Yakup Kadri ve “İşin İç Yüzü”

Hikâye Külliyatı adlı kitapçık serisinde yayımlanan, Serdar Soydan tarafından Latin harflerine aktarılan "İşin İç Yüzü" hikâyesi ilk kez K24 Evvel Zaman sayfalarında...

25 Temmuz 2019 10:00

Süleyman Sudi’nin sahibi olduğu Sudi Kitaphanesi, 1918 yılında[1] “Hikâye Külliyatı” başlığı altında bir seri kitapçık yayımlamaya başlar. Birer formalık, yani on altışar sayfalık kitapçıklardır her biri. Birinci sayının sonunda şu şekilde tanıtılır Hikâye Külliyatı’nın amacı ve içeriği:

Hikâye Külliyatı’nın yayınlanma amacı, edebiyatımızın en yüksek yeteneklerinin yeni eserlerini, zarif bir şekilde, ucuz fiyatla okunması ve faydalanılması için sunmaktır. Yayınlayacağımız eserler, okuyanları takip mecburiyetinde bırakacak uzun ve sıkıcı romanlar değil, bir nefeste okunabilecek kısa ve cazip hikâyeler olacaktır. Bu eserlerin, Halit Ziya, Ahmet Hikmet, Hüseyin Rahmi, Refik Halit, Yakup Kadri, Ömer Seyfettin beylerle külliyatın ilk numarasını teşkil eden “İlk Aşk” yazarı Mehmet Rauf beylerin en yeni yazılarını içereceğini söylersek, Hikâye Külliyatı’nın ne kıymetli eserlerden oluşacağı anlaşılır.[2] Öyle ki, az zamanda edebiyat tutkunları her numarası başka zarif kapakla süslü olmak üzere ellerinde gayet müstesna bir hikâye koleksiyonu bulacaktır. İkinci numara Yakup Kadri Bey’in en yeni ve pek nefis hikâyesi olacaktır.[3]

Bu hoş proje kapsamında tam 20 kitapçık yayımlanır.[4] Kitapçıklar, birer hafta arayla okuyucuya sunulur. Halit Ziya’dan Hüseyin Rahmi’ye, Peyami Safa’dan, Refik Halit’e, F. Celalettin, Nezihe Muhittin, Selahattin Enis ve Safveti Ziya gibi bugün daha az bilinen isimlere kadar pek çok yazarın bu seri için özel olarak kaleme aldığı öyküler ardı ardına çıkar. Lakin Mehmet Rauf’a ayrı bir yer ayırmak gerekir. Zira ilk sayıdan son sayıya kadar tam 13 öyküsü bu külliyat içerisinde yayımlanır.[5]

Hikâye Külliyatı, dönemin sevilen, rağbet gören edebiyatçılarını -Süleyman Sudi amme hizmeti yapmıyordur muhtemelen, para kazanmak istiyordur, bu yüzden "para eder" yazarları seçmiş olmalı- ve hikâye anlayışını ortaya koyması açısından değerli. Bugün ekserisi kitabevlerinin “Türk Klasikleri” raflarında gördüğümüz imzaların, daha sonra kitaplarına da aldıkları, sonradan Latin harflerine geçirilmiş, az çok erişilebilir öyküleri pek çoğu…

Pek çoğu diyorum, çünkü bu öykülerden bazıları Arap harflerinde, bu birer formalık kitapçıklarda kalmış. Peyami Safa, Nezihe Muhittin yahut Safveti Ziya gibi öyküleri doğru düzgün yahut hiç derlenmemiş yazarları bir kenara bırakacak olursak, Yakup Kadri’nin de külliyatta yer alan iki öyküsünün henüz gün ışığına çıkartılmamış olması şaşırtıcıdır.

