"Selahattin Yusuf’un anlatısı, Trabzon'un kadim yüksek yaylalarından birini mekân seçiyor ve o mekânın aynı zenginlikteki diliyle konuşuyor. Biz başkayerlilerin karşısına, boğucu olmamayı, ancak yeterli yabancılık ve gıpta duygusunu vermeyi başaran sayısız yerel sözcük çıkarıyor roman."
26 Ağustos 2021 17:00
Eve dönmek kavramı halen hayatta olan bütün kuşakları çeşitli açılardan ilgilendirdi. Bizim 68 kuşağı için sözgelimi, sokaklarda ve eylem yerlerinde at koşturduğumuz 1960’lı ve 70’li yıllardan sonra 80 darbesini yiyince, sokaktan ya da hapishaneden eve dönme fikri bir zorunluluğun sonucu olarak açıkça kendini gösterdi.
Hem düz hem de metaforik anlamıyla ev: İçinden çıkıp geldiğimiz, maddi manevi, bireysel ve toplumsal, duygusal ve düşünsel, tarihsel ve kültürel, her tür yuva. Atalarımızın ve Platon’un mağarası. Şiirde 80 Kuşağı bu imgeyi esas aldı. Nerede yanlış yaptık duygusu, bilinçdışımızı unuttuk fikri, kaybettiklerimizin yası, geride kalan ne varsa yüzleşme ihtiyacı...
“Eve dön” çağrısını İsmet Özel, 1986 tarihli, Rimbaud esinli “Of Not Being A Jew” adlı müthiş şiirinde tartıştı.
Yine 80’lerin ortalarında silahlı mücadele uğruna yeniden evlerden –bu kez dağlara, düz anlamıyla mağaralara!– çıkan Kürt devrimciler için ev imgesi olarak gitgide Kürt dili ve kadim Kürdistan fikri ön alacaktı.
Eve dönmek kavramının 80 kuşağı eliyle yoklandığı bir başka güzergâhla ilgili tartışmaları Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat adlı kitabı vesilesiyle okuyoruz. Gürbilek, Sunuş yazısında “Eve dön” çağrısını Walter Benjamin’in 1928 tarihli bir yazısının anıldığı, 80’lerin sonlarına tarihlenen bir toplantı dolayımıyla tartışırken, bizim burası için “eve dönüş hikâyelerinin hep çok sevildiği bir ülke” diyor. Çok haklı. Ancak “dönüş”e, dönemeyiş de dahil artık.
İkinci Hayat, Nisan 2020’de çıkmıştı. Okumakta olduğunuz yazının konusu, aynı yılın Kasım ayında yayımlanmış olan, Selahattin Yusuf’un Eve Dönemezsin adlı Trabzonlu romanı. Romana Trabzonlu diyorum, çünkü anlatı, bölgenin kadim yüksek yaylalarından birini mekân seçiyor ve o mekânın aynı zenginlikteki diliyle konuşuyor. Biz başkayerlilerin karşısına, boğucu olmamayı, ancak yeterli yabancılık ve gıpta duygusunu vermeyi başaran sayısız yerel sözcük çıkarıyor roman. Youtube’da izlenebilen bir söyleşiden, anlatının epey “otobiyografik” olduğunu öğreniyoruz, daha çok teyit kabilinden demeliyim, çünkü okurken bu romanın başka türlü zor yazılacağı fikri zaten oluşuyor.
Eve Dönemezsin, ortak kültür sözlüğündeki tanımın öğelerini tam olarak taşıyan bir “bildungsroman”[1]. Başkişimiz, Oliver Twist gibi, Kim gibi, biraz da Aşk gibi biri. Adını öğrenebilmiş olsak, daha epeycesini sayabileceğimiz listeye tam bu noktada onu da ekleyebilirdik. Ancak, bu adı roman boyunca öğrenemediğimizden, ekleyemiyorum, bir eksiklik duygusuyla devam etmek zorundayım.
