"Yazarın görevi metinden kaçanı anlatabilmektir"

Kimliğini gizliyor, yüzünü göstermiyor, mülakatları sevmiyor Elena Ferrante. Söyleşimizde hem "ormanın arka tarafına çökmüş, yüzü ağaç dallarıyla çizilen bir dolunay" misali gizemini korudu hem de kendiyle ilgili çok şey anlattı

20 Temmuz 2015 03:00

Elena Ferrante’yle karşılıklı konuşamayacağımızı biliyordum. Sadece bir kez, o da çeyrek asırdır yolunu ayırmadığı yayıncısı Sandro Ferri ile ailesine yüz yüze mülakat verdi: The Paris Review’un İlkbahar 2015 sayısında, tabii ki fotoğrafsız ve Ferrante’nin kelimeleriyle çizdiği konturları yeterince bulanık oto-portre dışında herhangi bir tarife pek de imkân bırakmaksızın yayımlandı o söyleşi.

Yazılı mülakat talebimi kabul edince, sorularıma tek postada vereceği cevaplarla yetinmek yerine ilk cevapları üzerinden yeni sorular da yollayabilmeyi diledim peşinen. Razı oldu. Söyleşimiz bu şekilde arada Ferrante’nin ‘’internetsiz bir yerde’’ geçirdiği on günü de kapsayan bir aya yayıldı. Ben soruları İngilizce (bir iki yerde de İtalyanca ile yamalayıp) sordum, o İtalyanca cevapladı. Cevapların ilk çevirisini – Napoli Romanları’nı Türkçeye çevirmekte olan – Eren Yücesan Cendey yaptı. Sonra, Ferrante’nin Roma’daki edebiyat ajanı Clementina Liuzzi ile bu cevapların bir bölümünün üzerinden geçtik ve metnin Türkçesini yeniden yazdım. Yazarın nüanslı konuşmaya çok önem verdiğini özellikle belirten Liuzzi bana cevaplardaki bazı vurguların nedenlerini, Ferrante’yi bu vurgulara vardıran özel tecrübelerini de anlatarak açıkladı. Eren Yücesan Cendey’e ve Clementina Liuzzi’ye müteşekkirim.

Bu söyleşide Ferrante’nin cevapları, sorularımla ona istediğim kadar yaklaşamadığım hissini veriyor bana. Özenle koruduğu bir ketumluğu, bir mesafesi var yazarın. Bu mesafe, kitapları bir kez basıldı mı artık onların hayatından çekilme tercihinin teknik bir sonucu mu sadece? Sanmıyorum.

Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, Elena Ferrante, Çeviren: Eren Yücesan Cendey, Everest YayınlarıFerrante’nin romanlarında da benzer, adeta okuru neyin eksik, neyin uzak olduğu üzerine düşünmeye, satırların arasından kaçmaya niyetlenen şeyi yakalamak için metnin içine uzanmaya çağıran bir gizem seziyorum: Akış hep medcezirli, karakterler arasında kovalamacaya, saklambaça benzer bitmek bilmez bir oyun sürüyor. Napoli Romanları’nın henüz Türkçe yayımlanmayan üçüncü cildi Gidenler ve Kalanlar’ın bir yerinde, kumsalda yalnız otururken aklı arkadaşı Lila’da, sessiz bir öfkeyle mırıldanan Lenù aslında kendisinin de parçası olduğu bu oyunun farkına varmıştı:

‘’Ben kendimi kendime açıklamanın araçlarının peşine daha çok düştükçe, o tam tersine saklanıyordu. Onu gizlendiği yerden çekip çıkarmaya, her şeyi berraklaştırma arzuma onu da katmaya daha çok çalıştıkça ben, o gölgelere daha çok sığınıyordu. Ormanın arka tarafına çökmüş, yüzü dallarla çizilen dolunaya benziyordu.’’

Ferrante’nin sorularıma verdiği cevaplar da işte biraz böyle, ağaçlarla gölgelenmiş dolunay ışığı misali, hem yazarın zihnimdeki gizemini pekiştirdi benim için hem de bu cevaplar sayesinde, onun romanlarında aşmaya çalıştığı mesafeyi artık daha iyi kavrıyorum.