Hikâye Külliyatı’nın ikinci sayısında “İşin İç Yüzü” ve onuncu sayısında “Kiraz Bahçeleri” adlı iki hikâyesi yayımlanır Yakup Kadri’nin. Bu iki öykü İletişim Yayınları’ndan çıkan üç hikâye kitabında da yer almıyor. Ufuk Aykol’un dipnotta künyesini verdiğim, Hikâye Külliyatı’nı tanıtan yazısında da değindiği gibi, Yakup Kadri hakkındaki tezler de bu öyküleri es geçmiş.  

*

Bu iki öyküden biri, “İşin İç Yüzü” hacca gitmeyi saplantı haline getirmiş, hayatı boyunca bu uğurda para biriktiren, karısını alıp kutsal topraklara gitmek ve oraya yerleşmek hayaliyle yanıp tutuşan Şükrü Efendi’nin macerasını anlatıyor. Yakup Kadri, Şükrü Efendi’nin bu iptilasını uzun uzadıya tasvir ediyor.

Vakıa Şükrü Efendi para biriktiriyordu; dişinden tırnağından, çocuklarının sırtından, başından arttırdığı paraları üst üste koyuyor, bir yere saklıyordu. Fakat ne için? İşte hayatının bütün sırrı buradaydı ve bunu otuz yıldır herkese söylediği halde hiç kimse anlamak istemiyordu. Şükrü Efendi’nin ta çocukluğundan beri tek bir emeli vardı. Denilebilir ki bu emel onu hayata rapteden yegâne bağdı ve bütün düşüncelerinin, bütün hareketlerinin, bütün say’inin yegâne mihveriydi. Bu emel hacca gitmek emeliydi. Şükrü Efendi’nin genç yaşından beri zevk neşat, cuşiş, heyecan namına duyduğu şey yalnız bu oldu; bu tasavvur hatırına geldikçe içi titrer, kendisinden geçerdi. Bütün mükalemelerinin mevzuu hacca dair hikâyelerdi. Bu mukaddes sefer için ne kadar lazımdır? Hangi yol daha muvafıktır? Kaç günde gidilir? Deniz yolculuğu, kara yolculuğu ne kadar gün sürer? Develere nereden binilir? Çöl nasıl şeydir? Delillere kaç kuruş vermek münasiptir? Mekke’ye inince ilk yapılacak şey nedir? Medine’yle Mekke arası kaç saattir? Bu mübarek beldelerin evleri, sokakları nasıldır? Hep bunları konuşurdu ve mükalemeleri ziyaretlere, ibadetlere, tavafa, Arafat’a, Ravza’ya, Hacerü’l-evset’e ilah… dökülünce adeta cezbesi tutardı. Yüzüne gevşek bir tebessüm gelirdi. Gözlerine yaş inerdi ve sesi titrer, dili dolaşırdı. Onun içindir ki en ziyade hacılarla düşüp kalkar ve evinde Mekke ve Medine’den gelmiş eşyalarla muhat yaşardı: Odasının rafları, dolapları küçücük kına torbalarıyla, hasırlı zemzem sürahileriyle, kokulu tespihlerle, akik yüzükler, hilaller, henüz açılmamış misvaklar, sakal tarakları, parıltılı, kumlu taş parçaları ve daha buna benzer birçok Hicaz hatırlarıyla dopdoluydu. Sandıklarındaysa zemzem suyuna batırılmış havlular, tülbentler, bezler ve senelerden beri mutasavver seyahatlerinde kendisine lüzumu olacak daha birtakım eşya saklıydı. Hac mevsimlerinde Şükrü Efendi artık kendisine malik değildi; ruhu gidenlerle beraber gider, gelenlerle beraber gelirdi. On sekiz yaşından beri memleketinden kaç hacıyı teşyie ve kaçını istikbale koştu; avdet edenler önünde ne hayretlere ne istiğraklara düştü, gidenler arkasından ne kadar içini çekti; bunlar sayılmakla, anlatılmakla biter tükenir vakalar değildi. Hayatının yalnız bu kısmına dair yüz sahifelik bir kitap yazılsa yine kifayet etmez. Hacdan gelen ahbaplarının ona getirdikleri hediyeler onun için çocuklarından daha kıymetliydi. Günlerce koynunda taşır, geceleri yatağından kalkıp okşar, koklar, saatlerce avcunun içinde tutar, nerelere koyacağını bilemezdi.

