Savaşın erken yıllarında yerinden olmuş bir grup orta gelirli Suriyeli, Fatih, Aksaray ve Beyoğlu'nda açtıkları yemek dükkânları sayesinde İstanbul'a tutundu ve evlerini yeniden kurdu
01 Şubat 2018 14:48
Yemeğin bedene alınmaması, kısıtlanması ya da yokluğu üzerinden verilen mücadele (oruç, diyet, açlık grevi, ölüm orucu...) kadar, yemeğin varlığı ve üretimi de oldukça önemli bir direniş, eylem ve imkânlar alanı yaratıyor.[1] Bu alanı en çok, göçmen mutfaklarında ve yemek sayesinde vuku bulan buluşma mekânlarında gözlemlemekteyiz. Bir başka deyişle, göçebe mutfaklar, yerinden edilmiş ya da istemli biçimde göç etmiş toplulukların yeniden yerleşmelerini, hayata tutunmalarını, bir cemaate ait olma duygusunu geliştirmelerini ve dahası fiziksel olarak bir ortamda bir araya gelmelerini sağlıyor. Bu mutfaklar, kültürleri ve melez toplum-mekânsal oluşumları kolaylıkla içine alan oluşumları sayesinde, küresel kentlerde ortaya çıkabiliyor. Sözgelimi, Londra, New York, Paris, Seul gibi dünya kentlerinde Çin, İtalyan, Vietnam ya da Hint mutfaklarına ve mahallelerine rastlayabiliyoruz. Ancak, İstanbul[2] bu ağsal oluşum içinde yer alan küresel kentlerden birisi olmasına rağmen, göçmen mutfaklarına henüz yer açmakta. Bir süredir deneyimlediğimiz Uygur, Özbek lokantalarının yanı sıra, son yıllarda Suriye mutfakları, marketleri ve mahalleri ile de karşılaşmaktayız.
2011 yılında Suriye savaşı başladıktan sonra, Türkiye yerinden edilen Suriyeliler için hem güvenli bir barınak hem de transit bir geçiş alanı hâline geldi.[3] Mülteci krizi[4] üzerine yapılan erken çalışmaların, enstitülerin, sivil toplum kuruluşlarının ve yerel medyanın yayınladığı raporların büyük çoğunluğu, yoksulluk, kampların çetrefil koşulları, dışlanma ve nefret suçları, insan haklarından yoksunluk gibi problemlere odaklanmış durumda.[5] Ne var ki, bir yandan da kayda değer sayıda mülteci ve göçmen İstanbul’a yerleşmiş ve ayakta kalmış durumda. Savaşın erken yıllarında yerinden olmuş bir grup orta gelirli mülteci, Fatih, Aksaray ve Beyoğlu’nda açtıkları yemek dükkânları sayesinde İstanbul’a tutundu ve evlerini yeniden kurdu. Dahası, Fatih Camii etrafında küçük bir Suriye mahallesi bile oluştu. Sözgelimi, Fatih Camii’nin kuzeybatı kapısının açıldığı, kahve, baharatlar, kebap ve ekmek kokulu Malta Caddesi[6], çoğunlukla Arapça yazılı hazır gıda ürünlerinin ve pişmiş yiyeceklerin, hem Türkiyeli hem Suriyeli esnaf tarafından satıldığı bir Suriye çarşısı hâline gelmiş durumda.
Hafta sonları, burası Başakşehir, Esenyurt, Zeytinburnu gibi birçok yerden gelen Suriyelinin dolduğu bir yer oluyor. Malta, onların buluşma yeri oldu. (Kişisel Görüşme, 27 Eylül 2016)
Malta Caddesi’nden güney yönünde devam edildiğinde, Akşemsettin ve Akdeniz caddeleri üzerinde, fast-food ağırlıklı çeşitli Suriye lokantalarına da rastlamak mümkün. Ancak, içlerinden birisi, Saruja Şam Lokantası, ev yemekleriyle diğerlerinden ayrılıyor. Bu lokantanın sahibi bir toplantıda kendi deneyimini şöyle aktarıyor:
Şam’da iken bilgisayar sektöründe çalışıyordum. Savaş başladığında Dubai’ye taşındım ve bir iş kurdum, ancak başarısız oldum. Sonra İstanbul’a taşındım ve hayalimdeki ev yemekleri dükkanını açmayı planladım. Etrafımdaki herkes deli olup olmadığımı sordu. Türkiye’den ev yemekleri pişirmemi önerdiler. Fakat bir gece, Suriye lokantası açmaya karar verdim ve risk aldım. Suriyeli bütün müşterilerim bana şükran duyuyorlar, Türkler bile gelmeye başladı. Çok şükür başardık. [7]
Türkiyeli göçmenler döner kebabı Berlin’e götürdüklerinde, döner Türkler ve Almanlar arasındaki kültürel geçişin katalizörü hâline gelmişti. 1970’li yıllarda, Türkiye’de alakart bir yemek olarak servis edilen döner, 1980’li yıllarda Almanya’da Türk mutfağını tanıtan ve yeniden üreten popüler bir fast-food’a dönüşerek Türkiye’ye geri döndü.[8],[9] Diaspora toplulukları, yemek ve mutfak kültürü üzerinden ulus kimliğinin inşa edilmesinde çoğunlukla öncüdürler.[10] Bu nedenle, maddî kültür nesnesi olarak yemek, hayali cemaatlerin[11] kurgulanmasında ve üyeler arasında güçlü bağlar oluşturmada verimli bir araçtır. O hâlde, Suriye yemeklerinin kültürel buluşmada ve ulusal kimlik oluşumundaki rolü nedir ve Suriyeliler mekânı yemek üzerinden yeniden temellük ederek gündelik hayata nasıl adapte olmaktalar?
