“Toplumsalın altın kafesinde sıkışıp kaldık"

Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu kitabının yazarı, kuramcı Geert Lovink: Sosyal medya, bizi hayal kırıklığına uğratmaması için tasarlanmış, aslında hiçbir şeyin öğrenilmediği bir ortam...


Nedir sosyal medya? Nasıl bir toplumsallık kurar? Bizi nasıl özneleştirir ya da ne tür öznellikler yaratır? Bilginin üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında ne gibi bir işlev üstlenir? Özellikle sosyal medya alanındaki eleştirel çalışmalarıyla bilinen Hollandalı kuramcı ve aktivist Geert Lovink, Türkçedeki ilk kitabı Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu’nda bu soruların yanıtını arıyor.

Geert Lovink Hollandalı bir medya teorisyeni, internet eleştirmeni ve Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu ile beraber Uncanny Networks (2002), Dark Fiber (2002), My First Recession (2003), Zero Comments (2007), Networks Without a Cause (2012) kitaplarının da yazarı.

Hogeschool van Amsterdam, European Graduate School ve Amsterdam Üniversitesi’nde dersler veren Lovink, MoneyLab, Unlike Us, Urban Screen, Video Vortex gibi çeşitli araştırma ağlarının da parçası. Son dönem projeleri ise dijital yayınlar ve sanat eleştirisinin geleceği ile ilgili. 21 Nisan’da “Bilim, Teknoloji, Toplum Muhabbetleri” başlıklı etkinlik serisi kapsamında Akbank Sanat’ta Ebru Yetişkin’le birlikte gerçekleştirecekleri söyleşi için İstanbul’da olacak ve sosyal medyanın bilgi ve iktidar üretimi ilişkisini eleştirel bakış açısıyla yorumlayacak. Direnişleri başlatan ve/veya bitiren bir sosyal medya mı, yoksa bilgi kirliliğinde boğulduğumuz mu? Dipsiz kuyu sosyal medya üzerine Geert Lovink ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu, Geert Lovink, Çev.: Deniz Esen, Otonom Yayıncılık, Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu, devam eden eleştirel internet kültürü araştırmalarınız doğrultusunda yayımladığınız beşinci kitap. Sosyal medyayı dipsiz ve tekinsiz bir kuyu olarak ele almanızın ardında yatan temel düşünce nedir?

Bir girdap içine düşme dürtüsünün korkutucu bir şey olduğuna katılıyorum. Bu durum kontrolün artık bizde olmadığını gösteriyor. Araçlar eskisi kadar harika gelmiyor ve merakımızı giderek yitiriyoruz. Toplumsalın altın kafesinde sıkışıp kaldık. Adeta bir efsane olan sosyal medyayla ilk karşılaşmamızın üzerinden daha sadece 10 yıl geçmişken, sosyal medyanın nasıl işlediğini ve “ücretsiz” olanın aslında nasıl bir maliyeti olduğunu görmeye başladık. Dipsiz kuyu imgesi, Edward Snowden’ın “internetin bozulabildiğini” kanıtladığı Haziran 2013 “uyanışına” kadar geri götürülebilir. İnternetin inovasyon döngüsü sona erdi. Yarı-tekellerin daha fazla veri elde etmek için bizi köşeye sıkıştırdığı, konsolidasyon ve gerilemenin egemen olduğu bir kültürün içine düştük. Sosyal medyanın çocuksu işlevselliğinde bunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Edgar Allan Poe’daki gibi bir dipsiz kuyu dürtüsünde, kendini kurban etme fikri ön plana çıkarken, bizler sosyal medyayı genellikle güçlenmeyle ve kendini olumlu anlamda teşvik etmeyle ilişkilendiriyoruz. Bazen ödüllendirici dopamin anları yaşanıyor olsa da, sonunda baskın çıkan duygu kaygı, can sıkıntısı ve depresyon oluyor. Sosyal medya, bizi hayal kırıklığına uğratmaması için tasarlanmış, aslında hiçbir şeyin öğrenilmediği bir ortam. Zuckerberg’in ABD Kongresi önünde ifade verirken dediği gibi, kullanıcılar kendilerini rahatsız hissetmemeliler. Deneyim şok edici olmamalıdır. Mesele artık sosyal medyanın sunabileceği yenilik ve yaratabileceği beklentiler değil. Aksine, hepimizin ayak uydurmaya çalıştığı, geride kaldığı, cevap üretemediği, yanlış seçimler yaptığı, daha da kötüsü hiç seçim yapamadığı, eşitsizliğin, tükenişin ve çatışmanın giderek tırmandığı bir dünyayla karşı karşıyayız. İşte hiçbir seçim yapamadığınızda, dipsiz bir kuyudan aşağı yuvarlanmakta olduğunuzu da anlıyorsunuz.

