Yarın artık dündür Sadık Bey…

"Pınar Kür kurguya büyük önem veren ve bunu ilk kitabından başlayarak ustalıkla başaran bir yazar olmakla birlikte, kendini kurgunun arkasına fazlasıyla saklayan bir yazar değildir. Özellikle romanlarında hemen her zaman kendi akranı diyebileceğimiz kişileri yazar. Bu da onun kendi kuşağının dönümlerini tam zamanında yakalamasına yarar."

21 Ekim 2021 20:00

Hani klasik Rus yazarları için hepsinin Gogol’ün paltosundan çıktığı söylenir ya, Türk edebiyatındaysa paltoları bereketli yayıncılar vardır: Ahmet Mithat, Yaşar Nabi, Attila İlhan… Attila İlhan’ın ’70’li yıllarda Bilgi Yayınevi’nin başında geçirdiği yaklaşık on yıl, Türk edebiyatının en parlak dönemlerinden biri olduğu gibi, İstanbul’un yayıncılığın başkenti olmak unvanını da Ankara’ya neredeyse kaptırdığı bir dönemdir. Pınar Kür’ün ilk kitabı da Attila İlhan yönetimindeki Bilgi Yayınevi tarafından 1976 yılında yayımlanır: Yarın…Yarın…

Her ne kadar yaygın medyada, ’70’leri şarkıları, filmleri, kıyafetleriyle masum olduğu varsayılan bir özlemle anmaya zorlansak da, edebiyata bakanlar o dönemde koca bir 12 Mart külliyatı ile karşılaşacaklardır. Kimisi unutulmuş, kimisi ise edebiyatımızın köşe taşlarından olmuş bu kitaplar bize işkenceler, idamlar, sınıf mücadelesinde yaşanan sertliklerle dolu, karanlık bir gerçeği anlatırlar. Ellerin havaya kalktığı şarkıların, eski güzelim İstanbul görüntülerinin önünde yaşanan zengin oğlan-fakir kız aşklarının neleri perdelediğini, Türkiye aydınının sınıf mücadelesi konusunda bırakın teorik kitapları, romanlarda bile neleri tartıştığını anlamak için o kitaplara bakmak yeterlidir. Yarın… Yarın… o kitaplardan biridir.

Pınar Kür kurguya büyük önem veren ve bunu ilk kitabından başlayarak ustalıkla başaran bir yazar olmakla birlikte, kendini kurgunun arkasına fazlasıyla saklayan bir yazar değildir. Özellikle romanlarında hemen her zaman kendi akranı diyebileceğimiz kişileri yazar. Bu da onun kendi kuşağının dönümlerini tam zamanında yakalamasına yarar. Öte yandan kişileri genellikle kendisi gibi yabancı okullarda okumuş, yurtdışında bulunmuşlardır. Özellikle de çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Amerika’nın değil de, doktora yapmak üzere gittiği Paris’in adı geçer sık sık.

Yarın… Yarın…’a dönecek olursak, yazarın kendisi gibi iki öğretmenin kızı ve kolej mezunu olan, zengin kocasıyla zengin bir yaşam süren Seyda ile yine kolej mezunu ve Paris’te eğitim görürken ‘68 olaylarının tanığı olmuş Selim’in öyküsüdür. Selim bir akşam yemeğinde girer Seyda’nın hayatına. O da zengin bir ailenin kolej mezunu oğludur, Fransa’da üniversite okumuştur. Ancak Paris’te tanıştığı Troçkist bir kız nedeniyle artık bir Troçkist’tir. Seyda ile Selim’in ilişkileri boyunca, sohbetlerinde, tartışmalarında günün tartışmalarını da izleriz. Aslında bu hiçbir günün içine sığmayacak bir tartışmadır. Teori ile günlük yaşam arasında ortaya çıkan çelişkiler, bireyin yüzyılların öğrenilmişliğiyle düşeceği yanılgılar ve tabii ki Marksist teoride bireysel varlığın nereye oturduğu… Bir Troçkist olan Selim, idealist bir vicdanla ileri sürülen adalet talebinin Marksizm’de yeri olmadığı konusunda son derece nettir. Bu nedenle de kendi içindeki acıma duygusu en çok mücadele ettiği şeylerin başında gelir. Selim’in kitabın sonunda kırsal bir alanda kurşunlarla delik deşik edilerek öldürülmesi akla 12 Mart sonrasında katledilen devrimcileri getirir doğal olarak. Pınar Kür bir sonraki kitabı Küçük Oyuncu’nun başına bir açıklama ekler bu nedenle. Selim karakterinde belli bir kişiyi yazmadığını belirtir.