Başkişimizin adı “Adsız” da değil. Yine de Dede Korkut masallarını, bir yandan da “kadının adı yok” meselesini çağrıştırıyor, değil mi ki çocuklar da kadınlar gibi adları yer etmeyen varlıklardır.
Sorulabilir tabii: Romanın ikinci bir cildinde beliremez mi bizim Kim’in adı? Ne de olsa kahramanımız bir ad kazanmak için Dede Korkut’un aktardığı marifet gösterme şartını bu cildin sonunda yerine getirmiş oluyor... Aklıma gelen bu “ikinci cilt” fikrinden hemen vazgeçiyorum: Eve Dönemezsin, çoğaltılınca tadı kaçan ünlü romanların yazgısına duçar olmamalı.Kaldı ki bu romandaki adsızlık durumu bizim buralardaki bireylik (“çocuk işte”) probleminin ortaya konulmasına esaslı bir katkıda bulunuyor, hatta bu yönüyle romanın güçlü bir özelliğine dönüştüğü de söylenebilir.
Herhangi bir devam fikrinin tat kaçırıcı olmasının bir nedeni de mevcut durumdaki bitişin fazla tatlandırılmış olmasıdır diyebilirim. Happy end’in büyüsüne kaptırılmış bir son. Denecektir ki, “bildungsroman” türünün tanımına uygun bir son bu. Doğru, tanıma tastamam uygun. Gelgelelim, böyle bir bitiş, Eve Dönemezsin özelinde başarılan, esaslı gerilimlerle dolu, okura alanlar açan gövdenin etkisini geriye dönük olarak azaltıyor, hatta elimizde bütün özgün değerlerine karşın ya da bütün özgün değerleriyle birlikte bir popüler romanın kalmasına yol açıyor. Bana kalırsa romanın sondan önceki bir aşamada bitirilmesi yerinde olurdu.
Gürbilek, İkinci Hayat’ın Sunuş’unda, “Sadece ‘ülke’ye, ‘memleket’e, ‘topraklar’a başka yazarlar bizden önce yerleştiği için değil, sadece bu yerleri yüklendikleri ideolojik içerikten arındırmak bugün daha zor olduğu için de değil, bugün dünya artık başka bir yere dönüştüğü için de böyle yazılamıyor artık” diyor. “Böyle yazılamıyor artık” önermesindeki “böyle”den kasıt bana fazla belirsiz geldi. Belki önermenin kalıbına son onyıllarda sıkça rastladığımız içindir. Her durumda, Eve Dönemezsin’in zeminindeki çok katmanlı “ev” imgesine bakacak olursak, bu romanda 1980’ler adını verdiğimiz zaman dilimi içerisinde ülkenin ücra bir köşesinde karşımıza çok temel hareket çizgilerinin çıkabildiğini görüyoruz: 1) “Yayla” diye bir yer, “yaylacılar” diye anılan topluluklar ve oradaki hayatın maruz kaldığı türlü “dış” etkiler; 2) Cumhuriyet modernleşmesiyle, başta “dogma” ve “besmelesiz yazı” gibi çarpıcı kod ya da simgelerin de kullanıldığı yüzleşme süreci; 3) Aynı zamanda “ben anlatıcı” olan başkişinin bir çocuk olmakla bizatihi taşıdığı başlangıçlık özelliğinin dinamiği, güçlü anlatımın bir çocuktan gelmesine karşın inandırıcılığın zayıflamaması, baştan sona hazla dolu okuma süreci...
Happy end meselesine gelince. Bu problem, Eve Dönemezsin’i bir anda popüler roman kervanına dahil ediyor. Ancak, güçlü bir popüler roman ve Türkçeye bir büyüme romanı kazandırmış olarak.
•
[1] “Bildungsroman” kavramı için Türkçede “yetişim romanı, oluşum romanı” vb. karşılıklar kullanıldı. Kanımca, “büyüme çağı” gibi örneklerde de kendini gösteren yerleşik anlam alanını düşünürsek, “büyüme romanı” demek daha uygun olabilir.