Yusuf Atılgan'ın "kaçışsız" dünyasındaki ısrarlı tekrarlar ne anlatır?

Pislik ve kir, Yusuf Atılgan’ın edebî formülünde vazgeçilmez bir yer işgal eder. Yazarın öykü ve romanlarındaki “gerçek kirlenme” çoğunlukla cinsellikle bağlantılıdır. Kirlenme ve pisliğe dair diğer imgeler, bu gerçekliğin metaforları gibidir

“Bu pis dünyada yaşadığı, ona bu yaptıklarını yaptırdıkları için kızgındı” diyor anlatıcı aylak adam için. Atılgan’ın adamları, kızgınlıklarını okura açıkça göstermeseler de tam da bu “yokmuş gibi” duran ama çoğu kez bir tür pasif- agresifliğe ve bazen de esaslı bir şiddet yüklü eyleme yol veren öfkeleriyle, hep aynı dünyanın içindeler: Pis ve kaçışsız. Atılgan’ın, “edebî”liğe kayıtsız, tahkiyeye mecali olmayan, uzandığı kumların tadını çıkarmak isterken iğneleyici iç sesini susturamayan aylak adam gibi, yaşamaya başlayacağı günü bekleyen bir anlatıcısı vardır hep. Yazmanın boşunalığını, yazma motivasyonu hâline getirmiş bir yazarlığın en önemli temsilcisidir Atılgan; hem yazısı hem yaşantısıyla; hem içeriği hem biçimiyle. Topyekûn. Burada niyetim, yazarın mecalsiz anlatısı biraz didiklendiğinde, bu mecalsizlikle adeta ters orantılı olarak, ısrarla, kuvvetle tekrar eden unsurlara biraz ışık tutulduğunda karşılaştığımız görüntüye ucundan kıyısından anlam vermek olacak.

Bütün Öyküleri, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi YayınlarıAtılgan’ın öykü ve romanlarında kokuya ilişkin ifadelere dikkat çekici sıklıkta rastlanır. “Yaşanmaz” adlı öyküsünde, kendisine yardım eden adamın evine gidip onu havaneliyle öldüren anlatıcı, “pisliğin içinde işi yoktu onun” der. Adamı öldürdükten sonraki ruh hâli, kelebek ya da kuş gibi değil, “sivrisinek gibi yeğin”dir. Aynı öyküde, kiraları toplayan “madam”ın salonu, “loş, isli, pişmiş soğan kokulu”dur. “Çıkılmayan” öyküsündeki adam, yağmalanmakta olan bir parfümerideyken her şeyden önce “ağır, bunaltıcı koku[dan]; kırılan şişelerin salıverdiği, boyalı, şişman kadın kokusu”ndan kaçmak ister. Çaldığı paralar “yağlımsı ve kirli”dir. Masanın altına gizlenip insanların gitmesini beklerken, kendi “bunaltıcı koltuk altı kokusu”nu duyar. “Leş gibi sidik kokan” arsaya gider ve kusar. “Akşam yediği fasulyanın acı yağı” boğazını yakmıştır. “Bodur Minareden Öte”de karısı tarafından terk edilmiş olan adam, tel dolaptan akşamdan kalmış biber dolmasını çıkarır. “Suyunun üstünde yüzen tek tük yarı- donuk yağ boncuklarıyla iğrenç görünüşü vardı” diye anlattığı yemeği, beş yıllık yaşamlarının özeti olarak niteler. Dışarıya çıktığında da “pis, kokmuş” denizin dibine oturur.

Atılgan’ın ilk romanı Aylak Adam da kokular, paralar ve iç bulantısıyla çevrelenmiş bir dünyanın romanı olarak belirir. Roman kişisi tam bir “koklayıcı”dır. Yeni bir yere girerken, sokakta yürürken, lokantada yemek yerken, bir kadını öperken, bir kadından ayrılırken, gözüne çarpan nesnelerden önce algıladığı ilk şey burnuna çarpan kokulardır. Duymak istediği hep “yağlıboya, beziryağı kokusu”dur. Özellikle haşlanmış lahana kokusuna karşı duyarlı bir burnu vardır. Girdiği odalar ter ya da toz kokar. Roman kişisi sık sık pencereleri açıp odaları havalandırır. Öpmeye yeltendiği dudak ruj kokar. Hadi öptü diyelim, bu kez “içilmiş şarap kokulu” öpüşlerden dem vurur. Sevgilinin saçları hele, mutlaka koklanmalıdır. Ondan ayrılırken de arkada bıraktığı en önce “onun saçlarında tanıdığı belli belirsiz koku”dur. Yemek yediği lokanta et yanığı, keyiflenmek için uzandığı kumlar midye kabuğu kokar. Geğirince duyduğu kokuyu tarif ederken, hedefi tam on ikiden vurmak için azami dikkat gösterecektir: “portakal kokusuyla karışık yeşil biber kokusu” (Zebercet’in geğirtisi ise lahana kokacaktır). Burnu öyle keskindir ki, aradığı koku “tendeki kurumuş terle kir kokusu” ardına gizlense bile onu duyacaktır, kararlıdır.