1991’de yayıncınıza mektup yazıp kitaplarınız basıldıktan sonra onların hayatında yer almayacağınızı bildirdiniz: Adına ‘’nâmevcudiyet’’ dediğiniz bir tercih. Kitaplarınıza ilişkin her yazı – benim Napoli Romanları üzerine yazdığım yazı da dahil – kaçınılmaz olarak bu tercihten söz ediyor; gizli kimliğinizin tartışılması bazen eserinizin önüne geçiyor. Kimliğinizin yarı-cahil bir şekilde tartışılması sizi rahatsız ediyor mu? Nâmevcud olma kararınızın geri teptiğini, yazarlığınız yerine kimliğinizi tartışanların size güçlü bir ‘’mevcudiyet’’ kazandırdığını düşündüğünüz oluyor mu?

Yirmi yıldır kitaplarım hem İtalya’da hem diğer ülkelerde kendi okurunu kazandı, benim nâmevcudiyetime rağmen çok iyi yorumlar aldı; özel bir medya çalışmasına ağırlık verilmemesine karşın kitaplarım yavaş yavaş kendilerini duyurdular. L’Amica Geniale (Ferrante, Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’la başlayan dört ciltlik romanını kastediyor – YÇ) kitabının uluslararası düzeyde ün ve başarı kazanması, özellikle İtalyan yayın dünyasının dikkatini çekti. Medya, bu dörtlemeyi benim kimliğimi merkeze koyarak topluma sunuyor.

Esasen, eserimin başarısının bilinmeyen kimliğime bağlı olmadığını anlamak için yazarlık hikâyeme bir göz atmak yeterli olacaktır; meçhul yazar olma konumumu merkeze almayı yeğleyen basın kuruluşları var ve bu da bana açıkçası şaşırtıcı gelmiyor. Şaşırtıcı olan, kitaplarımın farkına geç ve ancak medyanın ilgisi sayesinde varmış olanlar arasında eserime en azından burada, İtalya’da, düşmanca değilse bile önyargılı bir kuşkuyla yaklaşanlar olduğunu keşfetmek. Sanki benim ortalarda görünmemem saldırgan bir tutummuş veya suçmuş gibi davranıyorlar.

Sizce bu ‘’önyargılı kuşku’’nun altında ne yatıyor? Bundan etkilenmemeyi nasıl başarıyorsunuz?

Kitapların içeriğinden değil, yazarın ortalıkta olmamasıyla ilgili medya dedikodularından kaynaklanan bir kuşku bu. Yapabileceğim tek şey, eseri merkeze oturtmak için kendi küçük mücadelemi sürdürmek. Bence önemli olan yazarın kendini bütün olarak ortaya koyabilmesi ve bunu metniyle birlik içinde yapabilmesidir.

Kendinizi kadın ve anne olarak tanıtıyorsunuz. Romanlarınızda güçlü bir dişil ses var. İyi bir romancının yazarken herkes olabileceğine (Madame Bovary, c’est moi!) hakikaten inanıyorum. Yanılıyor muyum? Yine de sizi okurken, kadınlığın ve anneliğin ateşle imtihanını ancak anne olan bir kadının bu denli sahici anlatabileceğini hissettim. Erkek olsaydınız, kadınlar hakkında böyle içten yazabilir miydiniz? Kadınları bu kadar sahici anlatabilen erkek yazarlar kimler sizce ya da böyle yazarlar var mı?

