Yeni oyunlar, yeni konular

Gökhan Eraslan, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Firuze Engin, Özer Arslan ve Cem Uslu Türkiye’de yeni oyun yazarlığı, tiyatroda işlenen konular ve günümüzde tiyatro aracılığıyla toplumsal yüzleşmenin sağlanıp sağlanamayacağına ilişkin sorularımızı yanıtladı...

07 Nisan 2016 14:02

Bugün Türkiye’de tiyatronun meselesi nedir? Yeni yazılan oyunlar hangi konuları işliyor? Bu oyunlar, geçmiş üretimden farklılık gösteriyor mu? Bu soruların yanıtını almak için son yıllarda oyunları sahnelenen, ödül ve övgü alan yazarların kapısını çaldık.

Oyun yazarlarına şu soruları yönelttik:

  • Hem kendi üretiminiz hem de çağdaşlarınızın üretimi üzerinden değerlendirme yapacak olursanız, bugün Türkiye’de tiyatronun meselesi nedir? Ortak başlıklardan, ortak dertlerden söz etmek mümkün mü?
  • Sizin metinlerinizde özellikle işlediğiniz konu başlıkları nelerdir?
  • Günümüzdeki yeni metin üretimi ve yeni metinlerin “dertleri,” sizce Türkiye’deki tiyatro oyunu yazımından, özellikle 80’ler ve 90’lardaki üretimden farklılık gösteriyor mu? Nasıl?
  • Sinema ve edebiyatta gördüğümüz boyutta ülke tarihiyle “yüzleşme” denemelerinin tiyatro için de geçerli olduğu söylenebilir mi? Bugün tiyatro “politik” mi? Nasıl?

İşte Gökhan Eraslan, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Firuze Engin, Özer Arslan ve Cem Uslu’nun yanıtları...

Gökhan Eraslan: Tiyatro popüler olanın tuzağına düşüyor

  • Gökhan EraslanAgusto Boal “Bir varlık tiyatroyu keşfettiğinde insana dönüşür” der. Tiyatro kutsal varlığını değişime ve kendini yenilemeye borçludur. Yeni sözler, yeni vücutlar, yeni estetik arayışlar… Çünkü tiyatro olgun ve sorumlu bir şekilde ifade özgürlüğü hakkını kullanmak ister. Bu onun yegâne amacıdır. Sıradan bir hikâye anlatıcılığı formundan daha ileridedir. Yeni bir bilinç lazımdır tiyatro için. Yaşamı, bu yeni bilince bağlıdır. Son yıllarda ülke tiyatrosu hem öz hem de biçim olarak bu yeni ve yaratıcı bilincin sınırlarını zorlamaya başladı. İyiliğini- kötülüğünü, sanatsal olarak verdiği- veremediği hazzı, beklentileri karşılamasını- karşılayamamasını vs. tartışırız, o ayrı. Ama cesur bir adımdı atılan. Bu cesur adımlar hem yazar, hem yönetmen, hem tasarımcı, hem oyuncu hem de seyirci cephesinden çoğu kez müspet sonuçlar aldı. Bazen popüler olana bulaştı, gündelik öykülerle boyut atlatamayacak ölçüde basitleştirdi kendini. Bazen ise yarattığı düşünsel boyutla hem çağına tanıklık etti hem de geleceğe attığı adımın ayak seslerini bizlere şimdiden müjdeledi. Hem yerel hem de evrensel insanlık dertlerinden yola çıkarak pek çok meseleye değindi kalemler. Politik ve muhalif söylemlerden tutun da, bireyin umarsız yalnızlığına kadar uzanan derin dehlizlerin içinde karanlıkta kalanı aydınlatmaya çalıştı oyun yazarları. Ülke gündeminde olan yahut ülke gündeminde olması gereken ama olamayan konulara da değinmeden edemedi. Edemezdi de… Seyircinin yalnız tiyatroyu değil, ülkesinde ve dünyada, yani yaşadığı çağda, kimi zaman göremediği kimi zaman da görmek istemediği konuları farklı bakış açılarıyla keşfetmesini sağladı dönem tiyatrosu. Yani izleyici artık salt tiyatroyu değil, yaşamın kendisini ve ortak yaşamın getirdiği sorunları da keşfetmeye başladı. Hatta benzer derdi taşıyan pek çok oyunu aynı sezon içinde izlediğinde var olan başat sorunu veya sorunları görmezden gelmesi neredeyse imkânsızlaştı. Bu noktada en büyük sıkıntı, tiyatronun ülke çapında geniş bir seyirci kitlesine hâlâ ulaşamıyor olmasıdır maalesef.
     
