Mozart ve Beethoven en sevdiği besteciler. Müzikteki bütün yeniliklerin farkında. Virginia Woolf'un yetişkin hayatında, Londra'da yaşadığı yıllarda, haftada en az iki yahut üç defa konsere gittiğini de biliyoruz...
03 Mayıs 2018 14:42
Virginia Woolf’un ne zaman okusam tadına doyamadığım bir üslubu, eşsiz bir dehası var. Mükemmel bir söz dokumacısı, muhteşem bir algı örücüsü olduğunu düşünüyorum.
Bir düzine akademisyenin ciltlerce üzerinde uğraştığı fenomenoloji araştırmasını, bir paragrafta elinize veren duyarlı, doğal bir filozof aynı zamanda.
Bir bilinçten bir başkasına atlayarak, bilinçler arasında dolaşarak inşa ettiği romanlarında, her bilincin biricik izlenimleriyle varlık dediğimiz esrara dokunuşları beni her seferinde büyülüyor.
İnsan ilişkilerinin derinliğini, hayatın özünü bir çırpıda resimleyişi, hem de hiç psikolojik incelemelere girmeden, insan ruhunun sırlarını açıklayıvermesi, onun en hayranlık duyduğum özellikleri.
Birdenbire olmamış tabii. Yıllar süren arayış, deney, çaba sonucu ulaşıyor bu ustalığa ve modern romanda yaptığı devrimi, nerede görseniz hemen tanıyacağınız o şiirsel üslubu, insanın iliklerine işleyen görme yeteneğini, hep müziği örnek alarak kurmuş, müzikle boy ölçüşerek yaratmış.
1922’de yayımladığı üçüncü romanı Jacob’un Odası ile birlikte asıl yoluna giren bu serüvenin daha başlangıcında bile, müziğin etkisi ön planda.
Kısaca göz atalım.
Virginia Woolf, 1920 yılının mart ayında Londra’nın Campden Hill semtinde bir konsere gidiyor. “Hikâyem için not almaya” diye yazmış günlüğüne. O geceki konserde Schubert’in Alabalık olarak da bilinen piyano ve yaylı çalgılar için beşlisinin icra edildiğini, programda bir de Beethoven üçlüsünün olduğunu biliyoruz.
“Hikâyem” dediği, 1921’de deneysel kısa metinlerini yayımladığı Pazartesi ya da Salı kitabında yer alan “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü.” Bu hikâye kısmen Schubert’in Piyanolu Beşlisi üzerine kurulu. Kullandığı dilin ritminden ve imgelerden bunu hemen anlamak mümkün.
Kadın anlatıcı salona giriyor. Konser öncesinde, dinleyiciler yerlerini alırken hep yaşanan, alışılagelmiş kıpırdaşmayı ve konuşmaları izliyoruz.
Uzak tanıdıklarla rastlaşma, “hiç değişmemişsiniz” türünden beylik ifadeler, trafiğin yoğunluğuyla ilgili bir gözlem, günlük haberler, bir uluslararası anlaşma, seçimler, savaş ve sonrası yılların büyük grip salgınıyla ilgili anılar, kahramanımızın eldivenlerini trende unuttuğunu fark edişi. Böylece banliyöde yaşadığını anlıyoruz, tıpkı o yıllarda Woolf’un kendisi gibi.
Salon giderek dolarken, kahramanımız bir an için neden buradayım, niçin bunu yapıyoruz gibi bir yabancılaşma duygusuna kapılıyor, ama bir yandan da “Hepimiz bir şeyler hatırlamaktayız, gizlice bir şeyler arıyoruz” diye düşünüyor, derken müzisyenler yerlerini alıyor ve birden, bambaşka bir dünyadayız, müzik başlıyor.
Tıpkı Schubert’in beşlisinde olduğu gibi, beş ayrı bölüm ve aralarındaki kısa duraklamalar boyunca, hikâyedeki kişiyi, ama aslında edebiyatı, adım adım alışılmış temsilci anlatımdan çıkartıp beklenmedik bir soyutluğa taşıyor, saf anlam diyebileceğimiz bir yere götürüyor Woolf ve bunu birkaç aşamada gerçekleştiriyor.