Sizinle aynı fikirdeyim: Mükemmel bir yazar – ister kadın, ister erkek olsun – iki cinsiyeti de aynı etkiyle yansıtmayı bilir. Ama bir hikâyeyi saf ve yalın taklide , öteki cinsiyetin tecrübesini yansıtmayı teknik beceriye indirgemek yanlıştır. Her anlatının gerçek çekirdeği onun edebî gerçekliğidir ve bu ya vardır ya yoktur; eğer yoksa hiçbir teknik beceri onu kazandıramaz. Siz bana kadınları en özgün halleriyle anlatabilen erkek yazarları soruyorsunuz. Hangileri olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama bunu özgünlükten farklı bir gerçeğe benzerlikle yapabilenler vardır. Hatta gerçeğe benzerlik iyi yönetildiğinde, kadın yazarların kendi gerçeğini sanki özgün değilmiş gibi gösterme noktasına kadar varabilir.  Bu da kötüdür. Kadın yazarların saf ve yalın özgünlüğünün giderek daha yetersiz olmasının ardındaki neden de budur: benim, kadın olarak anlattıklarım yeterli değilse, benim yazım edebî açıdan yeterince kuvvetli olmalıdır.

Edebiyatta gerçeğe benzerlikle özgünlük arasındaki farkı biraz daha açıklar mısınız? Sizin ‘’saf ve yalın özgünlük’’ dediğiniz şey, edebiyatta ne zaman, niçin yetersiz kalıyor?

Gerçeğe benzerlik etkisi yaratmayı yazarken başarabilmek teknik maharet ister. Edebiyatta özgünlük ise süslemeleri ve efektleri silip atar. Gerçeklik, benzerliği silip atar ve bu da genellikle okuru afallatır, kafasını karıştırır. Özgün olanın, kendi sembolik küresi içinde metne müdahale etmesindense, gerçekliğin efektini yeğleriz.

Hangi kadın yazarları – bir önceki cevabınızda kullandığınız deyimle – ‘’edebî açıdan yeterince kuvvetli’’ buluyorsunuz?

Jane Austen. Virginia Woolf. Elsa Morante. Clarice Lispector. Alice Munro. Devam edebilirim, bu sonuçta uzun bir liste; Klasiklerden günümüze uzanıyor ve hayranlık verici bir çeşitlilik sergiliyor. Ama bu gerçeği kayda geçirmeye direniyorlar. Mesela, kadın yazarlar hâlâ kendi aralarında mukayese ediliyorlar. Başka ünlü kadın yazarlardan daha başarılı olabilirsin ama ünlü erkek yazarlardan daha başarılı sayılmazsın. Büyük kadın yazarları kendilerine model olarak seçtiğini söyleyen erkek yazar sayısı ne kadar da azdır.

The Paris Review söyleşinizde, yazarken ‘’gerçeği evcilleştirmeye’’ direnme gayretinden bahsediyor, bu evcilleşme tehlikesini de ‘’haddinden fazla kullanılmış ifade yollarını seçmek’’ diye açıklıyorsunuz. Napoli Romanları’nda konu olabildiğince evcil: Bir mahalle, aile, arkadaşlık, büyüme, olgunlaşma hikâyesi. Üslubunuz da aşikâr bir deneysellikten uzak. Sizi böyle bir hikâyeyi klişelere indirgemekten koruyan, ifadenin  kullanılmamış yollarına çıkaran ne?

Bir yazar olarak nasıl sonuçlar elde ettiğimi bilmiyorum ama yazarken neyi amaçladığımı biliyorum. Benim için hikâyenin şimdiye dek anlatılmamış olması önemli değildir: Okuyucuya çok yeniymiş gibi sunulan hikâyeler de kolayca kadim bir öze indirgenebilir. Sanki yazmak anlatıyı sözel ışıltılarla bezemekmiş gibi, suiistimal edilmiş bir konuyu güzel üslup iğneleriyle güçlendirmek de beni ilgilendirmiyor. Öte yandan, bu iş anlatının bir gereği olmaktan ziyade bir ustalık kanıtı gibi algılandığında zamanın, mekânın yapıçözümüne de kalkışmıyorum. Ben ortak tecrübeleri, ortak ızdırabı anlatıyorum ve – tek olmasa da – en büyük kaygım yarayı saran gazlı bezi katman katman sıyırmayı ve o yaranın doğru anlatısına varmayı becerebileceğim bir ton bulmaktır. Yara bana binlerce stereotipin, bizzat kahramanların korunmak için yarattıkları uydurma kişiliklerim arkasına saklandığı duygusunu verdikçe – yani anlatıya ne kadar duyarsız görünürse – ben de  o kadar ısrarcı olurum. Güzel yazı ilgilendirmez beni; beni yazmak ilgilendirir. Ve bunu geleneğin bana sunduğu her şeye başvurarak, onu kendi hedeflerime uygun şekilde eğip bükerek yaparım. Yenilik önemli değildir; bizzat bizlerin temkin ve konformizm yüzünden ahenkli biçimlerin içinde, hatta – neden olmasın – deneysel egzersizlerin içinde gizlediğimiz gerçekliktir önemli olan.