Teknolojik iyimserliğin yerini, bir zamanlar Lenin’in ifade ettiği gibi, tekelci devlet kapitalizminin dijital versiyonunun aldığını öne sürüyorsunuz. Sizce “bırakınız yapsınlar” çağı ne zamandan beri arkamızda kaldı?

Medya ve bilişim teknolojisindeki tekeller yeni değil. Sizin de dediğiniz gibi, piyasaları vaaz etse de tekeller üretmekten geri durmayan kapitalizmin doğasında olan bir şey bu. Meslek hayatımda yakından tanık olduğum bu süreç, Microsoft işletim sistemi ve “tarayıcı savaşları”, Google arama motoruyla başladı; akıllı telefonlardaki Android işletim sistemleriyle devam etti ve nihayet Facebook’a kadar geldi. Tüm bunlar yalnızca pazarlamayla, sermayeye erişimle, siyasî lobi faaliyetleriyle ilgili değil (her ne kadar üçünün de büyük katkısı olsa da). Günümüzde bir piyasaya hâkim olabilme gücü, örneğin adres defterinizin varsayılan olarak içe aktarılması yoluyla bir yazılım içerisine programlanabilir. Bu şekilde, "ağ etkisi"ne ulaşmak için fazla bir çaba sarf etmeniz de gerekmez. Bu tamamen, kritik öneme sahip bir kitleye ulaşmakta "harekete ilk geçenlerin" ne denli hızlı olduğuyla ilgili. Zuckerberg'in “çığır açma” ile kastettiği de budur.

O zamanlar bu olup bitenler, işin içindekileri büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı: Sosyal medya nasıl oluyor da bu kadar hızlı büyüyor ve rekabeti aylar, hatta haftalar içinde ortadan kaldırabiliyor? Bu şaşkınlığın nedeni, “bulaşıcılığın” hâlâ önce birinin etkilenmesi, onun da gidip bir başkasını etkilemesiyle ilerlediğinin düşünülmesiydi: Ben sana söylüyorum, sen kızkardeşine tavsiye ediyorsun gibi. Oysa ağlar artık otomatik olarak yaratılıyor (bu durumun bir yan etkisi de, ağ teorisinin marjinalleşmesiydi). Risk sermayedarı Peter Thiel, Silikon Vadisi tekellerini savunduğu Zeros and Ones adlı kitabında “bırakınız yapsınlar” şiarına dayalı piyasa kapitalizminin ortadan kalkışını resmîleştirdi. İçeriden ve bu denli güçlü birinin itirafından sonra tartışma, neden bir düzenleme olmadığı, anti-tröst yasalarının neden burada uygulanmadığı, araştırmacılar ve akademisyenlerin neden seslerini duyurmadığı çerçevesinde yürütülmeliydi. Zuckerberg’in ABD Senatosu’ndaki duruşması sırasında tartışma ortamının olmayışı da bu açıdan değerlendirilmelidir. Bir senatör, Facebook'u çok oldukları için bize tercih yapma hakkı sunan otomobil markalarıyla karşılaştırdı durdu. Zuckerberg'in buna verebilecek bir cevabı yoktu. Başka bir gezegende yaşıyor gibiydi. Rekabet kaybedenler içindir. Tekel olmak bizim doğal hakkımızdır (fakat bunu söylemeye cesaret edemedi).