  • 2011-2012 sezonundan bu yana, her yeni tiyatro sezonu içinde, en az bir yeni oyunum sahnelendi. Sonbaharı Beklerken, Aldatma Sanatına Giriş, Vakti Geldi, Paşa Paşa Tiyatro yahut Ahmet Vefik Paşa, Market ve Cahide Sonku Müzikali seyirci ile buluştu. Bugüne değin bana en büyük övgü hep seyirciden gelmiştir. Paşa Paşa Tiyatro yahut Ahmet Vefik Paşa 100’e yakın kez perde dedi, Anadolu’da birçok il ve ilçede sahne aldı. Oralardan bana tebrik mesajları ulaştı, tiyatronun ne denli güçlü bir sanat estetiği barındırdığını bana birebir yaşayarak tecrübe ettirdi. Oyun kaldırılmasaydı şayet yine kapalı gişe yoluna devam edeceğine emindim. Vakti Geldi üçüncü sezonunu tamamlıyor, yeni sezonda da devam edecek umarım. Market hemen hemen her temsilde salonun hınca hınç dolu olduğuna tanıklık ettirdi bizi. Cahide Sonku Müzikali ise bu sezonun en çok rağbet gören oyunlarından oldu. Bütün oyunlarımda ortak olan bazı insanlık dertlerinin izlerini görebiliriz elbette. Birey-otorite çatışmasını, kadın haklarını, olgunlaşmış siyasal bir fikri ve anti-kapitalist söylemleri ortak paydada yakalayabilirsiniz. Yine oyun yazarken gözettiğim bazı temel tiyatral esasları da asla ıskalamam. Bir oyunu tasarlarken şunu düşünürüm: Ben anlatmak istediğim hikâyeyi öz ve biçim olarak en iyi ve en doğru şekilde nasıl anlatırım? Sahnelenen oyunlarımın neredeyse hiçbiri birbirine bu nedenle benzemiyor. Bir kalıba, bir şablona bağlı kalarak yazmak zamanla bir yazarın yaratıcılığının en büyük düşmanı oluverir. Yazarlık serüvenim boyunca yeni yeni arayışlara yönelmeye çalışmam hep bu sebepledir.
     