Bir arkadaşına mektubunda “Müziğin yaptığını yapabilmeyi, dört ayrı şeyi aynı anda aktarabilmeyi isterdim” dediği şekilde yapamıyor belki, bu zaten imkânsız, ama çok yakınlaştığını söyleyebiliriz. Aşamalar aynı anda olmasa bile, çok iç içe bir gelişmeyle hedefe ulaşıyor.
Öncelikle, en alt katmanda, edebiyata inanılmaz bir müzikalite getiriyor, ki bu başlı başına önemli bir teknik başarı. Dilin kullanımı, temposu, ritmi, imgelerin dizilişi, müziğin akışıyla eş ölçüde güçlü.
Aldous Huxley’nin “kurmacanın müzikleştirilmesi” dediği şey.
Bununla yetinmiyor; ikinci katmanda, müziğin bizde yarattığı izlenimleri, hayalleri ve duyguları bir koza gibi örüyor.
İzlenimci bir bilinç akımı tekniğiyle, o zamana kadar edebiyatta çok az yapılabilmiş bir şeyi gerçekleştiriyor böylece, müziğin duygusal içeriğini kelimelerle aktarabiliyor. Normalde yapılması imkânsıza yakın görülen bir şey bu.
Daha da ileriye gidiyor ve üçüncü katmanda, asıl hedefi yakalıyor -ister müzik ister edebiyat olsun- sanatın bizi köprü gibi taşıdığı ve artık soyut diyebileceğimiz bir anlam doluluğu yaratıyor, bunun âdeta mistik bir boyutu var ve bunun için, Virginia Woolf’un modern edebiyatta yarattığı yeniliğin özü diyebiliriz.
Daha sonra yazacağı bütün romanlarda kullandığı ve kendi markası hâline gelen roman tekniğini ufak ölçekte ilk olarak bu hikâyede tam olarak ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.
Virginia Woolf genellikle, James Joyce ve Dorothy Parker gibi birkaç başka yazarla birlikte, aynı dönemde ama onlardan bağımsız olarak, “bilinç akımı” denilen roman tekniğinin yaratıcılarından biri olarak biliniyor.
Bu doğru tabii. Ama Woolf’un yarattığı bilinç akımı tekniği diğerlerinden farklı, kendine özgü bazı özelliklere sahip.
Woolf’un “varoluş anları” dediği bir teorisi var. Hayatının son yıllarında kaleme aldığı kısa otobiyografik kitaba da bu adı vermiş zaten. (Ya da Varolma Anları)
Bu görüşe göre, farkındalığımızın tam uyanık olduğu ve izlenimleri en berrak hâliyle tattığımız zamanlarda gerçekten yaşadığımız söylenebilir, yoksa sıradan gündelik hayatın çoğunluğunda Woolf’un “ham pamuk elyafı” benzetmesiyle tanımladığı yarı-bilinçli bir bulanıklık içindeyiz.
Woolf’a göre, bu güçlü farkındalık ve berrak izlenim zamanları, hayatın anlamını kavrar gibi olduğumuz anlar. Genelde içinde yaşadığımız ham-pamuklu bulanıklığın ardında bir evrensel örüntü var ve biz, bütün insanlar, bu örüntünün birer parçasıyız. “Varoluş anları” dediği zamanlarda bu örüntüyü algılamaya başlıyoruz.
Dünyanın ve evrenin tamamı bir sanat eseriymiş gibi de düşünebiliriz bunu. Hamlet oyunu yahut bir Beethoven bestesi, bu örüntüyü bize kuvvetle yaşatan yapıtlar, ama aslında Shakespeare yahut Beethoven gibi tek tek kişileri, benlikleri de aşan, isimsiz, tanımsız bir yerdeyiz.
Schubert yok, Woolf yok, aslında Woolf’a göre Tanrı da yok, dinî inanç gibi bir şey değil bu; evrenin tamamıyla aynı nefesi aldığımız bir bütünlük söz konusu. Her şey berraklaşıyor.
Meditasyonla ulaşmaya çalıştığımız bilinç düzeyi gibi biraz.