Anayurt Otelinin Zebercet’i de istikrarlı bir koklayıcıdır. Konuyla ilgili ya da ilgisiz çoğu durumda havanın kokusuna ilişkin bir yorumuna mutlaka rastlarız. Polis karakolunun kapısından girdiğinde ya da oteline her girdiğinde “havayı koklar”. Uyandığında gömleğini koklar. Şu ünlü “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın”ın kaldığı odayı, kadının bıraktığı koku dağılmasın istercesine sık sıkı kilitler. Otele gelen müşteri rakı, ortalıkçı kadının odası ise ter kokar. Sürekli koku almak, bu kişiler için canlı olmanın, yaşıyor olmanın ya da varolmanın ispatıdır adeta. Atılgan’ın kişileri, canlı olduklarını duyumsamak için sürekli koklamakta gibidirler sanki.

Yusuf Atılgan’ın ısrarla, bir şeye işaret etmek, bir şey demek istercesine sık tekrar ettiği sözcüklerden biri de “para”dır. Yazarın hemen hemen bütün metinlerinde kişilerin para ile kurduğu ilişki problemlidir.

Pislik ve kir, Atılgan’ın edebî formülünde vazgeçilmez bir yer işgal eder. Aylak Adam’da kar bile hep vıcık vıcık, kirlidir. Kulak acısı “pis”tir. Zebercet’in ayakkabılarını boyayan oğlanın saçları kirli, kestane aldığı adamın esmer eli pis, tırnakları kirlidir. Kokulara ve kire bulanmış bu dünyanın koklayıcılarının, kaçınılmaz olarak sık sık mideleri bulanır. Her seferinde öğüre öğüre kusarlar. Özellikle öykülerde, iğrenme ve mide bulantısına neden olan en önemli etkenlerden biri eğreti yaşanan cinselliktir; “içerde uyanan ve nafakasını isteyen hayvan”ın, o iç ile toplum arasında sıkışıp kaldığı, dışarı salınamadığı ama gerisingeri içeri de sokulamadığı, tedirginlik ve tereddütle bastırılmaya çalışıldığı durumlarda ortaya çıkan cinsel istek, kirlidir, pistir, mide bulandırır. Örneğin “Evdeki” öyküsünün genç kızı, kurbağaya benzettiği, “kötü kötü kokan” ergen kuzeninden ve onun cinsel arzusunun nesnesi olduğu için kendisinden tiksinir ama yine de onu cinsel anlamda kışkırtmaktan geri kalmaz. “Dedikodu” öyküsünde ise “gelin”in iç sesi aynen şöyledir: “İdare lambasının titrek ışığında, yüzüme yakın, kocaman iri iri açılmış, korkulu gözlerini, sessiz kıpırdayan dudaklarını görürüm. Kolların hoyratlığı beceremiyen pörsük sarılmaları sonundaki o yapış yapış, gerçek kirlenme”. “Bodur Minareden Öte”nin anlatıcısının gece gördüğü düşler de pistir: “Geceleri pis düşlerim başlıyor. Sözde burnunun ucundan öpmek için eğiliyorum yüzüne, oysa dudaklarını öpüyorum. En kötüsü dudaklarını çekmeyişi; ağzıma bırakıyor onları”. Aylak Adam’da eğreti, eksik sevişmenin kıyısından dönünce B.’nin “içi bulanır”, “dudaklarının derisi kabuk kabuk kalk[ar]”. Atılgan’ın öykü ve romanlarındaki “gerçek kirlenme” çoğunlukla cinsellikle bağlantılıdır. Kirlenme ve pisliğe dair diğer imgeler, bu gerçekliğin metaforları, ikameleri gibidir.

