedene karşı uygulanan dehşet verici cezalandırmaları sahnelendiren eserlere duvarlarında yer verecektir Esseintes. Bu sahneler testerelerle biçilmiş kafataslarından, karından çekilip makaralara sarılmış bağırsaklardan geçilmez. Hollandalı sanatçının yaşamöyküsü de karakter için elzemdir. Luyken yapıtlarının sanrısına uygun düşecek şekilde ilahilere ve dualara tutkun, dinsel şiirler yazıp resimleyen, mezamirleri dizelere döken, ateşli Kalvenci biridir. Bundan başka, dünyayı hor gören, mallarını fakirlere bırakan bu adam bir tekneye binip denize açılır en sonunda; rastgele ulaştığı yerlerdekilere de İncil’e uyma çağrısı yapacaktır. Karakterimize göre onun bu son hali, resimlerindeki hastalıklı hava düşünüldüğünde daha fazla anlam kazanır.


Gençten bir kadın, çok ihtiyacı olsa gerek, asılmış veya intihar etmiş bir erkeğin dişini söküyor. Goya’nın Los Caprichos’undan. Yaptığı şeyin vereceği tiksintiyle sarsılacağı belli, ürperen bakışlarını mendiliyle örtmekten de geri kalmıyor.

Goya’nın halkın kabalığını cinli ve aklın hastalıklarını imleyen bir estetikle sunarak tiye aldığı Los Caprichos’ları ve Akılsız Yaratıklar’ı da kahramanın düşkünlük gösterdiği, büyük bir kafanın ürünü saydığı yapıtlar arasındadır. Ancak Esseintes burada bir ünlem koyar. Sözgelimi Los Caprichos’ların ateş pahasına satın aldığı planş’larının şöhretine bakılacak olursa, ressamın böylesi bir hayranlığı hak ettiği konusu şüpheye değer bir nitelik taşımaya başlar, çünkü karakterimiz kendi ayrıcalıklı yerinden çözülüp kalabalıkların iştahlarınca onaylanan eserlerin övgüye değer olmadığını düşünür; fakat onun ablak davranışlı aksak devlerini, Bosch ve Bruegel resimlemelerinin ilginç detaylarından aşina olduğumuz eğri büğrü suratlarıyla grotesk kafa çizimlerini ve aklın karanlığından doğan kara afyonlu karabasanlarını –çirkinliğe adanmış bir geleneğin çağdaş uzantısıymış, bu geleneğin üzerinde güçlü bir vurguyla bilindik en son gözlemi yapıyormuş gibi görerek sanatçıda kibirlenmeci bir yön buluyor olsa gerektir ki– ayrı bir kefeye koyarak seyrettiğini anlarız.

Son olarak Thetocopuli yani El Greco’nun ceset yeşili perdeli korkunç İsa resmi dikkatimize sunulur. Bununla alakalı olarak Esseintes’in, evlerin yatak odalarının zevklere ya da yalnızlığa, sığınmalara ve dualara karşılık gelecek şekilde yalnızca iki biçimde döşenebileceğini düşündüğünü, onun dinsel çile fikrine yakın olduğunu ispatlayacak şekilde, odasını bir keşişinki gibi dekore etmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Romanın El Greco’daki rahatsızlık verici dinsel çile vurgusunu böyle bir konumda, geçmişin görkeminde ve resim sanatındaki bunca eşelenmeden sonra, elde kalan şeylerin birkaç deniz kabuğundan öteye gitmediğinin keşfedildiği bir anda öne sürüşü tuhaf değildir ve kitap bundan sonraki bölümlerde yitirilmiş din duygusunun üstüne daha uslanmaz, iyileşmez bir tavırla birkaç defa daha odaklanmayı sürdürecek, fakat en sonunda pes edecektir.