  • Yeni arayışlarla farklı bir çehreye büründürdü kendini oyun yazarlığı. Kalıplarının dışına çıkarak, rejiye yardımcı oldu çoğu zaman… Geçmişi örnek aldı ama onu taklit etmemeye özen gösterdi. Yalnız altını çizmemiz gereken bir tuzak belirdi bu noktada. 80’ler ve 90’larda da çok güzel oyunlar yazılmış, bunu yadsıyamayız. Ama yine de soruyorum; bunların kaçta kaçı şu an oynanabilir durumda? Kaç tanesi zamanın sınırlarını gerçekten aştı? Bu oyunlardan kaçta kaçı sahnelendiğinde bugünün insanına dair bir şeylere dokunabilir hâlâ? Üretim olarak şu an daha canlıyız, nicelik olarak daha baskın durumdayız, o kesin. Yine de ben bugün, bazı popüler oyun yazarı arkadaşlarımın yazmış olduğu oyunların kalıcılığından, çeşitli nedenlerden ötürü şüphe duyuyorum. Ben bundan beş yıl sonra dahi sahnelenemeyecek bir oyun yazmak asla istemiyorum mesela. Üzgünüm ama popüler olanın tuzağına düşüyor bazı arkadaşlarım. Edebi ve tiyatral açıdan varlıklarını ancak nefes aldıkları müddetçe ilerletebilirler bu durumda. Ama Shakespeare öyle mi? Brecht? Çehov? Beckett? Nesin? Taner? Nazım? Bakın hâlâ nefes alıyor onlar. Başarının sırrı insana dair olanı en saf, en yalın ama en doğru biçimde aktarabilmeleri... İşte yazarlık mahareti de burada yatıyor. O maharete haiz değilsen zaten bu işi yapma, derim. Pek çok kurum tarafından defalarca Yılın Oyun Yazarı Ödülü ile övgüye mazhar oldum. Fakat ben her zaman şunu söylerim: Ödül dediğin güzel, tatlı bir anıdır. O kadar… Benim nazarımda esas ödül yazdığım herhangi bir oyunun yıllar sonra yeniden sahnelenmesi olacaktır. 2000’li yılların tiyatrosundan bahsedilecekse eğer gelecekte bir gün, geçmiş dönemlerin hatalarından kendini soyutlamalıdır oyun yazarlığımız.
     
  • İnsanlık tarihi boyunca tiyatro ve siyaset hep yan yana yürümüş iki olgu olarak karşımıza çıkar. Bazı zamanlar yollarına kardeş kardeş devam etmişlerdir lakin çoğu kez tiyatro, baskın otoriteye karşı muhalif tavrını koruyarak, siyasal erk ile kanlı bıçaklı bir kavgaya tutuşmuştur. Tiyatro yaradılışı gereği politiktir. Bunu yok farz edemeyiz. Sahnede yalnız aşk temasını işleyen bir tiyatro oyunu dahi politiktir. Çünkü bizatihi aşkın kendisi politiktir. Çağdaş tiyatromuz geçmişiyle yüzleşme konusunda üstüne düşeni yapmaya gayret etmektedir yakın dönemde. Bakın, gayret etmektedir, diyorum. Hâlâ tam manasıyla bunu başarabildiği görüşünde değilim açıkçası. “Suratınız kusurluysa aynaya kabahat bulmayın” demiş Gogol. Tiyatroyu besleyen damarlardan biri olan “var olanla yetinmeme” ülküsü ne denli sahneyi kamçılarsa, o denli seyircide bir yeni taze kanla buluşur. Bu da yaşama doğrudan etki eder. Aksi halde kusuru aynada bulmaya devam eder dururuz.

Murat Mahmutyazıcıoğlu: Bugün tiyatro hiç olmadığı kadar politik

  • Murat MahmutyazıcıoğluTek ve ortak bir meseleden söz etmek zor, olmaması da iyi belki. Tiyatroda bir mesele üzerine kafa yormak önemli, daha eğlencelik kısmıyla da ilgilenebilirsiniz, bu da sanatın içinde ve bu da saygı duyulacak bir şey. Kendi kuşağımda takip edebildiğim kadarıyla yeni metinlerde bugün hem ülkede hem de dünyada konuşulan tüm sorunlar dile getiriliyor: kadın meselesi, aile sorunları, LGBT hakları, devlet ve toplum baskısı, kentsel dönüşüm vs. Sanırım üstte saydıklarımı ortak dert olarak nitelendirebiliriz.
     
  • Şu ana kadar sahnelenen Şekersiz, Fü ve Aynur Hanımın Bebeği’nde hep kadınlar ön plandaydı, kendini bir sebepten gerçekleştirememiş, eve, eşine veya şiddete hapsolmuş kadınlar... O kadınlar vasıtasıyla hem dertlerimi hem de tiyatro metninde biçim arayışlarımı araştırmaya çalıştım ve devam ediyorum.
     