Tam da bu noktada Freud’a kulak vermekte yarar var. “Bir Saplantı Nevrozu Olgusu Üzerine Notlar” başlıklı yazısının “Saplantılı Nevrotiklerin İçgüdüsel Yaşamı” bölümünden1:

Hastamızın diğer tüm özellikleri yanında bir renifleur [koklayıcı—çev.] olduğu ortaya çıktı. [....] çocukluk çağından sonra da süren kokudan haz alma eğiliminin nevrozun ortaya çıkışında rol oynayabileceğini kabul etme durumuna geldim. Ve burada koku duyumunun eski duyarlılığını yitirmesinin (insanoğlunun dikey bir duruş biçimi benimsemesinin kaçınılmaz bir sonucuydu) ve bunun sonucunda kokudan aldığı hazzın organik olarak bastırılmasının, sinirsel hastalıklara yatkınlığın kökeninde önemli bir paya sahip olup olmayacağı sorusunu ortaya atmak istiyorum. Bu bize, uygarlığın gelişimiyle birlikte bastırmaya kurban olması gereken şeyin neden cinsel yaşam olduğu sorumuza bir yanıt sağlayabilir. Çünkü hayvan organizmasında, cinsel içgüdü ile koku organının işlevi arasında yakın bağlantıyı uzun zamandan beri bilmekteyiz. (108)

Atılgan’ın “içinde uyanan hayvan”ına sahip çıkmaya çalışan ve burnu çok iyi koku alan kişilerinin cinselliği kirlenmeyle özdeşleştirmeleri, kokudan aldıkları hazzı organik olarak bastırmalarının bir neticesi olabilir o hâlde.

Yusuf AtılganAtılgan’ın ısrarla, bir şeye işaret etmek, bir şey demek istercesine sık tekrar ettiği sözcüklerden biri de “para”dır. Yazarın hemen hemen bütün metinlerinde kişilerin para ile kurduğu ilişki problemlidir. “Çıkılmayan” öyküsünde, önce kurtuluş için çalınan para, sonradan hemen kurtulunması gereken bir şeye dönüşür. Paralar yağlı ve kirlidir üstelik. Öykü kişisi onları yakar ve “içindeki karartı ışır”. “Bodur Minareden Öte”de anlatıcının karısı evden kaçmıştır ve biriktirdikleri paraların bulunduğu kutuyu da beraberinde götürmüştür: “Paraların durduğu kutu yoktu. Ancak o zaman rahatladım”. Aylak adam, babasından kalan yüklü miktarda parayla geçindiği ve bundan tedirginlik duyduğu için “para” adeta bir roman kişisi gibidir. Paraya “el sürmek bile istemeyen” C., bankaya gitmek zorunda kaldığında “elini paraya uzattıkça artan” utanca benzer bir duyguya kapılır. Babasının kendisine olan sevgisizliğini parayla ödediğini düşündüğünden olsa gerek, parasını hiç saymaz ve bu yapılan ödemeyi reddedemese de ona kayıtsız ve uzak kalır. Ancak anlatıcı, aylak adamın yapıp etmelerini anlatırken para lafını sürekli kullanacaktır. “Para verdi”, “parayı aldı”, “parayı koydu”. Arkadaşı ona “hep para verip rahatlarsın” demiştir. Bu söz C.’nin aklını epey kurcalamış olmalıdır ki, sık sık bu söze yanıtlar verir: “Bu mu rahatlık? Çalınmış parayla köle alır gibi?” “İnsanların en kolay anladıkları onun dili değil mi?” Parayla arasındaki mesafeyi, onunla epey sorunu olan ilişkisini “çalınmış para yerim ben” diyerek, her fırsatta aylaklığını vurgulayarak gösterecektir. Üstelik zengin değildir zaten, sadece parası vardır. C. paradan sürekli kaçsa da, onu görmezden gelse de, anlatıcının ısrarlı ifadeleri bu sorunlu ilişkiyi vurgulayacak, kitabın en temel meselesi hâline getirecektir.

Aylak Adam’da para meselesi C.’nin babasıyla olan sorunlu ilişkisiyle ilgili görünse de, Anayurt Oteli’nde de benzer bir ısrar varlığını sürdürecektir. Zebercet’in ayaklarını yıkaması, havayı koklaması kadar sık belirtilen aktivitelerinden bazıları da şunlardır: “Çekmeceyi çekip paraları aldı; kasayı açtı. Üst bölmedeki bakır kapta bir tek lira kalmıştı; bunu aşağıdakine aktarıp kapların yerini değiştirdi. Elindeki paralardan on beş lira ayırıp arka cebine koydu; ötekileri otelin zarfına yerleştirdi; kasayı kapadı.” Ya da şunlar: “Para kâğıdını doldurup kasayı açtı. O telin zarfındaki paraları masanın üstüne boşalttı. Faruk Bey'e gidecek paralarla posta kâğıdını iç cebine yerleştirdi. Kadının aylığını zarfına koydu. Kasım ayının ilk üç günlük gelirini otelin zarfına koyduktan sonra aylığından kalan parayı cebine soktu. Zarfları yerlerine bıraktı”. Zebercet’i sık sık kahveciye, garsona, kestaneciye, boyacıya para verirken görürüz. Mesele elbette Zebercet’in sürekli para alması, vermesi, paraları bölüştürüp onları tasnif etmesi değil—ki bu hepimizin her gün yaptığı şeyler—anlatıcının çok da gereği yokmuş gibi görünürken bile, her seferinde, hiç atlamadan takıntılı bir durumu açığa çıkarmak, onu döküp rahatlamak istercesine bu “alışveriş”i vurgulamasıdır.

