Ahmet Elhan'ın Yerüstünden Notlar adlı fotoğraf çalışması, Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar romanına iliştirilmiş görsel bir altmetin sanki...
20 Nisan 2018 14:00
Ahmet Elhan sakal bırakmış, ama şu sıra revaçta olan erkek sakalı modasıyla hiç alakası olmayan, aykırı bir stili var, inanılmaz derecede Dostoyevski’ye benzemiş, takılmadan edemedim, bu sergi için mahsus mu sakal bıraktın diyerek, onu güldürmeyi başardım. Esrarengiz bir Rus havası taşıdığı kesin.
Ahmet’in Yerüstünden Notlar adlı fotoğraf çalışması, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanına iliştirilmiş görsel bir altmetin sanki. Edebiyatta modernizmi başlatan temel metinlerden birisine, bugünden bakışla, ruhuna çok uygun bir dipnot eklemiş. Yaratıcı bir yeniden işaretleme.
Bir fotoğrafçının görsel “not defteri” tuttuğuna ilk kez tanık oluyorum. Ressamların not defterlerine alışığım, Louise Bourgeois’nın mesela, resimli günlüğü en hoşuma giden eserleri arasındadır. Ama fotoğraftan günlük hiç görmemiştim. Kavram çok hoşuma gitti.
Her biri 12 kareden oluşan 12 dikdörtgen çerçeve var karşımızda. Görsel not defterinin sayfaları. Sanki renkli cam döşenmiş pencerelere bakıyoruz, vitray dizileri gibi, renkler yan yana, iç içe. Siyah beyaz fotoğrafları sonradan elle renklendirmiş sanatçı.
Yürüyen merdiven basamakları, vagon pencereleri, yıkılmaya yüz tutmuş birkaç bina, metruk bir ev, kimsesiz bahçeler, fayansları kararmış lekeli duvarlar, floresan ışıkları.
Derken labirent gibi bodrum katları çıkıyor önümüze, çok uzakta minicik bir insan figürü, bir çay bardağı kenarı, bazı kumaş kıvrımları, döşemelik dokular, garip birkaç oda.
Günlük hayatın akışından yakalanmış parçalar, bir çiçek dürbünündeki desenler gibi ışıldıyor. Bu mekânlardan herhangi biri, Yeraltından Notlar romanındaki kahramanın bize içinden seslendiği oda olabilirdi.
“Yeraltı Adamı”nın ağzından çıkan acılı, alaycı, meydan okuyan, çelişki dolu cümlelerin görsel karşılıkları bile diyebilirdik.
Gerçekte öyle değil tabii. Ahmet Elhan için Dostoyevski’nin cümleleri değil, romanı nasıl inşa ettiği önemli. Bire bir denklik değil amacı.
“Yazar, roman kahramanıyla arasına biraz mesafe koyar, kendini kaptırmaz, kurguyu yapı gibi kurar” diye açıklıyor.
Yani bir romanın inşasıyla bir fotoğraf çalışmasının inşası arasındaki koşutluk ilgilendiriyor onu.
İçerikten çok biçimle ilgili bir bakış bu. Sözcüklerin cümledeki diziliş mantığıyla dizilmemiş fotoğraf kareleri. Daha çok “bilinç akımı” dediğimiz yönteme benziyor.
Renk, ışık, form, şekiller önünden akarken elini uzatıp rastgele yakalamış sanki. “Anlık izlenimler” diye açıklıyor. “Bir kerelik oyun” dediğini hatırlıyorum. Bir ressamın eskiz defteri gibi.
“Kafa boşaltma, rahatlama aracı oldu” diyor bu görsel defter için. Gelecek çalışmalarına bir hazırlık belki de.
Görüntü temizliği, doğaçlama müzik yapmaya benzer oyunbaz bir ayıklama da diyebiliriz. İlle derin anlamlar aramak gerekmiyor.
Ben gene de bu not defterinin satır aralarını okumaya çalışıyorum. Çünkü Ahmet’in fotoğraflarında daima insana “burada neler dönüyor” dedirten bir merak unsuru vardır.
Ahmet’in biçime odaklanmasında, içerikle ilgili bir arayış gizli, bundan eminim. Gerçekliğe biçimsel tuzaklar kurup, bakalım bir anlam çıkacak mı kendiliğinden diye bakan, deneysel bir çalışma tarzı var onun, öyle sezinliyorum.
Üstelik, kendisinin de “böyle yerleşik bir akım bile var, virane estetiği” diye gülerek tanımladığı, yıkık dökük, gizli saklı yerlere meraklı. Marjinal mekânlar, tuhaf kuytular ilgisini çekiyor. Bu anti-romantik bakış, içten içe karanlıkları da kurcalıyor biraz, daha diri bir romantizmi arıyor.
(Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı da o dönemde Avrupa’da at koşturan “sümsük” romantizme karşı çıkıp, kendisinin asıl sahici romantik olduğunu sezdirir bize.)