  • 80’ler ve 90’lardaki tiyatro ortamına çok hâkim değilim, okuduklarım ve dinlediklerim var o nedenle tam anlamıyla bir karşılaştırma yapamam. Ancak daha fazla ve üretken oyun yazarının olduğunu biliyorum, iletişim kanalları daha geniş, dünyayı daha çok takip eden, evrensel dertleri olan, seyirciye üstten bakmayan, onlara bir şey öğretmekten çok soru sordurtan ve kafasını karıştıran bir yazar tayfası. Elbette özel tiyatrolardan bahsediyoruz, burada bu oyunlar kısıtlı bir seyirci kitlesiyle buluşuyor, özgür sanat yapabilmek için bağımsız sanat kurumlarına ihtiyaç var. Oyun yazımı bunun için önemli, çok büyük bir kitleye ulaşmayabilir ama zamana ışık tutuyorsunuz, gelecek için bir belge bırakıyorsunuz ya da ben öyle düşünüyorum, bilemedim.
     
  • Bugün tiyatro hiç olmadığı kadar politik, sadece ürettiği ile değil, varoluşuyla da öyle. Hatta o kadar politik ki şu an Macbeth oyununun içindeyiz bile diyebilirim. Sanat politiktir, muhaliftir zaten başka türlüsü olmaz, oldurmaya çalışırlar ama direnir tiyatro, illa spesifik bir siyasi olaydan bahsetmesi de gerekmez bunun için. Sahneye bir sandalye koyarsınız, yakarsınız spotu, oyuncu oturur ve seyirciye bakar, belki son sözlerini söyleyen bir siyasi mahkûmdur, belki polisten dayak yemiş bir gösterici, belki intihar etmek üzere olan yalnız bir kadın... Hiçbir şey söylemesine de gerek yoktur bunun için. Binlerce yıldır söylemek istediklerini söyler tiyatro özgürce, tabii ki dinlemek ve izlemek isteyene, yapmak isteyene, başka türlüsü de zaten sanat değildir, tiyatro değildir.

Firuze Engin: Sokağın kendisi metne dökülüyor

  • Firuze EnginŞu birkaç yılda, eskiye nazaran çok fazla yeni metin yazıldı. Hepsini bir bütün olarak ele almak bence zor. Takip edebildiğim kadarıyla, çağdaş yazarların, bireyin gündelik sorunlarına, geçmişle hesaplaşmaya, geçmişin bugüne etkilerine filan daha fazla yoğunlaştığını görüyorum. Yine de bir genelleme yapmak zor. Bireysel bir hikâye anlatırken “toplumsal olan”ı arka plana alan metinler de var, bununla hiç mi hiç ilgilenmeyenler de. Yine de belki şu söylenebilir, tek bir mesele üzerinden olmasa bile, karakter hikâyeleri ön planda görünüyor. Bence bizim tiyatromuz karakter/karakterler yaratmaya ve iç dünyaya dönük metinler üretmeye daha teşne bir tiyatro. Biçimsel olarak deneysel metinler pek üretilmiyor ya da sayıca az diyeyim.
     
  • Sahnelenmiş olan iki oyunumda, ortaklaşa diyebileceğim tek şey mahalli olmaları. Hıdrellez bir mahalleyi, Cambazın Cenazesi ise küçük bir kasabayı bütün fertleriyle birlikte ele alıyor. Yerel olana bakmayı seviyorum. Şu aralar üzerine çalıştığım iki oyun var; onlar da odağında mahalle hayatı olan hikâyeler. Oyun kişilerine, kendi küçük topluluğunun özelliklerinden bakmak hoşuma gidiyor. Bu, karakter ya da tip olsun kişinin derinliğini ve biricikliğini bulmama yardım ediyor. Sınıfın, cemiyetin insanın davranış biçimini belirlediğini düşünüyorum. Hikâye kurarken en çok ilgilendiğim şey, davranış bilgisi. Özel olarak benimsediğim bir konu yok. O konuyla meşgul olan kişilerin davranış biçimlerine kafa yoruyorum.
     