Napoli şehri bu dört kitabın merkezinde. İster Lenù ile Lila’nın mahallesinde, ister Ischia kumsalında veya şehrin zengin semtlerinde olalım, yere dair güçlü bir his hep var ve bunu manzarayı uzun uzadıya tasvir etmeksizin sağlıyorsunuz. Şehre sinemasal bir canlılık kazandırmayı nasıl başarıyorsunuz? Türkiyeli bir okur anlattığınız yerleri sadece gördüğünü değil, oraya ait olduğunu, o mahalleden çıktığını nasıl hissediyor?

Bu oluyorsa, kullandığım filtreler sayesinde oluyordur. Şehrin varlığı kendinde bir şey olarak verilmemiştir, sanırım etiketler, görüntüler üretmeden bu mümkün değil. Ben daha çok Lenù’nun algıladığı ya da hayal ettiği görüntüleri hedefliyorum, onun ve Lila’nın aracılığıyla anlatıyorum. Olayın fonu değil, uzak bir perde arkası değil, öğrenilmiş dünya, algılanmış dünya, hayal edilmiş dünyadır mahallenin çift katmanlı olmasını sağlayan.

Daha önce kadınların mücadelesinin benliğinizin olgunlaşmasındaki rolünden söz ettiniz. Bazı eleştirmenler romanlarınızı bir tür écriture féminine sayıyor. Yazarken feminist mücadeleye veya söyleme katkı yapma gayeniz var mı? Romanlarınızın feminist bir misyonu, işlevi  var mı? Sınıfsal yapının, ataerkil düzenin sebep olduğu acıları anlatırken, kendini siyasi ideolojinin ya da toplumsal konvansiyonun kucağında bulmaya nasıl direnir yazar?

Feminist kültürün serüveni benim kişisel tecrübemin, bu dünyada olma halimin vazgeçilmez bir parçası ama benim için anlatmak, hikâyemi siyasi-kültürel bir mücadeleye – o mücadele ne kadar doğru da olsa – eklemlemek anlamına gelmez. Militanlıkların doğrusallığından korkarım, edebiyatta berbat bir etki yaratır bu. Ben tutarsızlık noktalarını anlatırım. Kendi tecrübe ettiğim bir an, gündelik hayatta bana rehberlik eden bir formüle ne denli dönüşürse, onun hikâyesini anlatmak da bana o denli doğru ve acil geliyor.

Sizin için her cümlenin ritmi ve tonu en az anlattığınız konu kadar önemli. Niye? Hiç hikâyeniz için doğru tonu, doğru dili bulmakta zorlandığınız oluyor mu? Bulduğunuzu nasıl anlıyorsunuz?

Doğru tonun aranması benim için bütün muhtemel deneyselliklerin özündedir. Ezelden beri her edebî eserin temelinde bulunan zembereğin de bu olduğunu düşünüyorum ama geçen yüzyılda bu arayış tam bir obsesyon halini aldı. Beni ‘’şey’’e, onun gerçeğine yaklaştıran abrakadabra nedir? Dünyayı deşifre edebilmek, okunamaz olanı okunabilir olana indirgemek için nasıl bir eylemde bulunmalıyım; doğru mesafeyi bulabilmek değil, onu mümkün olduğunca kısaltmak için hangi stratejileri izlemeliyim? Ton arayışı, yirminci yüzyıl edebiyatının, ötekinin deşifre edilebilirliği ve edilemezliği arasındaki uzun bocalayışını sentezlemek için kullandığım formüldür. Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım romanımda bu sentez, sınırlara tutunmak ile sınırsızlanmak[i] arasındaki çarpışmada kendini gösteriyor.