İşte, Şükrü Efendi bu aşk yolunadır ki, kaç yıldır yemiyor, içmiyor, yedirmiyor, içirmiyor, muttasıl para saklıyordu.

Şükrü Efendi bu hayalini, en sonunda 1334 yılının Zilkade ayının 25. günü, Miladi Takvim'e çevirirsek 23 Eylül 1916 günü Şam’a gidecek kafileye katılarak gerçekleştirmeye karar veriyor. Para pul, her şey hazır. Lakin talihsizlikler ardı ardına geliyor. Önce karısı hastalanıyor. Zavallı kadının hasta hasta yola çıkması imkânsız. Düşünüp taşınıyor Şükrü Efendi, hac hayali daha ağır basıyor sonunda ve karısını geride bırakıyor.

Şam’a vardığındaysa Birinci Dünya Savaşı gerçeğiyle yüzleşiyor, Mekke Şerifi Hüseyin’in bağımsızlığını ilan ettiğini, bu sebeple hac yolunun kapandığını öğreniyor.

Yeni bir harbin hacca müşkülat vereceği, haccı men edebileceği ve bahusus Hicaz’ı bizden ayıracağı ihtimalini hiç hatırına getirmemişti. Nitekim Şam’a muvasalatında gördüğü vaziyeti anlatmakta ve işittiği sözleri dinlemekte pek çok güçlük çekti. Vakıa onu bekleyecek kafileden beş on kişi kendisi gibi her şeye rağmen yola çıkmaya taraftardı. Fakat manialar o kadar çok ve o kadar ayandı ki niyeti faale çevirmeye madden imkân görünmüyordu. Şükrü Efendi yanlışlıkla küffar diyarına düştüğüne zahip oldu.

“Nasıl olur canım,” diyordu. “Nasıl olur ki bu yıl haç geri kalsın, Ehl-i İslam Ravza-i Mutahhara’yı tavaftan mahrum olsun.”

Ve kendisine verilen cevaplar beyninin içinde uğulduyordu. Ona dediler ki:

“Bir ay evvel gelseydiniz belki gidebilirdiniz. Vakıa hat meşguldü, yollar emin değildi, ötede beride ihtilaller vardı; fakat henüz Mekke Şerifi krallığını ilan etmemiş ve muharebeler başlamamıştı. Şimdi münakalat tamamıyla kesildi. Son hücumlardan haberiniz yok mu?”

Şükrü Efendi yine bir şey anlamamıştı. İhtilal, Mekke Şerifi, harp, hücum, fakat kimle, neden, nerede? Ve beynindeki iki dilim dünya bir türlü üç dilime ayrılamıyordu.

Dört arkadaşla iki defa kafileden ayrıldılar ve iki defa geriye döndüler. Arkadaşları rint ve şakacı adamlardı. Ona “Neyse hiç olmazsa Şam’ı gördük, yarı hacı olduk,” diyorlardı.

Büyük bir yıkım yaşıyor tabii. Otel odasında günlerce ağlıyor, mecnun gibi sokaklarda dolaşıyor. Bu sükût-ı hayal coşkun gönlünün kendisine tutunacak yeni bir dal, saplantı hâline getirilecek yeni bir arzu nesnesi bulmasına yol açıyor. Ve dinibütün Şükrü Efendi, Şam sokaklarında tanıştığı Mesut Efendi’nin davetine uyarak, kafasını dağıtmak için evine gidiyor ve orada bir rakkaseye tutuluyor. Ama ne tutulmak… Hacca gitme arzusunu yaşayışı gibi bu alakasında, bu tutku ve emelinde de aşırıya kaçıyor.