  • Tiyatro günlük yaşamda olan bitene ister istemez hemen refleks gösteriyor. Bu her dönemde böyle. Günlük yaşamda hangi toplumsal meseleler baskınsa, tiyatronun da suyu o çatlaktan sızıyor. Fakat 90’larda, yazarlık anlamında bir duraklama var bence. O dönemin “yeni tiyatro” arayışında, daha çok biçimsel araştırmalar ön plana çıkmış. Oysa politik anlamda çok büyük acılar yaşandığı bir dönem. Kimliklerin baskılanması uğruna büyük katliamlar yapıldı; cinayetler işlendi, kayıplar oldu. Ve politik bir kırılma da gerçekleşti. Oyun yazarlığı bütün bu olan biteni cesaretle ele alamamış. Ne toplumsal ne de politik olarak yüzünü oraya dönememiş. O dönem yazılmış metinlerde, 90’ların toplumsal izini az görüyoruz. Sanırım 2010’dan sonrası bu anlamda daha zengin. Sokağın kendisi, gündemiyle beraber metne dökülüyor. Bugün Kürt meselesi, LGBT hakları, beyaz yakalılar, kentsel dönüşüm gibi sokakta mücadelesi verilen konuları oyun metinlerinde de görebiliyoruz. Farklılık doğru kelime mi bilemiyorum ama böyle bir değişim var.
     
  • Bana göre Ajit-prop tiyatro, kendi deneyimini tamamladı ve bitti. İzleyiciyi uyandırmaya, irkiltme yoluyla birlik olmaya çağıran oyunlar artık seyircinin gözüne kaba görünüyor. Politik tiyatro başka bir dil, başka bir anlatım damarı arıyor. Bu anlamda sinemadan etkileniyor galiba. Gerçekçilik arayışına geri dönüldü gibi. Gerçeğe çok yakından temas eden karakterler, öyküler yazılıyor. Bana göre, birkaç özel örnek dışında, politik oyun yazarlığı böyle bir damarda ilerliyor. Yüzleşme çabası tabii ki var. Bu topraklarda yüzleşmemiz gereken çok şey var çünkü. Buna niyet eden her yazarın da samimi olduğuna inanıyorum.

    Ancak yüzleşmenin, o konu hakkında bilgi vermekle gerçekleşebileceğine inanmıyorum. Birçok oyunun içeriği politik fakat hâlâ yeterince açıkgönüllü değiliz bence. Ele aldığı meseleyi anlayıp bitirmiş ve anladığı şey üzerinden bilgi veren metinler yerine, sahnelenirken bile anlama çabasını sürdürebilen, geniş açılı metinlere ihtiyacımız var.

Özer Arslan: Her yer, herkes konu

  • Özer ArslanVar olmak ya da olmamak, bütün mesele bu. Başından beri, çoğu coğrafyalar için de geçerli sanırım. Tanıdığım, takip ettiğim kadarıyla “var olmaya” çalışıyoruz. Bunu tabii “ifade etmek” anlamında da kullanabiliriz. Yazarı, yönetmeni, oyuncusu, idarecisi topyekûn bir varoluş mücadelesi içerisindeyiz. Her gözün, etrafına baktığında gördüğü elbette farklı ancak şu sıralar sanırım görece daha çok baskıya, tahammülsüzlüğe maruz kaldığımız aşikâr. Bundan dolayı da herkes kendince bu tıkanıklığın altını çizmeye çalışıyor.
     
  • Konu olarak spesifik bir alandan bahsedemem sanırım. Yani zaten çatışmanın olduğu yerde drama başlıyor kendiliğinden. Olayların, kişilerin, kavramların da nerede nasıl karşılaşıp çatışacağını kestirmek kolay olmuyor. Çatışma her yerde. (Hatta artık tam anlamıyla fiziksel çatışma da etrafımızda. Sürekli bombalar patlıyor yakınlarımızda. Dünya üzerinde başka coğrafyalarda sürekli patlıyordu ama artık çok yakınımızda.) Bakkalda, manavda, sınırda, otobüste, spor salonunda… Her yer, herkes konu.
     