Sanki hayatın anlamına dair, kim olduğumuza ve neden burada olduğumuza dair önceden sahip olduğumuz bir bilgiye tekrar ulaştığımız, ayrıcalıklı anlar söz konusu, izlenimler öylesine güçlü.
Kelimeler biziz, müzik notaları biziz. Zihnimiz hayatın bütün bağlantılarına dokunuyor. Acı ve mutluluk, kayıp ve doluluk, sevinç ve hüzün, hepsi bir arada.
Özetle söylersem, Woolf bir aşamadan itibaren, roman sanatını tamamen bu anları yeniden yaratmak ve bu bağlantıları örmek üzerine inşa etmeye başlamış. Kendine özgü izlenimci bilinç akımı tekniği bu hayat felsefesi üzerine kurulu.
İnsanın iç dünyası ile dış dünya arasındaki bütün kesişmelerin ve örüntülerin belki de en büyük ustası; kitaplarında hayatı tam da gerçekte olduğu gibi canlandırabilen bir yazar. Karakterlerin deneyimleri biz yaşıyormuşuz gibi canlı.
Romanda yarattığı bu devrimci yaklaşımı da büyük ölçüde müzik sevgisine borçlu, müzikten yola çıkarak kurmuş. Bunu her fırsatta, mektuplarında, günlüğünde, denemelerinde açıkça ifade ediyor.
Kimi edebiyat teoricileri bu tekniğe “atomcu yazarlık” adını veriyorlar. Bunu da Woolf’un bir ifadesinden ödünç almışlar.
Gene 1921 yılında yayımladığı Modern Fiction yani “Modern Kurmaca” (yahut “Modern Roman”) diye çevirebileceğimiz deneme kitabında, Woolf insan zihninde oluşan bütün izlenimleri atomlara benzetiyor. Hatta, yazarlara hayatın izlenimlerini atomlar gibi ele almalarını öneriyor.
“İzlenimler sayısız atomlar hâlinde tükenmez bir yağmur gibi her taraftan üzerimize geliyor” ifadesini kullanmış. Ona göre, önceki çağlarda yazılan, katılaşmış kalıplara ve kurallara göre inşa edilmiş romanların tersine, modern romancılık bu atom yağmurunu kaydetmenin peşinde olmalı.
İşte, “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” adlı hikâyesinde yapmaya çalıştığı tam da bu. Algı atomlarını, tıpkı müzik notaları gibi kullanıyor. Müziğin daha soyut yoldan, seslerle yarattığı armonileri, yani anlam doluluğunu, dilde yaratıyor, kelimelerle inşa ediyor. Söz konusu hikâyeyi ve beraberindeki diğer deneysel metinleri de tamamen bu amaçla kaleme almış.
Sonraki yıllarda, bu tekniği olgunlaştırdığı ve dünya çapında başarı kazandığı büyük romanlarından bazılarını yayımladıktan sonra yazdığı bir mektupta, geriye dönüp baktığında, yapmak istediği şeyi daha açıklıkla tanımlayabildiğini görüyoruz.
“Biriktirdiğim tecrübeyi nasıl ona uygun bir şekle sokabileceğimi bana bu deneyler gösterdi” diye yazmış. “Hiçbir zaman o hedefe tam ulaşamadım tabii, ama kazdığım tünelden açılan yollarla, Jacob’un Odası ve Mrs. Dalloway gibi romanlarda bu yaklaşım yöntemini keşfettiğim zaman, nasıl da heyecanla titremiştim” diye hatırlıyor.[1]
“Yaylı Çalgılar Dörtlüsü”ne kısaca geri dönelim.
Konser izleyicisi kadın kahramanımız, müziğin daha ilk bölümünde kendini akışa kaptırıyor. Schubert’in müziğinde, içinde alabalıkların kaynadığı, balıkların sıçradığı ve oynaştığı ırmakların çağlayışını, Piyanolu Beşli’nin ilk bölümündeki notalarda nasıl hissediyorsak, hepsini kelimelerle, neredeyse aynı tempoda, aynı kalitede bir tonaliteyle aktarmış Virginia Woolf.