Hanendeler içinde bir kör vardı, sesi ta ruha kadar giriyordu, Şükrü Efendi’yi ilk teshir eden şey de bu oldu. İçinden düşündü ki güzel ses yoluna dinini terk edenler ne kadar mazurdur; Hazreti Ömer’in kıssasını hatırladı. Bahusus çağrılan şarkılar hep Arapça idi; Arapçayı içindeki layetenahiyle ilk defa işitiyordu. Derken rakkaseler içinden bir kadın nazar-ı dikkatini celp etti; uzun boylu, kara gözlü, beyaz bir kadındı. Dudakları ateş, kan ve nar gibiydi. Şükrü Efendi başını kaldırıp onu gördükçe “Ah yarabbi, sen bilirsin! Taksiratımı affet!” diyordu. Şüphesiz kalbinin sendelediğini hissediyordu. Bir an geldi ki yerinden kalkıp şimdi yorgun, şakakları terlemiş, bir minderin üstünde soluk soluğa bir elmayı ısıran kadının yanına sokulmak ve ona bir şeyler söylemek istedi. Fakat bir türlü cesaret edemedi. Nihayet Mesut Efendi’yi yanına çağırdı, eline yavaşça on altın döktü ve kız gibi yüzü kızararak “Rica ederim şunu, karşıda, minderin üstünde elma yiyen kadıncağıza ver!” dedi.

*

Sabahleyin yatağı içinde uyanan Şükrü Efendi’nin hali müthiş ve haileengizdi. Dünya yıkılmış, o altında kalmış gibiydi. Karısını, çocuklarını, hac hediyelerini ve mübarek hac yolunu düşündü. Bütün bunlar ona uzak, müphem, rüyalara karışmış hatıralar gibi geliyordu. Bedeni içinde, şimdi iki adam vardı. Birbirine zıt iki türlü adam vardı. Bu iki adam hayretle, korkuyla birbirine bakıyordu bakıyor, birbirini yokluyordu. Dünkü adam bugünküne “Sen kimsin?” diyordu. Bugünküyse dünküne “Sen neydin?” diyordu ve Şükrü Efendi’nin içinden bir acayip hüzün, bir derdine ağlamak ihtiyacı geliyordu. Kalktı abdest aldı, kuşluk namazını kıldı ve uzun bir müddet murakabeye daldı; niyeti bütün gününü Şam Cami-i Şerifinde ta’at ve ibadetle geçirmekti. Nitekim öyle yaptı. Fakat beyninin içinde mütemadiyen dün akşamki Arapça şarkıların sesi ve gözlerinin önünde, minderin üstünde şakakları terli, elmayı ısıran nar dudaklı kadının hayali vardı. 

Arkadaşları memlekete dönerken, o Şam’da kalmayı seçiyor. Ve bu rakkase uğrunda tüm parasını harcayıp, beş kuruşsuz ve sefih bir hâlde kasabasına dönüyor.

“İşin İç Yüzü” bu macerayı bir geri dönüşle (flashback) anlatıyor. Öykü beş parasız bir hâlde kasabasına dönen "sefih" Şükrü Efendi’nin dile düşüşünü, kınanışını, dışlanışını anlatarak başlıyor.