Dinsel Duygu

Esseintes Tanrıbilimin sorularıyla meşgul olmaktan kaçamaz. Peder Labbe’ın Konsillere ilişkin yapıtında belirttiği yitik dinden dönme olaylarını, Batı ve Doğu kiliselerini yüzyıllar boyunca bölmüş olan dinsel parçalanmaları bir yanda, karnında taşıdığının bir Tanrı değil, bir insanoğlu olduğu gerekçesiyle Meryem’in Tanrı’nın anası olduğu savına karşı çıkan Nestorius’u diğer yanda, Tanrısallık onun bedenini yurt olarak seçtiğine göre İsa’nın öteki insanlar gibi bir cisimsellik ifade etmekten ziyade imgesel olarak algılanacağını bildiren Euthyches’i daha ötede; Tertillanius’un (aktaran Huysmans, Tersine) “Olmayan dışında hiçbir şey bedensiz değildir, var olan her şeyin kendine özgü bir bedeni vardır” (s. 101) şeklindeki hemen hemen özdekçi belitini, Kurtarıcı’nın hiç de kendine özgü bir bedeni olmadığı, vücudun bir eğretileme olarak anlaşılması gerektiği üzerine yapılan tartışmaları aklında evirip çevirir. Sanki inanmamaya tüm bu çelişiklikler üzerinden bir bahane aramaktan çok, dinsel duygunun dindışı duygularla farkını tespit etmeye çalışıyordur. Bunu yaparken profan olanla inanca dair kültür ve fikirleri birbirine kırdırmak gibi bir amacı yok da, sadece bundan hastalıklı bir zevk alıyor gibidir.

Des Esseintes, Kilise’nin koca bir sanat külliyatını korumuş, belagat olarak Latin dilini hemen hemen hepsi piskopos, ermiş, vaiz olan şairler ve nesir ustalarıyla yetkinleştirmiş olduğu realitesini yalanlayacak değildir, ancak insanı gözü pek bir günahkârlık cesaretinden alıkoyduğu için ondaki bu vicdana, merhamete, iyilik öğütçülüğüne varan yönü bir türlü onaylayamaz. Ona göre Schopenhauer yeryüzü tiksintisi duymakla tüm bu azizlerden çok da farklı bir yerde duruyor değildi; fark ise Kilise’nin İsa’nın kanayan yaralarını göstererek cennetin uysal zevkine davette bulunan bilgiç tavrının aksine, bu Almanın neredeyse hiçbir ahlaki çözüm yolu getirmiyor oluşundaydı. Roman başkişisi o yüzden tüm bu gösterişli nasihatçiliklere karşı düşünürün öğütsüz ve sistemsiz felsefesini tercih etmeye daha yakındır.

Koku Bilimi

Roman bir yerde aşırılaşmış, farklı amaçlarla ilgilenip tam tatmin sağlayamayan karakterin bu sefer kokular üzerine geliştirdiği bir çeşit sahtebilimin maharetlerine uzun pasajlar ayıracaktır. Baudelaire mısralarının uyaklanış biçimleriyle hafızasındaki koku esanslarını imgelemin yapay yolu üzerinden bireştirme denemesine girişir karakter. Onun Baudelaire hayranlığı, “ruhun karanlıklarında duyguların ve düşüncelerin yaşlanmasını okuduğu” (s. 192) şeklinde bir övgüye bağlanmadan önce lanetli şairin l’Irreparable ve le Balcon parçalarının mısra düzenini, doğallık karşıtlığını son sınırına kadar abartarak hayalî çiçek özü sentezlerine uygulamasında görülecektir.

Çağdaş/Dindışı Edebiyatın Eleştirisi

Görkemli düşünce deneylerine uygulayacak kadar tutkuyla bağlandığı bu şair haricinde, kahraman dindışı yakın dönem yazınını incelediğinde Rousseau, Voltaire, Diderot gibi yeni toplumun öncülerini değil, eski toplumun temsilcileri olan Lacordaire, Ozanam gibi vaizleri –takdir etmese bile– söylem olarak kendisine daha yakın bulur. Huysmans hakkında daha sonra, yazının sonuna yakın belirteceğim önemli kehaneti yapan, yazarın çağdaşı Barbey d’Aurevilly’yi de oldukça kayırır. Onda günah kapısının açık olduğundan, Sade’ınki kadar kesin sövgülere girmemekle beraber, ilgili çevrelerin rahatını kaçıracak derecede taşkınlıklara, heretik sapkınlıklara başvurduğundan takdir ve anıştırmayla bahseder ve bağlar:

Öyleyse Sade’cılığın gücü de, çekiciliği de Tanrı’ya borçlu olunan saygı ve duaları Şeytan’a yöneltmenin yasaklanmış ergisindedir...” (s. 167)

Bu erginin Ortaçağdaki yasaklanmış “sabbat” uygulamalarını geri getirerek XVIII. yüzyılda ortalığı kasıp kavurduğundan bahseder; ona göre Sade’cılık Kilise kadar eskidir.