Sonraki bölümlerde kahramanımız müziğin etkisiyle çeşitli hayallere dalmaya başlıyor. Irmaklar, tekneler, çarpışmalar, âşıkların gizli buluşması, yakalanmaları ve kaçışları. Müzikle insanın zihninde ve ruhunda uyanan bütün maddi ve manevi iştahlar, özlemler, acı ve umut, başka bir dile çevrilmesi imkânsıza yakın bir şiirsellikle, kıvraklıkla aktarılmış.
Fakat müzik bölümlerinin aralarındaki her duraklamada sıradan gerçekliğe döndüğü zaman, kahramanın tatmin olmadığını, duyduğu heyecanı ve tutkuyu tanımlamak için kelimelerin yeterli olmayışına hayıflandığını görüyoruz.
Bu hayıflanma Virginia Woolf için de söz konusu. Fakat yazarımız müziği kelimelerle yeterli aktaramadığına ne kadar hayıflansa da, vazgeçmiyor. Hikâyenin sonunda, hedefe çok yaklaşıyor.
Bütün anlatımcı benzetmeleri, nehri ve mehtabı, âşıkları ve gülleri, her tür temsilci yöntemi geride bırakıp, bunların ötesinde bir yere ulaşıyor hikâye. Müziğin anlam yaratma yöntemleriyle neredeyse eşdeğerde bir yazı tekniğiyle karşılaşıyoruz. İzlenim atomları daha soyut bir inşaata girişiyor. İlginçtir, Virginia Woolf bunu mimarîyle, geometriyle, mekân metaforlarıyla başarmış.
Opal bir gökyüzünde mermer sütunlar beliriyor, trompetlerin sesi yaratıyor bu mimarîyi, garip bir şehre doğru yol alıyoruz, sütunlar gölge yapmıyor, ışıkta çıplaklar, süs yok, sert bir güzellik söz konusu.
Kahramanımız artık müziği algılamaktan bitkin, daha fazla dayanamıyor, yükseklerden düşer gibi düşlerden sıyrılıyor ve gene sıradan gerçeklikte buluyor kendini, tek istediği salonu terk edip evine dönmek.
Fakat müziğin etkisi öyle güçlü ki, sıradan gerçeklik de varoluş anları gibi aydınlanmıştır artık. Her şey farklı. Kahramanımız salona ilk girdiği zamanki o yabancılaşma hâlinden kurtulmuştur, hayatla bir hissetmektedir kendini, sokakta elma satan kadına gülümseyecek, evde kapıyı açan yardımcısına, ne kadar yıldızlı bir gece, diyecektir.
Gene de dokunaklı bir taraf vardır hayatta. Konserde karşılaştığı o uzak tanıdığa, siz de bu tarafa mı, diye sorunca, maalesef, ben öbür tarafa, cevabını alır. Yalnızlığı değişmemiştir, ama her şey daha güzeldir şimdi.
Ne yapıyor Virginia Woolf bu hikâyede?
Önce kelimeler müziğin akışını yankılıyor. Hâlbuki müziğin başladığı an kelimelerin de yok olduğu andır.
Müziğin anlam yaratma yollarının bütün yelpazesini açıyor bize. Önce hayaller, duygular, heyecanlar var. Bilinç akımı, zihin resimleriyle bir koza örüyor, Woolf izlenimci bir ressam gibi algıları örüyor. Fakat programdaki müzik değil bu, Schubert değil artık, bir duraklama ânında diğer birkaç dinleyici, Mozart’ın erken döneminden bir yaylı çalgılar dörtlüsü çaldığını doğruluyorlar.
Neden Mozart’a çevirdi müziği yazarımız? Çünkü program izlemek gibi bir basit gerçekçilik, birebirlik peşinde değil. Mutlak, saf müzikle bu ördüğü kozayı karşı karşıya getiriyor. İmgelerle saf müziğe, yani saf varoluşa gitmemizi sağlıyor. Sıradan gerçekliğin arkasına, normalde gizli kalan o evrensel örüntüye bakıyoruz.
Bütün duygusal ve hayalci koltuk değnekleri terk ediliyor. Kahramanımız müziğin son notalarında bir çölde yürümektedir artık. Parçası olduğumuz bir derin anlam arayışı, tam hedefine ulaşacakken, ansızın sıradan toplumsal gerçeklikle tezatlanıyor, gene gündelik hâlimize dönüyoruz.