Kasabada herkes Şükrü Efendi’nin aleyhinde, bilen bilmeyen diline geleni söylüyor, biçare adamın ne namusu ne itibarı kaldı; elli yıllık haysiyeti payimal oldu. Neredeyse mahalle çocukları onu çarşıda taşa tutacaklar; zira bu kadar dile gelen ve bu kadar düşen adamların cezasını o kasabada çocuklar verir; arkasından teneke çalarlar, düdük öttürürler, hep bir ağızdan cinaslı türküler çağırırlar, bunlar da tesir etmezse ille tecavüzlere başlarlar. Fakat daima ilk hareket işareti kadınların dili ucundadır, bunlar doğru yoldan çıkanları, dişi olsun, erkek olsun, herkesten evvel sezerler, evvela hayretle, sonra gülerek, utanarak, daha sonra acıyarak ve en nihayet nefret ve hiddet püskürerek bahsederler; Şükrü Efendi için de böyle yaptılar. Zavallı Şükrü Efendi, o ki elli yıldır kasabanın en akıllı, en vakarlı ve en salih adamıydı. Vakıa rağbet, hürmet ve nüfuzun yegâne amili olan servetten mahrumdu. Fakat ne kadar olsa memleketin eşrafındandı; babası uzun zamanlar müderrislik ve müfettişlik makamlarında kalmış ulemadan bir zat olmakla beraber kendisi ilmi tarike salik değildi. Bununla beraber küçük yaşından beri sarık sarar, cübbe ve şalvar giyerdi. On dokuzunda evlendi, yirmi beşinde biri kız, üçü oğlan dört çocuk babası oldu. Yaşına yakışmaz bir ağırlığı ve değme zahit kimselerin bile canını sıkacak bir taassubu vardı. İkide birde abdesti bozan, orucu sakatlayan veya imanı zayıf düşüren kazalara, hadiselere dair istişarede bulunmak için müftünün önünde diz çöker, müderrisin kapısı önünde saatlerce beklemeye giderdi. Zihnini işgal eden meselelerin en mühimi dinin ameli cihetlerine dair olan müteferri meselelerdi; buna dair kimi el yazısı, kimi taş basması cilt cilt kitapları vardı, akşam yemeklerini müteakip dişlerini misvakla bir iyice ovduktan sonra köşe minderine çekilir, yüksek sesle ve kendine mahsus bir makamla hep bu kitapları okurdu; son zamanlarda biraz da Muhammediye’ye merak eder gibi oldu; fakat züht erbabının bu kitaba dair şüpheleri onu derhal bu zevkten de vazgeçirdi.  

Finaldeyse -tüm bu sergüzeşti hikâye ettikten sonra- anlatıcı Şükrü Efendi’nin aynı adam olduğunu, sanılanın aksine değişmediğine dair saptamasını ortaya koyuyor.

İşte bu imkânsız ve yeni sevda yolunda birçok elim maceralardan sonra memlekete avdet ettiği zaman onu büsbütün değişmiş ve sefahat ve zelalete sapmış bulanlara bu hakikati, bu sırrı söylemek istiyorum. Vakıa Şükrü Efendi zahiri hareketleri itibarıyla artık o eski Şükrü Efendi değildir. Fakat gönlü hâlâ o gönüldür. Dün Ravza-i Mutahhara’nın daüssılasıyla hep ona dair hatıralar ve ondan bahseden kimselerle muhat yaşıyordu; şimdi Şam’da işittiği şarkıları ve gördüğü dudakları hatırlatacak şeyler ve kimselerle düşüp kalkıyor. Bu herhalde bir zelalettir, fakat hak ve adalet namına isterim ki sebebi bilinsin. 

*

“İşin İç Yüzü”nü Latin harflerine çevirirken metin dizildikten sonra bazı kelimelerin çıkarıldığını fark ettim. Paragraflarda bazen birkaç kelimelik boşluklar vardı. Önce mekân adlarının belirsizleştirildiğini sandım. (…) kasabası, *** vilayeti, roman ve öykülerden aşina olduğumuz kullanımlar. Gerçekten çıkarılan kelimelerden biri "Şam"; yani bir yer adı. Fakat itina ile çıkarılan diğer kelime bir yer adı değil; "Arap" kelimesi. Bu iki kelimeyi nasıl mı buldum? Metinde sanki okuyuculara kılavuzluk etsin diye bir tane "Arap" bir tane de "Şam" kelimesi unutulmuş; Allah’ın işi. Bunun dışında bir cümlede üç dört kelimelik bir boşluk vardı. Ama bir sonraki paragrafta bu boşluğu da anlamlandıran, okuyucunun tahmin yürütmesini sağlayan bir başka cümle bulunuyordu yine. Sadece Şükrü Efendi’nin Şam’da tanıştığı Mesut Efendi’nin kıyafetinin kumaşının sıfatı eksik kalıyordu böylece.