İnterneti bir avuç sosyal medya aracına dönüştüren ağlardan biri Facebook, diğeri Twitter. Zuckerberg’in Kongre önünde verdiği ifadeyi de göz önünde bulundurduğunuzda Facebook’un son derece güçlü algoritmik filtrelemesinin politik sonuçlar üzerinde ne denli etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Buradaki temel kavram mikro-hedeflemedir: Toplumu değiştirmek maksadıyla veri üzerinde mikro-cerrahi yapabilmek. Manipülasyon, propaganda ve sansür gibi terimler kör bıçaklardır. Sosyal medya araçları dar olarak tanımlanmış destek grupları tarafından kullanılıyor ve artık “kitleleri” hedeflemiyor. Başka bir deyişle, hedef kitle çok iyi tanımlanmış; Amerikalılar bunlara "creepy" diyor. New York Times Facebook'un hedef kitleyi ne kadar hassas bir şekilde tanımlayabileceğine dair şöyle bir örnek veriyor: “Philadelphia'da yaşayan, üniversitede felsefe okuyan, 21 yaşında, geçen yıl mavi tişört satın almış, nevrotik bir yapısı olan, yılda 28.000 $ 'dan daha az kazanan, önümüzdeki altı ay içinde bir minivan araç satın alması muhtemel olan, kamp yapmayla ilgilenen, ilgi alanları Afrikalı Amerikalılar ile uyuşan herhangi biri. Ve Facebook'ta bu profile benzeyen herkes.” Facebook bunu yapmayı bırakacağını açıkladı, yapıp yapmayacağını ve sonraki adımını göreceğiz. Toplumlar temel meselelerde derin bir şekilde ayrışmış olduğu için, politikacıların oy çoğunluğunu elde etmesi gerektiğinde (örneğin, bir bölge veya eyalette), oy oranını yüzde 49,35’ten yüzde 51,20’ye çıkarmak istediklerinde mikro-hedefleme hayati öneme sahip bir araç hâline geliyor. Sosyal medyanın reklamla ilişkisi koparılmadığı sürece, politika yapıcıların mikro-hedeflemeyi yasaklamakta zorlanacağı aşikârdır.

Twitter’ı bir hayli eleştiriyorsunuz. Sizce kendini bilen aktif kullanıcılar olamaz mıyız, yoksa bu imkân ortadan kalktı mı? Kendi irademizle karşı karşıya gelemiyor muyuz?

Yazılımın şematik yapısı ile insanların özgür iradesi arasında bir çatışma var. Hesap oluşturmak, indirmek ve giriş yapmakta özgürüz. Ama sonrasında kullanıcılar sistemi bozmaya başlar. Yaşımız hakkında yalan söyler, anketleri görmezden gelir, cevaplamayı unutur, çıkıp gideriz. Sonuçta, karşımızdaki şey enformasyondan ibaret. Özgür insanın enformasyonun maliyetinin farkında olmaması düşüncesi hoşuma gidiyor. Önemsemiyorlar ve ilk etapta bu insanlara şantaj da yapılamıyor. Bunun adı "veri egemenliği." 1990'larda, ADILKNO adını verdiğimiz kolektifimiz, kullanıcıların Facebook gibi şirketlerin beyhude niyetlerini aşmasına olanak veren bu üstün zihniyet hakkında kısa spekülatif manifestolar yazdı. Ancak çoğumuz hayatta kalmak için çok uğraşıyor, bilinçaltımızda yer eden alışkanlıklara kolayca kapılıyoruz. Okuldan alınması gereken çocuklar, buluşulması gereken arkadaşlar ve sevgililer var, işyerine zamanında gitmek, yemek pişirmek, ailemizi arayıp hâl hatır sormak gerekiyor. Sosyal medya, yapacak bir sürü şeyimizin olduğu bu hayatı sürdürmemize hem köstek hem destek oluyor. Silikon Vadisi'nin bilinçaltı müdahalelerinin hedeflediği yer tam da burası. Kullanıcı deneyimi tasarımcıları, davranışçı psikologlarla birlikte günlük hayatımızdaki kalıpları dikkatle inceliyor. Özgür irade, bir salisedeki dikkatimizi ele geçirmek için sürdürülen bu bilişsel silahlanma yarışına nasıl yanıt verebilir? Bunun bireysel yollarla başarılamayacağı açıktır. Bireyler olarak oldukça zayıfız. Makineler zaten bizi yakından tanıyor. Misilleme yapmak istiyorsak kolektif iradeyi göreve çağırmalıyız.