  • Elbette. Çünkü coğrafya aynı coğrafya değil. Zaman değiştikçe her şey kaçınılmaz olarak değişiyor. Özellikle 90’lar itibarıyla hızla liberalleşen ekonomi, tüketim alışkanlıklarımızı da etkiledi. Yabancı sermayenin hızlı girişi, “yabancı” kültürle de hızlı tanıştırdı bizi. Özel televizyon kanalları, dünya dramalarının evlere kadar girmesi. Tiyatrodan uzaklaşma süreci... Tiyatronun yeniden kendini tanımlama süreci hep 90 sonrasına denk geliyor. 2000’li yıllarda alternatif tiyatro mekânlarının iyiden iyiye artmasını da buna yorabiliriz. Ben çeşitliliğin arttığı kanısındayım ve açıkçası ilerisi için de umutluyum.
     
  • Ne politik değil ki? Yani 1975-1980 yılları arası Yaşilçam Seks Furyası politik değil miydi? Şimdi izlenme rekorları kıran yarışma programları politik değil mi? Bir gerçekten gözünüzü kaçırmak da politiktir ona bakmak da, fark yok. Şu an oturup bir komedi yazmaya karar versem tek sebebi insanların iki saatliğine olsun nefes almalarını istemem olurdu sanırım. Bence şu ortamda çok politik bir tavır olurdu. Aslında sözün özü politika yapmakla, bir tiyatro eserinin politik olması arasındaki farkı kaçırıyoruz demeye çalışıyorum. Her şey politiktir. Ürettiğimiz her şey. Ama politika yapmak başka bir şeydir diye düşünüyorum. Sanatın genel olarak politika üretme zorunluluğu yok çünkü zaten sanatın kendisi politiktir.

Cem Uslu: Yüzleşme denenmiyor, gerçekleştiriliyor

  • Cem UsluBugün Türkiye’nin meselesi neyse Türkiye’de tiyatronun meselesi de odur. O olmak zorundadır. Bugün Türkiye’de savaşın yakıcı ve boğucu etkisi dört yanımızı sarmış durumda. Neredeyse yarım asırdır süren savaş bugün en yıkıcı hâliyle karşımızda. Buna karşı yükselen barış çığlıkları her geçen gün artıyor. Türkiye’nin çağdaş tiyatro yazınının buna kayıtsız kalması düşünülemez. Kalmıyor da. Çağdaş metinler savaşı hem başat bir olgu olarak hem de bin bir türlü dolaylı etki ve sonuçlarıyla ele alıyor. Bunun yanı sıra Türkiye halklarının soluk alışverişini günden güne daha da zorlaştıran şiddet sarmalı, ötekileştirme, militarizm, iş cinayetleri, homofobi, vahşi kapitalizm, günden güne artan ırkçılık, mülteci sorunu, anadille yaşamak meselesi, kadına yönelik şiddet, toplumsal belleğin zayıflığı, tarihle yüzleşmenin sancıları, küçük burjuva ikiyüzlülüğü vb. gibi dertler tiyatronun çağdaş metinlerinin de konusu olmayı sürdürüyor.
     
  • Ben metinlerimde daha çok insan denen tuhaf yaratığın güdüleriyle uğraşmayı tercih ediyorum. İnsan neyi, niçin yapar? Eylemleri aklının mı duygularının mı sonucudur? Ya da böyle bir ayrımdan söz edilebilir mi? Çıkarını mı düşünür insan? Ya da gerçekten düşünür mü? Zaman içinde fark ettim ki bunları kurcalamayı sürdürdükçe politik olan da kendiliğinden su yüzüne çıkıyor. Orada çünkü o, hep orada. İster ilk bakışta basit görünen bir aşk öyküsüyle ilgilen, ister toplumsal şiddet, nefret suçları yahut ataerki içerisinde kadının yeriyle; politik olan insanda başlıyor ve eninde sonunda tekrar ona dönüyor. Çevresindeki her şeyi de kendi kara deliğine çekerek üstelik.
     