Tüm bu boşlukların sansür kaynaklı olabileceğini düşündüm. Zira üç sayı sonra, Hikâye Külliyatı’nın beşinci sayısında kapakta Hüseyin Rahmi’nin “Tövbeler Tövbesi” adlı öyküsü yer alırken, içeride Selma Langerlöf’ün “Ana Acısı” öyküsü vardır. Sayının başındaki açıklamada öykünün “son saatte sansür kurulu tarafında tayy edildi”ği (çıkartıldığı) söylenir.[6] Demek ki bu öyküler sansür tarafından okunuyor ve makaslanıyordu. Yakup Kadri’nin öyküsündeki Arap, Şam kelimeleri ve Mekke Şerifi’nin krallığını ilan etmesi gibi ayrıntılar belki bu yüzden çıkartılmıştı. O zamanın politikaları, hassasiyetleri sebebiyle. Ben böyle düşündüm ve boşlukları doldurdum ama eklediğim kelimeler belli olsun diye de altlarını çizdim. Mesut Efendi’nin entarisiniyse bağlama uygun olarak İngiliz kumaşından seçtim.

*

“İşin İç Yüzü” ile “Kiraz Bahçeleri” öykülerini bulup çevirdikten ve bu yazıyı yazdıktan sonra, iki öyküyü ve Latin harfli çevirilerini İletişim Yayınları’na gönderdim ve bu sayede iki öykünün de yayınevinin programında olduğunu öğrendim. Bu yüzden “İşin İç Yüzü”nün tam çevirisini paylaşamadık. Bu iki güzel öykünün tam çevirilerini okumak için İletişim Yayınları’nın onları var olan hikâye derlemelerinden birine eklemesini bekleyeceksiniz.[7]  

 

 


[1] Aslında kitapçıkların üzerinde tarih yok. Seyfettin Özege de Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’nda tarih vermiyor. 1918, yalnız Atatürk Kitaplığı’ndaki kayıtta geçen bir tarih. Fakat bence 1919 olması daha olası. Zira külliyatın başındaki “İki Söz” başlıklı yazıda “Halk beş sene devam eden harp ve darptan bıktı,” denilmekte, savaşın bitmiş olduğu söylenmektedir. Birinci Dünya Savaşı resmi olarak 12 Kasım 1918’de sona erdiğine göre her biri bir hafta arayla çıkan bu kitapçıkların büyük bir kısmının 1919’da yayınlandığını söyleyebiliriz. 

[2] En yeni diyor ama Halit Ziya’nın bu seride yer alan üç öyküsünden ikisi daha önce İkdam’da yayınlanmış ve Küçük Fıkralar derlemesi içinde yer almış.

[3] Bu paragrafın dilini kolay anlaşılması açısından güncelleştirdim.

[4] Ufuk Aykol, Hikâye Külliyatı’nı tanıttığı yazısında (Türk Dili, sayı: 801, Eylül 2018) külliyatın 13 kitaptan ibaret olduğunu söylemektedir. Bu kanıya Atatürk Kitaplığı’nda sadece 13 kitabın mevcut olması üzerine varmış sanırım. Oysa ufak bir internet aramasıyla diğer sayıların künyelerine de ulaşılabiliyor.   

[5] Tüm bu öyküler birkaç yıl içinde yazarın Pervaneler Gibi, İlk Temas İlk Zevk ve Aşk Kadını adlı kitaplarına da girecektir.

[6] Birinci Dünya Savaşı sırasında erzak vesikası sanarak genelev vesikası almak için çırpınan Hasibe Hanım’ın devlet dairesinde yaşadıklarını anlatıyor “Tövbeler Tövbesi”.

[7] Öykünün dilinde herhangi bir sadeleştirme yapmadım. Noktalamayı da aynen muhafaza ettim. Sadece kelimeleri bugünün imlasına göre yazdım. (İtmez yerine etmez, zahid yerine zahit, gelir idi yerine gelirdi gibi.)