İddia ettiğiniz gibi, teknolojiyi nötr bir hâle getirmek ve yetkisizleştirmek amacıyla evrensel bir boyutta hâkim olan korku ve kaygıyı arkamızda bırakabilir miyiz?

İnternet ortamında karşılaştığımız teknolojiler en başta yoğun, samimi ve bütünleyici deneyimlerdir. Oysa uzun vadede uçucu, son derece dağınık ve sıkıcıdırlar. Bugün toplanan yarın imha edilir, gelecek nesil profillerle birleştirilemez, kaybolup gider. Bugünün sibernetik makinesi, anında kullanıldığında en iyi sonucu veriyor. Elbette veriler saklanıyor, ancak bugün onlarla ne yapılabilir diye bakınca hiçbir geçerliliklerinin kalmadığını görüyorsunuz.

Hem özel hem de kamusal hayatlarımızı giderek artan ölçekte akıllı telefonlar ortamında geçirdiğimiz düşünüldüğünde, bir gecede bundan vazgeçmek mümkün mü? İyice yerleşmiş bir alışkanlığı değiştirmek o kadar kolay değil. Bu denli güçlü mecraları içinde barındırıyorken akıllı telefonlardan kopmayı nasıl mümkün kılabiliriz?

Gençler Facebook’tan çoktan sıkıldılar. Facebook artık daha ziyade yaşlı insanlar, ebeveynler, öğretmenler ve bunlar gibi otorite konumundakilerin ilgisini çekiyor. Şimdi önümüzde duran soru, akıllı telefonu nasıl daha az çekici hâle getirebileceğimiz. Bu bağlamda kötümser değilim. Mesele yeni nesillerin baskıcı tekniklere isyan etme ve zincirlerini kırma yeteneğine ya da isteğine sahip olup olmaması değil. Karşımızdaki gelip geçici bir moda değil, bütün bir toplumu âdeta araca bindirip kaçıran ve yaşamsal hizmetlere erişmek istediklerinde bu cihazları kullanmaya zorlayan uzun vadeli bir kilitleme stratejisi. Kısa bir süre sonra akıllı telefonumuz olmadan mağazalarda ödeme yapamayacak, uçak veya trene binemeyecek hâle geleceğiz. Kimlik tespiti için Google veya Facebook'u kullanmaya mecbur bırakılacağız. Artık ofisimizi veya dairemizi bunlar olmadan kiralayamayacağız. Tüm bunların sosyal medya bağımlılığıyla hiçbir ilgisi olmadığı için, dijital detoks bu tek taraflı uygulamalara karşı koymakta yeterli olmayacaktır. Bu kimliklendirme meselesine hep birlikte karşı çıkmalıyız. Dijital detoks terapisi bu gibi meselelere hiç dokunmuyor, sadece bireysel farkındalığa odaklanıyor. Belli bir süre için çevrimdışı olmak kesinlikle yeterli değildir, hatta ters de tepebilir. Altta yatan ağ ve yazılım mimarîlerini birlikte anlamalı, eleştirmeli ve değiştirmeliyiz.

Ana akımın güvenirliğini sarsması bakımından sosyal medyayı kıymetli buluyorsunuz. Geert Lovink Aynı zamanda IŞİD’in güçlenmesine katkısı oldu. Sizce sosyal medya iki tarafı keskin bir kılıç mı?