“Yerüstü böyleyse, yeraltı nasıl olacak kim bilir” diye şaka yapıyor Ahmet. Bu görüşte bile onun sanatçı kimliğine dair bir ipucu var bence. Bugünlerde ülkede ve dünyada yerüstünde olup bitenler, yeraltını aratmayacak cinsten, gerçekten de.
Ahmet Elhan’ın somut nesnelerden fenomenolojik soyutluk çıkartan çalışmalarında, günümüze ilişkin politik ya da sosyal eleştiri varsa, ancak böyle dolaylı yollardan işliyor izleyicinin zihnine. Bana kalırsa, etkisi böylelikle daha da artıyor.
Deneysel bir fotoğrafçı olması, örtülü bir siyasal ve etik muhaliflikle özdeşmiş gibi hissediyorsunuz, ama tam şurada diye üzerine parmak basamazsınız. Yerüstünden Notlar da aynı belirsizlikle kurcalıyor izleyicinin zihnini.
Ahmet’in bu çalışmada kurguladığı her küçük kare, kendi içinde bir kolaj. Böyle bir dizilişte insan her an bir hikâye yakalayacakmış gibi oluyor. Hikâye içinde hikâyeler dizisi. Bir filmin kâğıt üzerinde kurgulandığı “storyboard” çalışması sanki.
Ama parçalar tam olarak bütüne ulaşmıyor bir türlü. Belki biz izleyiciler tamamlayacağız zihnimizde. Ahmet bir hikâye kurmak için çıkmamış yola. “Hikâyeler anlatıyor gibi görünebilir, ama hikâye esas değil” diyor. Ben gene de ikircikleniyorum tabii, uzaktan uzağa izleyiciyi böyle bir arayışa dürter bir hâli var.
“Müphemliği seviyorum” diyor Ahmet. O yüzden, Dostoyevski’den biraz farklı olarak, anlık izlenimlerin akışına bırakmış kendini, ama bu akışa tıpkı Dostoyevski gibi çok sıkı bir çerçeve çizdiği belli. Bu biçimsel disiplin de onun hayattaki duruşunun bir parçası bence.
Tam da yerini bulmuş bir kurgulama bu, çünkü çalışmanın yer aldığı karma serginin teması “Parça-Bütün.”
İstanbul Tepebaşı’ndaki Art On Galerisi, bu tema çerçevesinde bir dizi sergi düzenlemeyi tasarlıyor. Bu seferkinde Ahmet Elhan’a, aralarında Gülsün Karamustafa, Mithat Şen gibi tanınmış başka isimlerin de olduğu altı sanatçı eşlik ediyor. Fotoğrafın sınırlarını genişleten, güzel bir sergi.
Parçalara neden bu kadar düşkünsün, diyorum Ahmet’e; “Merkezde tek, baskıcı bir form istemiyorum” diye cevap veriyor. Bu cevapta bile, bir siyasî-felsefî duruş okuyorum hemen.
Onun öteden beri hep parça-bütün gerilimiyle çalıştığını hatırlıyoruz birlikte.
“Varolanla itişip kakışmak” diye tanımlıyor bu tavrını.
“Mekânlar” dizisinden Süleymaniye Camii’ni gördüğümde çok etkilenmiştim. Mozaik gibi parçalardan oluşan o fotoğrafta, iki binden fazla kare olduğunu söylüyor Ahmet. O tip çalışmalarda, ne yapacağını önceden planlayarak ilerliyor.
Bu sefer, Yerüstünden Notlar için, başta ne olacağını bilmeden çıkmış yola. Parçanın bütünle çekişmesine başka bir açıdan yaklaşmış. O nedenle de, varolanla çok farklı, dinamik bir itişip kakışma tarzı çıkmış ortaya.
Bu tip biçimsel çekişmeleri seviyor. Görselliği rejisör gibi yönetiyor âdeta. Kökende sinemacı olmasının da etkisi olmalı bunda.
“Bende Kübizm ve Dada etkileri vardır, kolaj ve montaj severim” cümlesini ağzından nasıl koparttım, bilmiyorum. Deneysellik üzerinde ısrarla durduğum için herhalde. Yoksa, işleri hakkında konuşmayı sevmeyen, kendini kolay ele vermeyen birisi. “Bütünlüğe ve derinliğe ilişkin bir sorgulama” cümlesi geliyor sonra.
Ahmet’i anlamak için de, böyle rastgele yakaladığınız parçaları bitiştirip bir bütün tasarlamak lazım.
Ama teknikten konuşmaya başlayınca, iş farklı. Ben deneysellikten söz ettikçe, Ahmet bana ısrarla geleneği hatırlatıyor. Sonunda anlıyorum: deneyselliği, gelenekle oynayarak kuran bir sanatçı o. Fotoğrafın geleneklerini kurcalamayı seviyor.