  • Bir genelleme yapmanın hatalı olacağı kanısındayım. Sevim Burak’ın nefesiyle ferahlamış toprakların oyun yazarlarıyız biz. Gene de şu kadarını söyleyebiliriz sanırım: Türkiye’de Batılı tarzda tiyatro yazını 60’lı yıllarda hem nicelik hem de nitelik açısından büyük bir ivme kat etmiş. Bunda, bugün artık her biri ustalık mertebesinde bulunan o dönemin genç tiyatro gruplarının bu yazarların oyunlarını büyük bir inanç ve aşkla sahneleyişlerinin de payı büyük elbette. Ardından gelen darbelerle ise sosyokültürel hayatın her yanında olduğu gibi yerli tiyatro edebiyatında da bu ivmenin sekteye uğradığını görüyoruz. Özellikle 80 darbesi sonrası her alanda olduğu gibi bu alanda da yaşanan tahribat büyük. 2000’lerle birlikte ise yeni bir dalga yükselmeye başlıyor. Bu dalganın bence en büyük farkı, hızını ve hacmini arttıran küreleşmeyle birlikte haberleşme teknolojisinde yaşanan büyük gelişme sayesinde temsilcilerinin dünyaya kolaylıkla angaje olabilmeleri. Bu sayede dünyada sanat, politika, ekonomi vb. alanlarda yaşananlara çok daha hâkim olup bunları kendi topraklarında yaşananlarla ilişkilendirerek oyunlarına öz ve biçim açısından yansıtabilmeleri. Önceden yazılıp çizilmeyen ya da üstü örtülü şekilde bahsedilmeye çalışılan meseleleri bugünün tiyatro yazarları çok daha büyük bir cesaret ve özgüvenle işleyebiliyorlar. Tabii şuna dikkat çekmekte fayda var: Tıpkı 60’lı, 70’li yıllarda olduğu gibi bunda da bugünün bağımsız tiyatro topluluklarının, hatta az sayıda örnekle de olsa kurum tiyatrolarının bu çağdaş yazarların oyunlarına sahnelerinde yer vermesinin etkisi büyük. Öte yandan, bu çağdaş yazarların bir kısmının kendilerine ait toplulukları, hatta salonları bile var artık.

  • Bugün tiyatro elbette politik. Daha önce de politikti. Günümüzün tiyatro oyunlarında ülke tarihiyle yüzleşme denenmiyor; gerçekleştiriliyor. Şuna katılırım: Türkiye’de örneğin sinema, bu yüzleşmeyi hem ele aldığı konular hem de estetik duyarlığı bakımından tiyatrodan önce gerçekleştirdi. Genç izleyici için tiyatro, uzun süredir annelerinin babalarının bir küçük burjuva faaliyeti olarak gerçekleştirirken onları da yanlarında sürüklediği ve muhtemeldir ki zaman zaman çok sıkıldıkları bir hafta sonu etkinliğiydi. Adına alternatif denen tiyatro grupları ve mekânlarıyla ise bu genç kitle tiyatronun da “başka türlü” olabileceğini keşfetti ve tiyatro çoğu için artık bir “eski” sanat olmaktan çıktı. Çünkü hem işlenen konular onların kendi yaşantılarında karşılaşıp boğuştukları konulardı artık, hem de dekoruyla olsun, ışığıyla olsun, mekân kullanımıyla ve oyunculuk üslubuyla olsun, sahnede karşılaşılan şey, biçim bakımından da yeni ya da en azından “değişik”ti. Üstelik bu genç gruplar politik olmayı sürdürürken bunu eğlenceli hâle getirmeyi de başarıyorlardı –ki Brecht’in dediği gibi, tiyatronun işlevi de budur. “Günümüze kadar tiyatro için bulduğumuz en soylu işlev.”