Sarsma ve aksatma yerine özörgütlenmeden, taktiksel bir müdahalede bulunabilecek karşı-topluluklar yaratmaktan bahsetmeyi tercih ederim. Benim meselem hiçbir zaman radyo, yazıcı, televizyon gibi şu ya da bu bilgi taşıyıcısının geleceği olmadı, beni daha ziyade yeni özgürlük derecelerini nasıl yaratabileceğimiz ilgilendiriyor. Yeni bir ortam açıldığında, temeldeki mimarîyi tanımlamamıza izin veren kısa bir fırsat penceresi de açılır. Bu yapı daha fazla yaratıcılık, özerklik, daha geniş bir ifade ve eylem alanı sunuyor mu, yoksa eskisinden pek bir farkı yok mu? Hatta kodun tam merkezine bir dizi sağcı liberter değeri yerleştiren kripto-para birimlerinin ortaya çıkışında gördüğümüz gibi, doğası itibariyle gerici mi? IŞİD gerçekten de sosyal medyayı çok akıllıca kullandı; bunu Facebook, Google, Telegram ve Twitter'a borçluyuz. İşbirliğine dayalı içerik filtrelemesini yazılıma bırakırsanız olacağı budur.

İstanbul'daki Gezi Parkı Olayları'ndan Haziran 2013'teki Brezilya isyanlarına ve Black Lives Matter protestolarına kadar, sosyal medyanın etkin kullanımı bu hareketlerin yükselişinde yadsınamaz bir rol oynadı. Bu kitlesel seferberliklerin sürdürebilir olmayan doğasını, zaman içinde politik olarak daha az tutkulu hale gelmesiyle açıklıyorsunuz, çünkü olayın göz kamaştırıcılığı geçtiğinde içeriklerin haber değeri de tükenme eğilimi gösteriyor. Bu hareketlerin kendi kendini tüketme eğilimlerini güçlendiren başka faktörler var mı?

Yetkililerin çok az ipucuna sahip oldukları ve protestoların hızla yayılabildiği ve büyüdüğü bazı durumlarda, sosyal medyanın olumlu bir etkisi olduğu kuşkusuz. Herhangi bir hareket, tekno-sosyal alanın dışında etkin olamaz. Buradaki meselem elbette şurada ya da burada yaşanan mobilizasyon değil, bu hareketlerin kısa ömürlü karakteri. Toplumsal hareketlerin bir dizi ihtiyacı vardır. Her şeyden önce küçük, dağınık grupların bir araya geldiği, hareketin doğmasını sağlayacak “kitlesel semboller,” olaylar, sloganlar ve talepler planladığı ve yarattığı bir hazırlık aşaması vardır. Bu unsurlar bir hareket açısından elzemdir. Bildiğimiz anlamıyla sosyal medya, bu başlangıç aşamasında neredeyse hiçbir rol oynamaz. Soysal medya, mimlerin (internet üzerinden yayılan video veya söz öbekleri) yerini alıp, insanları harekete geçmeye ikna edebilecek çekici mesajları yaymaya başlamasıyla birlikte devreye girer.

Argümanların geliştirildiği, sınandığı ve eleştirildiği iç stratejik tartışmalar ve açık forumlar düzeyinde ise sosyal medya işlevsiz kalıyor. Tüm bu uğultunun içinde hiç duyamadığımız bu düzey, kolektif karar verme sürecidir. Gruplar ve ağlar oy mu vermeli ve bunun için teknolojiden faydalanmalı mı? Ve son olarak en önemli noktalardan biri de çok tartışmalı olan şu “haberler” meselesi ve bizim bu bilgi türünü PR ve pazarlamadan ayırt edebilme kabiliyetimizi giderek yitirişimiz. Gelecekteki radikal hareketler haber mantığına ve haber söylemine karşı ayaklanacak. Biz haber (news) değiliz. Bundan tamamen farklı bir şeyiz. Biz çokuz ve burada olmaya devam edeceğiz (artık “new”1 olmasak bile). Bu sonuçta zamana karşı bir isyan ve onun zaman çizgisindeki tezahürüdür. Eskiden bunun sembolü saatti, peki ama zaman bugün nedir? Artık zaman yok. Gerçek, zamanla özdeş hale geldi. Zaman rejimine nasıl karşı koyabiliriz?