Lenù ile Lila’nın arkadaşlığı gayet nüanslı. Okur, bu iki kadın arasındaki aslî çelişkiyi kendi iç çelişkisi gibi de tecrübe ediyor. Aralarındaki medcezir insanın benliğine etki eden farklı çekimlere benziyor. Bu iki karakterin arkadaşlığını merkez almaya sizi iten neydi? Aralarındaki medcezirin işlevi ne?

Bir ömür süren bir arkadaşlığı anlatmak istiyordum ve bunu bütün karmaşıklığı içinde yapmak istiyordum. Ama genellikle yaptığım üzere, bunu açıkça anlatan sesin hikâyenin bir yerinde susmasını sağlayarak anlatmak da istiyordum[ii]; sanki o sonuna kadar sürdüremeyecekti ya da onun sayfaları bir hikâyenin asla temize çekemeyeceği müsveddesiydi. Çünkü hikâyeyi dolu dolu bitişe taşıyabilecek kudrete sahip olan, anlatan değil, anlatılan öteki kızdı. Yazarken iki hedefim vardır: bildiğim her şeyi anlatmak ve bu arada hikâyeye bilmediğim, anlamadığım her şeyin de sızmasına izin vermek. Arkadaş’ta, bu ikinci hedefimin peşinden takıntılı bir biçimde gittim. Sanıyorum – eğer varsa – anlatının kudreti, onu yazanın değil, yazılmış olanın inadıyla dökülüyor sayfaya.

Italo Calvino’nun meşhur “karakterleri şekillendiren ‘ben’in ne kadarı gerçekte karakterler tarafından şekillendirilmiş bir ‘ben’dir’’ sorusu: Elena Ferrante’nin ne kadarını Lila ve Lenù şekillendirdi?

Tamamını. Yazdığın sürece sen sadece yazdığın şey olursun, yuvan orasıdır, seni o alır içine, seninle birlikte örülür. Geri kalan, senin yazı dışında olduğun hâlin gözle görünmez bir deredir.

Temalarınız, karakterleriniz arasındaki benzerlikler, anlattığınız yerler edebiyatınızın otobiyografik olduğu yorumuna yol açıyor. Ne ölçüde otobiyografik?

Kendi tecrübelerimi çok kullanıyorum ama bunu ancak o tecrübeleri, onların gerçekliğini yitirmeden bir kurguya dökmeyi başarıyorsam yapıyorum.

Karl Ove Knausgård Kavgam’da, otobiyografik bir anlatıya yönelmesini ‘’bütün edebiyatın çekirdeği gerçeğe benzerlikti ve gerçeklikle arasındaki mesafe hep aynıydı’’ diye açıklıyor. Edebiyatın gerçeğe benzerliğiyle gerçeklik arasındaki mesafenin okurken sizi rahatsız ettiği oldu mu hiç? Yazarken bu mesafeyi nasıl aşıyorsunuz?

Bu (rahatsızlık duygusu) ancak yazarın amacı saf ve yalın gerçeğe benzerlikse başıma geliyor. Gerçeğe benzerlik, insana kendini güvende hissettiren bir sembolizme kavuşmuş olan hakikattir. Oysa yazarın görevi, anlatıdan sıyrılıp kaçanı anlatabilmektir, anlatısal düzenden sıyrılıp kurtulanı yakalamaktır. Gerçeğe benzerlikten mümkün olduğunca uzaklaşmamız, kendi tecrübemizin hakiki çekirdeğiyle aramızdaki mesafeyi kısaltabilmemiz gerekir.

Roberto Saviano açık bir mektupla sizi Strega Ödülü’ne aday gösterdi.[iii] Yayıncınız ödülü kazansanız mutlu olacağınızı söyledi ama ödülün, parçası olmayı reddettiğiniz müesses nizam tarafından verildiğini de ekleyerek. Düzen tarafından takdir ya da gözardı edilmek, yazmak için elzem olan özgürlüğü kısıtlayabilir mi?