Yarın… Yarın…, ’47’liler diye bilinen kuşakla aşağı yukarı aynı yaşta, edebiyatın yanı sıra Marx ve Freud’u iyi okumuş, gününün politik ve teorik tartışmalarını takip eden genç bir kadının 12 Mart’tan beş yıl sonra yayımlanan ilk romanıdır.

Pınar Kür’ün daha sonra kitapları arasında vereceği, bazen çok uzamış aralara bakınca, şaşırtıcı biçimde kısa bir zaman sonra ikinci kitabı Küçük Oyuncu yayımlanır. Bir kez daha roman kahramanında kendini görünür kılar Pınar Kür. Yine kolej mezunu olan ve bu nedenle de tiyatronun yeni açılımlarından o zamandan beri haberdar olan tiyatrocu Semra ve çevresiyle tanışırız. Kür’ün Paris’te tiyatro üzerine doktora yaptığı ve kitabın yazıldığı dönemde de dramaturg olarak çalıştığı göz önüne alınırsa otobiyografik izler belirginleşir. Ancak bu izler kitabı otobiyografik bir çalışma yapmaz; kurgulanmış, yazılmış bir metindir elimizdeki, anlatılmış değildir.

İlk kitabın başarısından sonra ilk baskısının kapağında “Yarın… Yarın…’ın yazarının romanı” ibaresiyle yayımlanır Küçük Oyuncu. Belli ki kitap, yazarının önüne geçmiş, yayınevi “aman bir yanlışlık olmasın, Pınar Kür adı unutulmuştur belki ama kitap biliniyor” diye düşünmüş olmalı. Yazarların sosyal medya kullanmadığı çağda bunlar olabilirdi. Kitaplar yazarlarından daha fazla akılda kalabilirdi.

Bu kez tiyatro çevresi içinde çapraz aşklar, dostluklar ve rekabetlerle sürer kitap. Ancak kitabın konusu, sanat ve hayatta “ne olmak”tır. Kitapta geçen “Küçük rol yoktur, küçük oyuncu vardır” lafı Kür’ün sanat ve yaşam üstüne görüşünün en kısa özeti gibidir. Yaşadığının hakkını vermeye çalışan, provasız çıkılan bu sahnede doğruyu yapmak için sorgulayan, genç insanlardır tanıştıklarımız ve tabii ki sadece sahnedeki yerini korumaya çalışanlar… Pınar Kür kitaptaki kişilerin gerçek hayattaki kişilerle ilgisi olmadığını belirtmekle yetinmez, bir de önsöz yazar kitabına. Bugün çağdaş klasiklerimiz arasında olan Pınar Kür henüz genç bir yazardır ve belli ki yanlış anlaşılmaktan da, kitabındaki gerçek derdinin gözden kaçmasından da korkmuştur. Bir önceki kitabındaki Selim’in belli biri olmadığını söyledikten sonra, bu kitabın yazılışında bu kitapta nasıl bir edebiyat deneyine girdiğini anlatır. “Çünkü günlük gerçeğin her ânı gerekli değildir romana. Ama kanımca yapay gerçekliği de yıkmak gerekiyor.” Sonrasında romanın kurgusundaki deneyleri açıklar ve “Sonuç biçim olarak bildiğimiz romanlara benzemiyor ama, roman gerçeğini yıkmış da değilim. Tersine, romanın asıl gerçeğine, özüne indim sanıyorum. Adını ‘roman özü’ koyabiliriz kitabın” diye bitirir yazısını. Semra yaşananı anlatmaya çalışır ve anlatısının yetersizliğiyle karşılaşır. 12 Mart’ın alttan alta varlığını koruduğu ama önceki kitabındaki gibi temel mesele olmadığı bu roman, yaşamla kurgu arasındaki gerilimi edebiyatının temaları arasına ilk sokuşudur Pınar Kür’ün ve sonraki dönemlerine ilişkin bir ipucudur. “İnsan kendini anlatmaz, kendi hakkında bir hikâye anlatır" diye alıntılar de Beauvoir’dan.