Net aktivizmini ve onun çıkmazlarını nasıl aşacağız? Sizce kolektif koordinasyonu sağlayacak bir siyasal parti veya bir lider alternatif bir model olarak işlev görebilir mi?

Ben ne siyasî parti ne de lider meraklısıyım. Özörgütlenmeye, kendimizin tasarlayabileceği -ve değiştirebileceği- araçları ve platformları istediğimiz zaman kullanabilmeye inanıyorum. Mevcut sosyal medya, insanları sürdürülebilir sosyal topluluklara dönüştürmüyor. Aşırı çalışan bireyler için tasarlanmış, bu insanlar da filtre balonları/ yankı odaları/ dipsiz kuyularda kapalı kalmış bir hâlde, güvencesiz e-hayatlarına ayak uydurmaya çalışıyorlar. Devrimcilerin bu düzeyde rekabet edebilmesinin hiçbir yolu yok. Kurumsal içerik her zaman sizi oyunun dışında bırakacaktır –elbette oyundan çıkıp oyunun kuralını değiştirmediğiniz sürece. Sorduğunuz soru, içeride karar alma kültürü meselesini de içeriyor. Şu anda en yaygın formun, meclis tipi bir ortamda konsensüs arayışı olduğunu görüyoruz. Bu bana da uygun geliyor, ama hepimiz biliyoruz ki, bu süreçte sorumluluk üstlenen bir dizi küçük grup da var. Bu süreci oy hakkı tanıyan bir tür üyelik sistemine dayandırıp resmileştirmek yerine küçük grupların, çekirdeklerin yeni biçimlerini güçlendirmeyi daha anlamlı buluyorum. Bugün öncülük nedir? Daha çok grup ve kolektife, komplolara, kafelerde gayriresmî buluşmalara ve toplantılara ihtiyacımız var. Bir konsept düşünün ve ortalığı karıştırın.

Sosyal medya kullanıcıları arasında izleyici” ve “teşhirci” ayrımı yapacak olursak, siz hangisini daha tehlikeli buluyorsunuz? Ya da sizin hangi tarafta yer aldığınızı sorayım.

Şöyle diyebilirim: Bu etkileşim çağının özü, herkesin ne kadar küçücük ya da bilinçsiz olursa olsun bir girdi sağlamak zorunda olmasıdır, aksi takdirde ekranınızda hiçbir şey görünmez. Reddettiğiniz durumda bile veri üretmekten kaçamazsınız. “Karşılıklı edilginlik” diye bir şey yoktur. Bu Kıta Avrupası’na ait romantik bir kavramdır. Tıklıyoruz, tuşlara basıyoruz, çerezlere izin veriyoruz, profilleri tanıtıyoruz, güncellemeleri gözden geçiriyoruz ve tüm bu hareketlerimiz dikkatle saklanıyor. Bir kuramcı, eleştirmen ve aktivist olarak, her zaman yaratıcıların yanındayım. Sinema hayranı olsam da, önce bir durup izlemek konusunda pek iyi değilim. Bütün enerjilerini toplumsala karşı geliştirdikleri ölümcül stratejiye akıtan kayıtsız “sessiz yığınlar”la Baudrillard tarzı sevgililik ilişkisi çok kısa sürdü. Yuval Harari'nin deyişiyle “Ne tanrıya ne de insana hürmet eden, sadece veriye tapan en ilginç din” olan yeni “dataizm” ideolojisinin içine sürüklendik. Harari tam olarak kimlerden bahsediyor emin değilim ama işin içinde bilgisayar bilimcilerinin, bürokratların, yöneticilerin olduğu kesin. Bu dine gerçekten inanıp herkesi ona çekmeye çalışanlar en çok bunlardır. Bu insanlar baktıkları her yerde veri akışlarını görürler -bizden de aynısını yapmamızı istiyorlar. Ama organizmalar algoritma değildir, ben değilim, siz de değilsiniz. Ben bir veri nihilistiyim: Sıfırlara inanıyorum.

1 Yazar burada “new” (yeni) diyerek news (haber) sözcüğü üzerinden bir kelime oyunu yapıyor.