Çoğunluğu Şam ve Halep’ten olan Suriyeli görüşmeciler, 2012 yılında savaşın etkilerine maruz kalmaya başladıklarını belirtiyorlar. Sonrasında ilk etapta Lübnan, Ürdün, Mısır, Libya gibi ülkelere göç etmek zorunda kaldıklarını, ancak bu ülkelerde iş tutturamadıkları ve ekonomik koşulları daha iyi olduğu için Türkiye’ye taşındıklarını ifade ediyorlar. Türkiye’nin diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında, yaşama ve çalışma koşulları bakımından en uygun ülke olduğunu, resmî çalışma ve oturma izinleri olmadığı hâlde iş kurabildiklerini ve yerleşebildiklerini, bunun bir şekilde yerel otoritelerce hoşgörü ile karşılandığını belirtiyorlar.
Görüşmecilerin çoğu, arkalarında vatanlarını ve ailelerini bırakarak resmî pasaportları ile havaalanı sınırlarından, güvenlik noktalarından geçerek Türkiye’ye ulaşmışlar. Bir kısmı ise, kara sınırlarından kaçak geçişle ülkeye girmek durumunda kaldıklarını ya da Mersin’e deniz yoluyla ulaştıklarını anlattılar. Birçoğu Türkiye’ye daha önceden geçiş yapmış olan akrabalarına ulaşmak üzere Ankara, Eskişehir, İzmir, Bursa gibi kentlere geçici bir süre için yerleşmişler. Ancak hepsinin yaşamak ve çalışmak için son durağı, ekonomik koşullar ve sosyal aktiviteler nedeniyle İstanbul olmuş. Küresel-kozmopolit bir kent olarak İstanbul, daha fazla iş olanağına sahip olmasının yanı sıra, Suriyelilerin gündelik hayatta görünmez olabilmesine de imkân sağlıyor. Bununla birlikte, özellikle Şamlı Suriyelilerin nazarında İstanbul daha çok bir Avrupa kenti olarak algılanıyor. Ne var ki, birçok Avrupa ülkesi, Hristiyan din ve kültürüne mensup olmaları nedeniyle, Arap Müslüman Suriyeliler için bir tercih olamamış. Onlara hem avantaj hem de dezavantaj sağlayan muğlak yasal koşullara rağmen, Türkiye ve özellikle İstanbul’da yaşamak, İslamî ritüeller nedeniyle en birleştirici unsur hâline gelmiş. Fatih’teki İslamî ritüeller ve Müslüman cemaati, özellikle de kutsal bir simge olarak Fatih Camii, görece daha yüksek gelirli olan Suriyelileri yaşama ve iş kurma amacıyla bu bölgeye çekmiş.
İslam Fatih’te her yerde. Beşiktaş’ta ya da Kadıköy’de rahat edemiyoruz, fakat burada AKP’liler bizi seviyorlar, Müslümanlar her yerde. (Kişisel Görüşme, 10 Ekim 2016).
Suriye’de de yemek sektöründe çalışmış olan dükkân sahiplerinin çoğu, Malta Caddesi’ni Fatih Camii’yle olan ilişkisi nedeniyle oldukça kârlı ve verimli bulmuş. Bu nedenle, Suriyeli yatırımcılar Malta Caddesi’ndeki yerel dükkânları almak üzere iki katı ücretler önermiş ve almışlar. Bu nedenle, son iki yıl içinde buradaki mekânlar el değiştirmiş.