Kitaplarım onları okuyanlara aittir. Her okura büyük saygı duyarım ve ödül jürisinde de olsalar, akademik kişiler de olsalar, gazeteci, televizyoncu da olsalar bu değişmez. Yayımlanmış her kitabın kendi yolu vardır, önemli olan bu yolu yanında ben olmaksızın da yürüyebilmesidir. Ya da daha doğrusu, benim kesinlikle sayfaların dışında kalmış olan parçam olmadan yürüyebilmesidir.

Karakterlerinizin içsel hayatı çok canlı. Annenizden öğrendiğiniz o kelimeyi kullanarak sorayım: La frantumaglia’nın[iv] bu içsellikle nasıl bir bağlantısı var, kelimenin ima ettiği parçalanmış bütünlük bu içselliği nasıl açıklıyor?

La frantumaglia bizim kelimelere ya da başka biçimlere indirgenmekten kendini kurtarabilen parçamızdır, kriz anlarında kendine indirgenen, eriyen kısmımızdır ve sabit olarak içine yerleştirildiğimizi sandığımız düzenin bütünüdür. Temelde her içsellik özdenetime çarpan bir magmadır ve sayfanın enerji taşımasını istiyorsak, anlatmayı denememiz gereken de işte bu magmadır.

Frantumaglia halinde mi yazıyorsunuz? Yoksa çok daha disiplinli, planlı, hesaplı bir süreç mi yazmak sizin için?

Hayır, o halde yazamazdım. Bir düzenden yola çıkmalıyım, kendimi güvende hissetmeliyim. Ama biliyorum ki her kitabımın yazılmaya layık hale gelmesi için, yazmaya başlamama imkân veren o düzenin de parçalanması gereklidir, sonra yazı en başta da beni riske atarak doludizgin akar gider.

Yeni bir kitap üzerinde çalışıyor musunuz? Napoli Romanları’nı ne takip edecek?

Yazıyorum ama kendimi yeni bir kitap çıkarmaya ikna etmem zaman alacaktır. Çok teşekkür ederim.

 

Notlar:
[i] Ferrante burada ‘’smarginarsi’’ kelimesini kullanıyor; bu aynı zamanda yazarın Napoli Romanları’nda Lila’ya atfederek kullandığı üretilmiş bir terim. Lila’nın on dört yaşından itibaren yakalandığı bir tür ruhsal marazın adı ‘’smarginarsi,’’ onun ‘’sınırsızlanma olayı’’ dediği şey (Söylediğine göre o anlarda insanların ve nesnelerin sınırları ansızın eriyiveriyordu / Benim Olağanüstü Arkadaşım, Everest, sf. 101). İlişkilerin ve mekânın sınırlarının erimesi ile insanlara, şehirlere ve onların çizdiği keskin sınırlara tutunma çabası arasındaki çelişki Napoli Romanları’nın ana temalarından biri esasen.
[ii] Ferrante’nin burada sözünü ettiği ‘’hikâyeyi diğer kızın sürdürmesi’’ durumunu ve bunun romana kattığı derinliği kavramak için Napoli Romanları’nın dördüncü cildini okumak şart.
[iii] Ödülü kazansa da gidip almayacak olan Ferrante’nin, Saviano gibi prestijli bir yazar tarafından La Repubblica gazetesinde yayımlanan bir mektupla aday österilmesi, İtalya’da edebiyat dünyasını karıştırdı. Bir grup yazar, ödülün ‘’kimliğini gizleyen’’ bir romancıya verilmesi halinde bunu protesto edeceklerini açıkladı. Sonuçta bu yılki Strega Ödülü, 3 temmuzda  Nicola Lagioia’ya verildi.
[iv] Frantumaglia’nın Elena Ferrante tarafından nasıl tanımlandığını hatırlamak için bu yazıma bakabilirsiniz. Ayrıca İngilizce ve İtalyanca okuyanlara Stiliano Milkova’nın şu makalesini de öneriyorum.
Yazıda kullanılan ana görsel: Henri Matisse, La Conversation, 1938