Ama taze bir bakışla çıkıyor kahramanımız salondan. Bir başka deyişle bilinç, dünyayı taze algılayıp yeniden şekillendirebiliyor, bir an için bile olsa. Böyle bir yaratıcılık, böyle bir deney ve serüven var her birimizin hayatında, her an, eğer izin verirsek.
İşte, Virginia Woolf’un romancılığı da böyle bir inşaat. Hayatın geometrisine dokunuyoruz sanki.
Çok daha ileriki yıllarda, en deneysel romanı Dalgalar’da, çok benzer bir başka konser sahnesi var.
Kadın karakter müziği dinlerken, tıpkı “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü”nde olduğu gibi, kelimelerin yetersizliğine hayıflanıyor: “Gibi ve gibi ve gibi… Ama şeyler arasındaki bu benzerliğin altında yatan asıl şey nedir” diye soruyor. Müzisyenlerin âdeta geometrik şekilleri üst üste koyarak bir yapı inşa ettiğini duyumsuyor. Çok az şeyin dışarıda kaldığı geometrik bir barınak bu. Sıradan gerçeklikte tanımsız kalan her şey burada açıklanıyor sanki.
“Dikdörtgenler yaptık ve onları karelerin üzerine diktik. Bu bizim zaferimiz. Bu bizim tesellimiz.”
Dalgalar romanında, tam 10 yıl arayla, ilk deneysel hikâyedekiyle neredeyse özdeş bir konser sahnesi olması rastlantı değil. Dalgalar romanı zaten Woolf’un belki de en deneysel olduğu, en başarılı romanlarından biri ve bana daima altı ses için yazılmış bir oratoryo gibi görünür. Bu romanı bir Beethoven senfonisine benzetenler de var.
Virginia Woolf daha ilk romanında, Dışa Yolculuk’ta, piyanist olan kadın kahramanın bakışıyla, müziğe dair birçok yorum öne sürmüş. Kahramanın âşık olduğu adamın bir sorusu, Dalgalar romanındaki bir cümleyle neredeyse aynı: “Şeylerin arkasında ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz, öyle değil mi?”
Woolf’un her romanını bir şekilde müzikle ilişkilendirmek mümkün. Mrs. Dalloway’deki iki paralel kahramanın karşıt sesleri, bir Bach fügünden esinlenmiş diyebiliriz. Deniz Feneri romanındaki üç bölüm, bana hep bir konçertoyu hatırlatır.
Ama en önemlisi kullandığı dil. Romanlarının hepsinde, bu ilk deneysel hikâyesindeki gibi, müzik kadar soyutlaşabilen, izlenimleri atomlar gibi birbirine iliştiren o aynı üslubu görüyoruz.
Bu nedenle Woolf’un olgunluk çağı romanlarında üçüncü tekil şahıs anlatım pek görmeyiz, her şeye hâkim anlatıcı gözüyle çok fazla betimleme yahut açıklama yoktur, hep bu algı atomlarıyla olay kurgular, gerçekliği de sanki atomlarına kadar görüyormuşuz izlenimi veren bir ayrıntıyla ve derinlikle işler.
Virginia Woolf’un gençliğinde müzik çalıştığını, ablası Vanessa ile birlikte Bach füg’leri çaldıklarını biliyoruz.
Yetişkin hayatında, Londra’da yaşadığı yıllarda, haftada en az iki yahut üç defa konsere gittiğini de biliyoruz. Daha sonra, evine gramofon aldığında, yazı yazarken müzik dinlemeyi sevdiği, eşiyle birlikte geniş bir plak koleksiyonu oluşturdukları da biliniyor. Beethoven’ın son dönem kuartetleri, Woolf’un en sık dinlediği, en favori parçaları arasında.
Mozart ve Beethoven en sevdiği besteciler. Müzikteki bütün yeniliklerin farkında. Hatta bazı eleştirmenler, en deneysel romanı Dalgalar ile Arnold Schoenberg’in avangart “on-iki ton” müzik sistemi arasında ilişki bile kuruyorlar.