Yemek ekonomisinin ve hareketliliğinin İslamî kamusallık ve İslam kapitalizmi ile desteklendiği söylenebilir. Ancak, kentsel mekândaki bu hızlı el değişiminin, Fatih’teki emlak değerlerinin yükselmesine neden olması, Türkiyelilerin dışlayıcı tepkilerini arttırmış. Buna rağmen, trafiğe kapalı olan Malta Caddesi’nin aksine, Akdeniz ve Akşemsettin caddeleri hem yerli lokantaları hem de Suriye lokantalarını neredeyse eşit oranda ihtiva ediyor. Birçok Suriyeli kültürel nedenlerle bu bölgede yaşamayı tercih ettiği için, pek çok Suriye lokantası da bu caddelerin zemin kotundaki dükkânlara yerleşmeyi seçmiş. Nihayetinde, Suriyeliler tarafından işletilen lokanta ve restoranların dayanışma mekânları olarak çalıştığı ve kentsel mekânın yeniden üretilmesinde ve temellük edilmesinde aracılık ettikleri söylenebilir.
Bu restoranların, yemek kültürleri bakımından çokça ortak özelliği bulunan Türkiyeliler ile Suriyeliler arasında bir ara yüz oluşturmaya başladığı da iddia edilebilir. Son bir yıl içinde, lokantalardaki müşterilerin dörtte birinin Türkiyelilerden oluşması, daha çok müşterinin gelebileceği umudunu da vermekte.
Dilin bu müşterekliğin oluşmasına engel olabilecek önemli bir bariyer olduğu aşikâr ancak, birçok Suriyeli dükkân sahibinin Türkçe öğrenmeye çalıştığı biliniyor. Buna karşılık, yerli esnaftan birkaçı da Arapça öğrenmeye ve iletişim kurmaya çalışmakta. Bu kaynaşma çabalarına rağmen, yemek üzerinden üretilen ulusalcı ve dışlayıcı söylemlere rastlanabiliyor. Suriye yemeklerinin hammaddelerinin ve stoklarının Türkiye’den elde edilmesine ve kebap, içli köfte, meze ve diğer ortak yemeklerin Mezopotamya ve güneydoğu coğrafyasından geldiğinin, sadece Suriyelilere ait olmadığının bilinmesine rağmen Türkler, Araplara ve Kürtlere benzemediklerini, yemek üzerinden vurguladıkları farklılaşma çabası üzerinden anlatmaya çalışmaktalar:
Suriye yemekleri ağır, yağlı, acı ve çok baharatlı, üstelik hijyenik de değiller. Oralarda yemem ben. (Kişisel görüşme, 25 Ekim 2016)
Yaşlı bir kahve dükkânı sahibi ise Suriyelileri “vatanlarını savunmak yerine düşmanlara bırakıp savaştan kaçtıları” için onları “hain” olmakla suçluyor ve bu arka plana dayanarak devam ediyor: “Espresso bazlı Suriye kahvesini günde 10-15 kere içiyorlar, bir de Brezilya’dan geldiğini iddia ediyorlar, bu kadar ucuz olamaz. Onların hepsi yalancı, sahtekâr...”
Karşılaşma mekânlarının yeni ortaklıklar ve kaynaşmaların yanı sıra, eşzamanlı olarak ayrışma ve dışlamayı da beraberinde getirdiği söylenebilir.
Yemeğin kendisi, üretimi ve üretim mekânları Suriye cemaatinin yeniden inşa edilmesi için önemli araçlar. Yemek sektörü, topluluğun iletişimini sağlamakla kalmıyor, dayanışmanın da gelişmesine aracı ve yardımcı oluyor. Sosyal medya da bu hususta önemli bir işlev üstleniyor. Ne var ki, bu toplulukta dahi etnik ayrışmaya dayalı söylemlere, Şamlılar ile Halepliler arasındaki çekişmelere rastlamak mümkün. Şamlılar, Haleplileri barbar olmakla suçluyor. Türkler de bunu destekler biçimde, Haleplilerin agresif ve kavgacı olduklarını düşünüyorlar. Yine de, etnik ve bölgesel farklılaşmaya dayalı bu ayrışma, henüz mekânsal bir yarılmaya neden olmuş gibi görünmüyor. Ancak, sınıfsal farklılaşma daha belirgin. Fatih’te yaşayan restoran sahipleri ve yöneticileri hem evsahibi olabiliyor hem de aylık 1,500 TL ile 2,000TL arasında değişen kiraları karşılayabiliyorlar. İslam kardeşliğine ve ekonomik güç birliklerine rağmen, bu kişiler dahi Fatih’te ev bulma süreçlerinde ayrımcılıkla karşılaştıklarını açıklıyorlar. Yabancı ve müşkül durumda oldukları için, emlakçıların ev göstermeyi reddettiklerini ya da kendilerini daha pahalı evlere yönlendirdiklerini düşünüyorlar.
Biz de aynısını Iraklılara yaptık. Ülkemize geldiklerinde, biz de onlara daha pahalı evleri gösterdik. Allah bizi cezalandırıyor. (Kişisel Görüşme, 23 Eylül 2016)
Başakşehir, Esenyurt gibi uzak yerleşimlerden gelen ya da Fatih’te 15 kişilik evlerde yaşayan Suriyeli işçiler ise aylık 500 TL kira verebiliyor ve sosyal hayat ya da eğitim için vakit bulamıyorlar. Fakat, kendilerinden görece daha iyi durumda olan işverenlerinin koruması altındalar.