Atılgan’ın koklayıcı kişilerinin sürekli havayı kokladığından söz ettim. Şunu da belirtmek gerek: Bu hava, sıkıntılı atmosfere uygun olarak genelde puslu ya da alacakaranlıktır. “Pencerenin ötesinde” puslu bir yol vardır. İnsanlar “pusarık bir akşam”da “pusun içinde”dirler. Hava hep ağırdır, ezicidir. Öyle somutlaşmıştır, yoğunlaşmıştır ki, C. havayı koklamanın ötesine geçerek onu görmeye başlar.

Anayurt Oteli’nde ise sis ve pustan çok, ışık hareketleriyle ortaya çıkan bir içsel yaşam vardır. Zebercet sık sık ışıkları yakar, söndürür. Işıkların yanıp yanmadığı anlatıcı tarafından sürekli vurgulanır. Akşam saatlerinde, caddeler ya da dükkânlar ışıklıdır. Zebercet alacakaranlıkta uyanır ya da alacakaranlıkta uyur. Ortalıkçı kadının odasına alacakaranlıkta girer. Hiç gereği yokken (!) “perdenin sağ üst köşesinde küçük, solgun bir ışık üçgeni”ni izler ve bu ışığın birden yok oluşunu anlamlandırmaya çalışır.

Peki, tüm bu ısrarlı tekrarlar bize neyi anlatmaktadır? Norman N. Holland, Dynamics of Literary Response2 (Edebî Karşılığın Dinamikleri) adlı kitabında, psikolojik gelişimin aşamalarından olan “anal evre”yi ve bununla bağlantılı olarak gelişen “anal yazı”yı şöyle anlatıyor:

[Bu evrede] çocuk “boşaltım” ediminden haz duyar. Ancak bu hazzın birbiriyle çatışan iki kaynağı vardır: tutma ve bırakma. [….] Bu evrede çocuk ilk kez tiksinmeyi ve değer atfettiğimiz nesnelerle kayıtsız kaldığımız nesneleri ayırt etmeyi öğrenir. Temizlik veya pisliğe, korumaya ve sahip olmaya yönelik tavırlar geliştirir. Bu evrenin en önemli sonucu, çocuğun değerli ürünlerini içinde tutma isteğindeki aşamalı başkalaşımdır. [….] Anal yazıda en önemli ipucu kirle ilgili imgelerdir. Kokuşmuş, pis, iğrenç şeyler içinde kaybolma, bunlar tarafından kuşatılma korkusu dikkat çeker. [….] İğrenmeye yol açan kokular ve bunların dönüşüme uğramış halleri olan sis, pus ve ışık da anal yazıda sıkça bulunabilecek imgelerdir. (40)

Sonuç olarak, üstünde düşünmeye değecek yanıtlardan biri olarak, Yusuf Atılgan’ın “anal yazı” yazmaya eğilimli bir edebiyatçı olduğunu söylemeliyiz. Ayrıca Holland’ın “parayı kirle bağlantılandıran ifadeler tipik anal kalıntılardır” (52) hatırlatmasını da hesaba katarsak, Atılgan kişilerinin çoğu zaman kirli olduğunu söyledikleri, el sürmek bile istemedikleri ya da aşırı kuralcı bir tavırla ele aldıkları parayla neden bir türlü normal bir ilişki geliştiremedikleri daha iyi anlaşılır.

Atılgan edebiyatının en temel anahtar sözcükleridir kir, koku ve para. Aylak adam, kendisini seven kadın onunla rahatça sevişemediğinde “Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna kadar sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik” diye düşünür. İşte Atılgan’ın edebiyatına da musallat olan o “başkaları”, yazının ışığını kesmiş, her köşesine kokular ve yağlımsı kirli paralar bırakmıştır. Atılgan’ın gücü, bu ketlenmeyi ve mecalsizliği edebiyata dönüştürecek kontrole ve tekniğe sahip olmasıdır, bence.

 

1 Freud, Sigmund (1996). “Bir Saplantı Nevrozu Olgusu Üzerine Notlar”, Olgu Öyküleri II, s. 29-98, Çev. Ayhan Eğrilmez, İstanbul: Payel Yayınları.
2 Holland, Norman N. (1989). The Dynamics of Literary Response. Columbia University Press. New York.