“Siyah beyaz fotoğrafı elle renklendirmek mesela, 1900’larda çok yapılan bir şey, sonuçta Japonlar iyice ileri bir düzeye varmıştı bu alanda” diye anlatıyor.
12 kareden oluşan şablon da bir gelenekmiş. Dijital devirden çok önce, fotoğrafçıların negatiflerini görüp aralarından seçme yapmak için kullandıkları “kontakt baskı” yöntemi. Bir tür “ön çalışma” aracı.
Ahmet bu tekniği tersine çevirmiş, esas çalışma aracına dönüştürmüş, ama seçme- hazırlanma- eskiz yapma ruhunu da korumuş. Geçmişe ve geleneğe bir selam çakıyor böylece, tamamen yeni bir bağlamda. Dostoyevski’ye bakışıyla akraba bir tavır.
Çalışmasında bütüne doğru bir itme olduğunu kabul ediyor Ahmet; sonra o düşünceyi birlikte tamamlıyoruz: belki de bütün diye bir şey yok, bütünlük fikrini biz yaratıyoruz, bir eksiklik duygusuyla bütünün peşine düşüyoruz. Satır aralarını okumak gene Dostoyevski’ye getiriyor beni.
Yeraltı Adamı bu konuda bazı ilginç tezler ileri sürüyordu Notlar’da, hatırlıyorum. Biz insanlar bitmiş üründen ziyade bir şeyleri inşa etmeyi daha çok severiz, diyordu mesela. Mükemmellikle tatmin olmayız, çünkü yapacak bir şey kalmaz, diyordu. Parçalarla uğraşmak, inşa etmek, sürekli bir devinim, bütüne ulaşmak değil de onu aramak, daha çok mutlu eder bizi.
Mükemmel toplum düzenine de inanmaz Yeraltı Adamı, ideal bir toplum bizi çıldırtırdı diye düşünür.
Ahmet Elhan’ın da tarafını seçmeyen, “müphem” bakışında böyle bir boyut var gibi geliyor bana.
Anarşist bir yanın var mı, diye soruyorum. O tutumu beğenirim, mahkûm edilmesini sorgularım, diye cevaplıyor.
Yerüstünden Notlar çalışmasında oynadığı keyifli oyun, karmaşadan dengeli formlar çıkarmak arayışı, bir yandan da baktığımız dünyadan farklı bir şey ortaya koyma çabası diye düşünüyorum.
Edebiyatla ilişkisini de, hikâyelerden çok hep dil üzerinden kurduğunu söylüyor. Kendini hikâyeye kaptırmak yerine, yazar kitabı nasıl inşa etmiş diye sorgulayarak edebiyat okuyanlardan. Teknikle ve biçimle ilgili, dil düzgünlüğü arayan bir okur.
Sen çocukken mutlaka etrafı çok karıştırırdın, diyorum. Bir şeyleri sürekli parçalayıp bozardım, evet, diye yanıtlıyor.
Peki, bu fotoğraf notlarına ilham veren Dostoyevski’yle arası nasıl?
Tipik ölçüde “müphem” bir cevap geliyor Ahmet’ten:
“Benim yazarım mı, henüz karar vermedim. O yüzden şimdi bazı romanlarını ikinci defa okuyorum.”
İkinci okumalar ilginç konu. Dostoyevski’yle ilgili böyle bir şüphe vardır daima. Parçaların ulaşacağı bir bütün fikrini, Tanrı fikriyle tanımlar, dinle ve inançla ilgili bu yanı, tıpkı benim gibi Ahmet’i de rahatsız ediyor. Aşırılıklar arasında savrulan Dostoyevski’den biraz tedirginiz ikimiz de.
Yerüstünden Notlar çalışmasında gördüğümüz teknik titizlik, bana başka bir manevi duruşun izi olarak görünüyor şimdi. Fotoğrafın zamanla olan derin ilişkisi aklıma geliyor mesela.
Bir yere yeterince uzun bakarsan, diyor Ahmet, her şey yok oluyor. Bir meydana kamerayla sürekli bakarsan mesela, diye anlatıyor, bütün o kalabalığın içinde, bir an gelir, tam bir boşluk yakalarsın.
Kamera gerçekliğe o kadar uzun bakabilir mi, diyorum. Evet bakabilir, diyor.
Ürkütücü bir düşünce. Tam ayrılırken, en çok ne okuduğunu soruyorum Ahmet’e. Siyasî tarih diye cevap veriyor. Şaşırıyorum. Nasıl bir güdüyle oluyor bu?
“Kapalı alanları kurcalamak” diyor gülerek.
Peki, “yeraltı” kavramı senin için ne ifade ediyor?
Daha çok Platon’un mağarası, diye cevap veriyor.
Hani şu bizim göremediğimiz, belki asla görmeyeceğimiz bütünün, yani ideal form’ların sadece gölgeler hâlinde duvarına yansıdığı mağara mı? Nasıl yani?
Fotoğraf da aynı o işte, diyor Ahmet; izler ve gölgeler.