Bu kitaptan sonra öykü kitabı Bir Deli Ağaç gelir. Romanlarına göre öykülerinde daha yumuşak ve uysaldır Kür’ün sesi. Bir Deli Ağaç ve Akışı Olmayan Sular, Kür’ün bu çok başarılı iki öykü kitabı aslında aynı evin odaları gibi birbirine açılır alttan alta. Kimileyin gerçekten aynı binanın katlarındadır, bu kez de Pınar Kür’ün uzun yıllar oturduğu Elmadağ’daki evi mimarisiyle görünürdür kimileyin değildir ama ruhsal bir yakınlık, akrabalık sürer aralarında. İlk romanından sonraki romanlarında kurguyla kurduğu ilişkiyi metnin içine yediren Pınar Kür daha bir anlatıcıdır öykülerinde. Sanki dinleniyor, soluklanıyordur.

Sonrasında Asılacak Kadın, Bitmeyen Aşk gibi çok ses getiren romanlar vardır.

Kendi yaşamını görünür kılarken kendi kuşağının ve gününün dönümlerine tanıklık etmiş olduğunu belirttiğim Pınar Kür’ün en çok okunan kitabı ise Asılacak Kadın’dır. Yazarın içinden geldiği dünyanın tamamen dışından bir karakter başroldedir bu kez. Hizmetçi olarak girdiği evin sapkın oğluyla evlenen Melek, kocasını öldürmekten idama mahkûm olur ve cinayeti aslında kendisinin işlemediğini bile söylemez. Yazarın çağına yakın tanıklığı sürmektedir. 12 Eylül’ün sessizleştirdiği Türkiye’de yeni bir hareket yükselmektedir. Ana medyada bazen “ilginç” bazen de “edepsiz” bulunan feminizmdir bu yeni akım. Aslında yeni değildir tabii, Osmanlı’nın geç dönemlerinden beri gündemin kıyısında gelişmektedir. Hatta Memduh Şevket Esendal’a “Feminist” diye mizahi bir öykü yazdırmışlığı bile vardır. Ancak bu kez Duygu Asena ve benzerlerinin kadın dergileriyle öne çıkmakta, yaygınlaşmaktadır. Elbette bu popüler feminizmin yanında asıl gelişen, bugünün en güçlü toplumsal muhalefetlerinden birini oluşturan feminizm, sol gelenekten gelen, 12 Eylül öncesinin sendikal ve siyasi hareketlerinde örgütlenme deneyine sahip kadınların tartışmalarıyla ilerlemektedir. Kadının taleplerini, vicdan temelli bir adalet duygusuyla hareket etmeden, doğrudan ataerkil toplum yapısını sorgulayarak, toplumu yeniden ve başka biçimde örgütlemek üzerinden dile getiren feminizmdir bu. Asılacak Kadın, işte popüler feminizmin daha görünür olduğu bu dönemde, kadını sınıfıyla, toplumsal yapıyı da ikiyüzlülüğü ile ele alır. Yazarın diğer kitaplarında yine kendini var etme kavgası veren, yine toplumsal cinsiyetçiliğin baskısına uğrayan kolejden yetişme kadınların gerçekliğinin dışında konumlanır kadın bu kez. Kendini dile getirmekten bile acizdir, nerede kalmış varoluş kaygıları... Ataerkil bilincin değil sadece, sınıflı toplumun da bir kurbanı olarak, kendini birey olarak dile bile getirmekten mahrum bir atık gibi harcanmaktadır.