Yemek, maddî bir kültür nesnesi olarak, Fatih’te toplum-mekânsal yeniden-üretimin aracısı rolünde. Suriye yemek kültürü, diasporanın ulusal kimliği, aidiyeti ve dayanışmayı yeniden inşa etme sürecinin önemli bir parçası olmakla kalmıyor, yanı sıra olası kültürel geçişlere de imkân veriyor. Bununla birlikte, iş kurmayı, hayata tutunmayı, Suriye’yi hatırlatan kültürel bir hafıza olarak kentsel mekânı temellük etmeyi ve yeniden yerleşmeyi sağlıyor. Fakat yine de, Suriyeli görüşmeciler, İstanbul’a alıştıklarını ve burada rahat olduklarını ifade etseler, savaşın kötü anılarını geride bıraktıklarını söyleseler de, savaş biter bitmez ülkelerine geri dönme arzularını da dile getiriyorlar. Bu, vatana aidiyet, yer-sevgisi ya da yurtseverlikle ilişkilendirilebilir ancak Türkiye’deki belirsiz hâlleri, bu arzuyu tetikleyen en önemli unsurlardan biri olsa gerek.
Türkiye’nin, mültecilerin statüsünü ve coğrafî koşullarını belirleyen 1951 tarihli Mülteciliğin Önlenmesi Sözleşmesi’ni ve 1967 tarihli protokolü imzalamasından dolayı, himaye sorumluluğu, sadece Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye sığınma talebinde bulunan vatandaşlarla sınırlıdır. Avrupa dışı ülkelerden gelen mülteci ve sığınmacılar sadece geçici olarak Türkiye’de kalabilmekte ve hükümet tarafından geçici koruma statüsünde korunabilmektedirler. Bu süreç, onların mülteci statüsüne geçmelerine ya da bir başka ülkede oturma izni almalarına kadar geçerli olabilmektedir. Ekim 2014 tarihli Geçici Koruma Yasası ise Suriyelilere sadece bir kimlik kartı ile sağlık ve eğitim servislerine ulaşmaları için bir numara alma hakkı sağlamaktadır. Ne var ki, çetrefil bürokratik prosedürlerden dolayı, çalışma izinlerinin bağlı olduğu kimlik kartlarını almaları aylar almaktadır.
Suriyeliler, geçici koruma statüsünün belirsiz-muğlak koşullarından ve yabancı diye etiketlemelerinden dolayı, göçebeliğin ve askıda kalmanın hayatlarının kuralı olmaya başladığı istisna hâline[12] maruz kalmaktadırlar. Bu göçmenler ya da yasal olmayan mülteciler, vatandaşlık ve sivil haklardan mahrum bırakılmış “sözsüz bedenlere”[13] indirgenmiş durumdadırlar. Ocak 2016’da, Suriye vatandaşlarına vize uygulaması başlatıldı. Bu esnada, açık-kapı uygulaması, yerinden edilmiş Suriyeliler için yasa dışı sınır geçişlerini de yasakladı. Bununla birlikte, güvenlik nedenleriyle, güneydoğu sınırının kontrolü ve gözetimi duvarlarla güçlendirildi.
Suriyelilerin yaşamak durumunda bırakıldığı bu ara mekân, “belirsizlik mıntıkası” olarak adlandırılabilir. Burası ne kenttir ne ormandır; onlar ne vatandaştır ne de yabancı. Bu liminal, gri alan içeri ile dışarı arasındadır. Burası, Agamben’in tanımıyla kamptır.[14]
Agamben’in kamp teorisinde, istisna hâlinde bırakılanlar, sivil haklardan mahrum bırakılmış pasif, biyopolitik nesnelerdir. Ne var ki, kamp bazı durumlarda “direniş alanı”na da dönebilmektedir. Bir başka deyişle, nesneleştirilmiş bedenler direniş yoluyla iktidar sahibi öznelere, vatandaşlara dönüşebilmektedirler. Bu örnekte, savaşın erken yıllarında ülkelerinden ayrılma fırsatı bulmuş olan, görece refah düzeyi yüksek Suriyelilerden söz ediliyor olsa da, bu öznelerin yemek kültürleri sayesinde biyopolitik iktidarın tahakküm alanından kaçmayı başardıkları ve mücadele verdikleri söylenebilir. Açtıkları lokantalar, onlara ekonomik ve kültürel sermaye edinme imkânını ve kendi kurucu güçleri sayesinde ayakta kalmayı, baskın iktidarın alanından sıyrılmayı sağlamaktadır.