Görüldüğü gibi, roman kahramanının sayrıl zihninde asketizm onun yalnızca dinî duyguya dair seçimlerine değil, edebiyat ve resim eserlerini eleştirme biçimlerine ve yaşam tercihlerine kadar yansımaktadır. Öyle ki, çağdaş romancıların eserleri arasında Flaubert’de Tentaion de Saint Antoine’ı (Türkçeye Ermiş Antonius ve Şeytan şeklinde çevrilmiş romanı) L’Education sentimentale’e (Duygusal Eğitim), de Goncourt’larda La Faustin’i Germinie Lacerteux’ye (bu eserin belki sahaflardan temin edilebilen, Ziya Osman Saba tarafından yapılmış, yeni baskısı bulunmayan bir çevirisi olduğunu meraklı okurlara belirtmek isterim), Zola’da la Faute de l’abbé Mouret’yi (Rahip Mouret’nin Günahı’nı) l’Assommoir’a, yani doğalcılığın doğrulandığı yapıtlardan biri olarak anılan Meyhane’ye yeğ tutuyordu. Tercih edilen eserlerin isimleri neyi merkeze aldıkları ve kahramanın neden onları yeğ tuttuğu bakımından düşündürücüdür. Esseintes’i insanlıktan uzak bu yere getiren şey belki de tarihin başından, kendi varlıkbilimsel muğlaklığının farkına varmış ilk insanın yabanıl çabasından kültürel gelenekler boyunca kendini din, mistisizm, sanat şeklinde aktaran ve varlığını muhafazakârlığın ötesinde bir “her şeyi değilleme” sezgisi üzerine kuran dindarca bir duygudan başka bir şey değildir.

Roman kahramanının asketik duyarlıklarla ilk modern hassasiyetlerin birbiri içinde eridiği tiksintisinin çağdaşı ozanlar arasında, Baudelaire’den başka Verlaine ve Mallarmé’da da bir karşılığı olduğunu görürüz. Verlaine’in ölçübilimi herkesten iyi kullanarak değişmez biçimli şiirleri gençleştirmeyi başardığını ve tersine bir biçeme giriştiğini vurgular. Ozanın sezilemez olanı sezdirdiği sesinin de en güçlü Fetes Galantes’deki (Çapkın Törenler) şu dizelerde yankılandığını ifade edecektir:

Akşam oluyordu, bulanık bir güz akşamı / Güzeller düşlere dalmış kollarımızda / Öyle hoş sözcükler fısıldadılar ki kulağımıza / Ruhumuz, o gün bugün, titremekte ve şaşmakta.” (s. 189)

“Tanrım! Yeniden okunabilecek kitaplar ne kadar da az!” diye söylenerek nefeslenir tüm bunların ardından. Yabaneşeği derisiyle ciltlenmiş, sayfa sayısı dokuzu bulan bir yaprağın içeriğinde Mallarmé’nin birkaç dizesi başlığı altında ilk iki Parnasse’ın tek basımları bulunmaktadır (Parnasizm ismini eteklerinde esinci perilerin dolaştığına inanılan, Yunanistan’daki Parnassos dağından alır). Masanın üzerinde kalan birkaç kitaplık ince demetin içinden seçilmiş bu eserde, Esseintes’in okuma iştahını kabartmayı başaran Les Fenetres, l’Epilogue, Azur ve en önemli bulduğu, Moreau’nun yapıtındaki tasvirsel örgelerin bir tül ardındaymış gibi ince ince titreyen fırça yalımlarıyla, Hérodiade yer alıyordu:

“... Ey ayna! / Çerçevende sıkıntıdan donmuş soğuk su / Kaç kez ve saatler boyunca, üzgün mü üzgün / Düşlerden ve anarken anılarımı ki / Aynanın dipsiz derinliklerinde yapraklar gibidir / Uzak bir gölge gibi göründüm sende / Ama, ne korkunç! akşamları, acımasız çeşmende senin / Dağınık düşümün çıplaklığını tanıdım!” (s. 197)