Bitmeyen Aşk da yazarın yaşam-yazı, gerçek-kurgu gerilimini okurla paylaştığı bir romandır. Bir aşk romanı olmasının yanı sıra bir aşk romanının yazılma girişimidir aynı zamanda. Ve sonrası, Berna Moran’ın Türk edebiyatının ilk postmodern polisiye romanı olarak tanımladığı Bir Cinayet Romanı ile gelir. Küçük Oyuncu’da Semra’nın yaşananları Ayşe adlı bir karakter üzerinden anlatmaya soyunması ve yaşananı yazmanın imkânsızlığıyla yazılanın tam da yaşanan olup olmadığına ilişkin ikircikli hal ile kurgunun çatılışını okura açma çabası ve sonrasında Bitmeyen Aşk’ın sonunda, “Nilgün’ü karanlığın içine yuvarlanmaktan kurtardı mı son anda? Yoksa Sinan’la birlik olup öldürdü mü onu?” diyerek öyküyü kendinden her şey beklenecek olan yazarın eline teslim ederken kitabın sonunu okurun kararına bırakması ve böylece okuru okuduğu üstünden kitabı yeniden kurgulamaya çağırması Bir Cinayet Romanı’na giden yolun duraklarıdır.Berna Moran her iki kitabı kısaca şöyle ilişkilendirir:

“Pınar Kür bundan bir önceki romanı Bitmeyen Aşk’ta da okura, okuduğu anlatının yaşamı yansıtan ayna değil, yazar tarafından uydurulmuş, inşa edilmiş yapay bir yapı olduğunu hatırlatmıştı hep. Bir Cinayet Romanı’nda da yansıtılan, yaşamdan çok, daha önce yazılmış metinlerdir – özellikle detektif romanları metinleri.”

Kendisiyle yapılan söyleşi kitabının adını Aşkın Sonu Cinayet koyarken sadece espri yapmamış belli ki Pınar Kür, bu kitaplar arasındaki sürekliliği de görmemizi istemiş. Daha sonra ise Hayalet Öyküler adıyla bir öykü kitabı, Cinayet Fakültesi adıyla bir roman gelir.

Şimdilik son kitap ise Sadık Bey’dir. Sadık Bey, Pınar Kür’ün kendi kuşağının belli bir kesimine bir kez daha bakışıdır. Bu kez de orta yaşın sonlarında aşağı yukarı akrandırlar karakteriyle. Hayatında entelektüel hayaller kurmuş, aşk hayalleri kurmuş, hiçbirini doğru dürüst cesaret edemediği için gerçekleştirememiş, hayallerini salt bir bencillik olarak başkalarına yüklemiş, sonunda kendi küçük oyunlarında fena çuvallamış biri Sadık Bey… Usta bir polisiye kurgu gibi işler romanı Pınar Kür. Ancak baştan beri Sadık Bey’i bir hayal kırıklığı olarak gördüğü bellidir. Yarın… Yarın… inadıyla başlamış, tutkuyla hayatı, aşkı, sanatı sorgulamış bir kuşağın belli bir kesiminin sonunda ulaşa ulaşa ulaştığı bir boşluk, bir beyhudeliktir Sadık Bey. Hayatında gösteremediği cesareti son bir kez bağışlar Pınar Kür, Sadık Bey’e ama büyük bir umursamazlıkla yapar bunu. Gogol’ün Palto’nun sonunda kahramanına bağışladığı görkemli bir finali esirger, bütün ışıltısını söndürür bu cesaretin. Bu ışıltısızlıkta da hınç yoktur, kayıtsızlık vardır. Yarını yalnız bireysel bir talep olarak hayal etmiş ve ona da cesareti, direnci yetmemiş olan Sadık Bey’e bakarken gördüğü sakin, soğukkanlı bir hayal kırıklığıdır. Herhangi bir karakterine ilk kez bu kadar mesafelidir Pınar Kür. Bu nedenle de hüzünlü bir kitaptır Sadık Bey. Hayatın kendisine ilişkin bir kırgınlığı dile getiriyor gibidir.

Bu hüzünden kurtulmak için yeni bir Pınar Kür kitabı gerekiyor galiba…