Woolf bazen müzik yoluyla dünya görüşünü de yansıtmış. Dışa Yolculuk romanında, feminist bir eleştiri yapmaktan geri durmamış mesela, piyanist kahraman Rachel’ın üzerinde çalıştığı Beethoven sonatını “kadınların çalamayacağı” şeklindeki muhafazakâr kanaatle inceden alay ediyor.
Gece ve Gündüz romanında, Mozart’ın opera eserleri, toplumdaki ataerkil yapıyı eleştirmek için kullanılıyor. Wagner’in Yahudi düşmanlığını birçok yazısında eleştirdiğini biliyoruz.
Belki de en önemlisi, Woolf’un edebiyat ve müzik arasında bir tür “aracı” rol üstlenmiş olması. Bu iki sanatın birbirine çok yakın olduğuna inanıyor ve bu yakınlığı eserlerinde işlemesi, edebiyattaki devrimci üslubuna ön ayak olmuş.
1930’lu yıllarda, arkadaşı Roger Fry hakkında yayımladığı biyografiyi müziğe benzeten Elizabeth Trevelyan’a yazdığı teşekkür mektubunda, açıkça söylüyor: “Kitaplarımı yazmadan önce hep müzik olarak düşünürüm.”
Bir başka mektubunda, daha da kesin bir felsefî görüş belirtiyor: “Dünyada yegâne şey müzik, önce müzik, sonra kitaplar ve belki de birkaç resim...”
Olgunluk yıllarında “müziğin edebiyat üzerindeki etkisini inceleyen” bir kitap yazmayı tasarladığını biliyoruz.
1927 yılında yazdığı “Sanatın Dar Köprüsü” adlı denemesinde, yaratmaya çalıştığı yeni edebiyatta şiir kadar yüceltici, tiyatro kadar dramatik bir sanat aradığını söyleyerek, şöyle ilave etmiş:
“Ve müziğin gücüne sahip olmalı, görmeye dair bütün uyarıları aktarmalı, ağaç şekillerinin ya da renklerin üzerimizdeki etkisini göstermeli… Henüz ifade edilmemiş olağanüstü miktarda algıyı içermeli.”
Virginia Woolf’un yarattığı roman estetiğinde müziğin böylesine temel bir yeri var. Kendisini müzikle edebiyat arasında daha sıkı bağlar kuran bir yazar olarak gördüğü kesin.
İngiliz ressam Walter Sickert hakkında yazdığı bir denemede “Bütün büyük yazarlar büyük renk ustalarıdır, tıpkı müzisyen oldukları gibi” diye yazmış. Kendisi için de bu hedefi seçtiğini açıkça görebiliyoruz.
İnternette araştırma yaparken, Woolf’un edebiyatında müziğin yeri hakkında yazılmış bir makalede, Kuo Chia-Chen’in “Woolf’un ‘Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nde Müziğin Duygusal Etkisi” adlı çalışmasında, daha da ilginç bir alıntıya rastladım.
1928 yılının kasım ayında günlüğüne yazdığı bir paragrafta, yani, deneysel roman üslubunda hayli ilerlediği bir dönemde, Woolf şöyle söylüyor:
“Şimdi yapmak istediğim, her atomun içine işlemek. Bütün fazlalıkları, çöpleri, gereksiz her şeyi ortadan kaldırmak niyetindeyim, yaşanan ânı tam olarak aktarmak, her ne içeriyorsa. Diyebilirim ki her şeyi içine almak istiyorum, ama özüne işleyerek.”
Burada açıkça görülüyor, Woolf’un edebiyatta yaratmak istediği devrim, eski kalıpları ve janr sınırlarını ihlal ederek oluşturduğu yeni üslup, gerçekten de ancak müzikteki ifade gücüne yaklaşarak mümkün olabilirmiş.
“Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” bu deneysel serüvenin ilk adımı ve çekirdeği olarak bu nedenle edebiyat tarihinin belki de en ilginç kısa hikâyesi.
Virginia Woolf eğer müzikle ilgili bir incelemeyi gerçekten kaleme alsaydı, müziği bu hikâyede yaptığı kadar güçlü tarif edemezdi bence. Üstelik bunu yaparken de, aradığı roman üslubunu nasıl yakaladığına, bizler de laboratuvarda, onun yanı başındaymışız gibi, bire bir tanık oluyoruz.