Paris’e Dönüş

Fakat bu sığınaklar yeterli olmayacak, Fontaney’den Paris’e dönmesi halinde o kentli kalabalığın içinde bu ozanlardan aldığı zevki paylaşacak tek bir kişinin bile olmadığının kesin bilgisi onu daha da ümitsiz kılacaktır. Sağlığı iyice bozulur, buna karşılık çeşitli kürler uygulasa da onlardan kesin bir sonuç alamaz. Aklında gene Hıristiyanlığın özdeksel bozulmalarına, inanç gerilimlerine dair bir dizi sayrılıklı çelişkiyle kalakalır. Son bir çabayla Schopenhauer’i yardımına çağırır fakat olmaz, pes eder ve hissedene, bahsedileni anlamak yönünde onunla esrik bir bağ kurana kalp ağrısı verebilecek bir ulumada bulunmakla Auverilly’ye hakkında “Böyle bir kitaptan sonra, yazarına tabancanın ağzıyla haçın ayakları arasında bir seçim yapmaktan başka bir şey kalmıyor” (Romandan yirmi yıl sonra yazılmış önsöz, s. 30) dedirten Huysmans kendisi adına da kara kara düşündürür; eserin kapanışındaki bu ruhsal gerilim-araf hissi sanki başka yerlerde başka çağlarda, dönemlik çöküş ve yeryüzünün yaratılış sancısını temizlemeye yetmeyen küçük afetlerin, sosyal bozulmaların ağzında duran düşünceli insana kendini sonu gelmez kısırdöngülerle dayatan derin bir uçurumdur da, romanın bahsettiği tüm çıkmazlar bugünün dünyasında geceye düşmüş gölge kadar belirsiz, şimdi 21. yüzyılın ilk çeyreği bitmeye yakınken bile uğultusu hiç kesilmeyen, inatçı bir sayıklamayı andırır:

“deniz kabarırmış gibi, insan bayağılığının dalgaları göğe kadar yükseliyor, bentlerini gönülsüzce açtığım sığınağı da yutacak. Of! Cesaretim kalmadı artık, midem bulanıyor! – Tanrım, kuşkuya kapılan Hıristiyana, inanmak isteyen inançsıza, gecenin içinde, yaşlı umudun avutucu fenerlerinin artık aydınlatmaz olduğu bir gök altında tek başına denize açılan yaşam tutuklusuna acı!” (s. 219)

 

NOTLAR

 

[1] Burada ve metnin diğer yerlerinde kullandığım asketik ifadesi veya asketizm dinsel çilecilikle sınırlı tutulmayıp, genel anlamda herhangi bir tutku yolunda çileci özellikler gösteren kimsenin tutumunu yansıtan bir durum olarak tasvir edilmeye çalışılmıştır.

[2] Fideizm yani inancılık, sözlük anlamı bakımından temel dinî dogma ve öğretilerin akıl yoluyla kanıtlanamayacağını, fakat yalnızca inanç, iman yoluyla kabul edilebileceğini öne sürer. Sözgelimi Kierkegaard’da inancılık bulgulanmıştır. (Cevizci, 1996, s. 350)

[3] İng. gen.: dışkılama.

[4] Kitabın girişindeki epigraf:

“zamanın ötesinde sevinç duymalıyım ...
insanlar sevincimden tiksinse bile,
söylemek istediğimi anlamalarına
kabalıkları elvermese bile.”

[5] Erken Ortaçağ’da bulgulanan tek sesli kilise müziğine verilen isim -Bewerunge, 1991.

[6] Fr. Bibliomane yani kitap düşkünü. Kitaplara hastalık derecesinde alaka ve sevgi gösteren kişi.

 

 KAYNAKÇA

Akalın, K. H., İlk Hıristiyanlığın Kaynağı Olarak Essenizm, T.C. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 17, sayı: 2, 2008, s. 419-438.

Bewerunge, H., Plain chant, The Catholic Encyclopedia içinde, New York: Robert Appleton Company, 1911. New Advent sitesinden çevrimiçi olarak erişildi. Erişim tarihi: 6 Haziran 2020, 

Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.

Goya, F., A caza de dientes, Los caprichos: 12/80. Madrid, İspanya, 1799.

Huysmans, J. K., A rebours, Paris: Pour les Cent Bibliophiles, 1903. Archive sitesinden çevrimiçi olarak erişildi. Erişim tarihi: 7 Haziran 2020, kapak iç detay.

Huysmans, J. K., A rebours. Paris G. Crès. University of Toronto’s Collection, 1922. Archive sitesinden çevrimiçi olarak erişildi. Erişim tarihi: 21 Haziran 2020.

Huysmans, J. K., Tersine, çev.: Tahsin Yücel YKY, İstanbul, 2018.

Lupiere, A., A rebours. Paris: Pour les Cent Bibliophiles, 1903. Archive sitesinden çevrimiçi olarak erişildi. Erişim tarihi: 7 Haziran 2020.

Luyken, J., Hanging of Evangelist Luke, Greece, AD 93, 1685. Mennonite Library and Archive sitesinden çevrimiçi olarak erişildi. Erişim tarihi: 7 Haziran 2020.

Maccari, C., Cicero denounces catiline, İtalya, 1888.