Müzisyenliğini ön planda tutup yazarlığı (ama şairliği değil asla) biraz daha geri plana atan Heron, 2011'de hayatını kaybetmiş olsa da sözleri ve mirası devrim hakkındaki felsefesine uygun olarak yaşamaya devam ediyor
03 Mayıs 2018 14:19
Coğrafya kaderdir! (Bilineni tekrar etmek pahasına) Başta Orta Doğu olmak üzere çoğunlukla Avrupa’nın doğusunda kalan -zaman zaman Balkanlar’ı da dâhil ederek- dünyadan, aynı yoğunlukta olmasa da kimi zamanlarda da Amerika’nın güneyinden söz ederken İbn Haldun’un sözü bütün kapıları açan anahtardır. Her derde derman bir saptama.
Ancak ne yalan söyleyeyim, Amerikan toplumunda var olagelen bir “durum”, o durumun yarattığı etki ve o etkinin şekillendirdiği insanlardan söz ederken de bu söze varacağım o kadar da aklıma gelmezdi. Çünkü 1970’te yayınlanan, Flying Dutchman Records’un efsanevi yapımcısı Bob Thiele ile birlikte; konuşarak söylediği ve on yıllar sonra hip-hop ile rap müziğin başlangıcı olarak göklere çıkarılacak olan deneysel çıkış albümü Small Talk at 125th and Lenox’un daha ilk şarkısının henüz on ikinci saniyesinde, dinleyeni “Evde kalamayacaksın kardeşim” sözleriyle tokatlayan Gil Scott-Heron’un yaptıkları, yazdıkları tam da coğrafya kaderdir sözünün Amerikan sağlaması aslında…
Sebebi ortada. Müzisyen, yazar Gil Scott-Heron’un yazdıklarına, söylediklerine baktığımızda hayatına balıklama dalmış oluyoruz. O hayat ki, bugünkü Amerikan toplumunun kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik… her alanını şekillendiren, etkisine alan, hangi kurum olursa olsun tarihinde muhakkak kendine bir yer edinen “siyah” olgusundan bir saniyesinde bile ayrı düşünülemeyecek bir hayat. Hâliyle, Scott-Heron’un yazıp söyledikleri de ilk sözünden son noktasına kadar tamamen bu “olgu”nun bir tezahürü aslında.
“Devrim, beyaz bir kasırga, beyaz bir şimşek veya beyaz insanlar hakkındaki haberden hemen sonra sizlerle olmayacak. Devrim yanında kola ile iyi gitmeyecek. Devrim ağız kokusuna sebep olan mikroplarla savaşmayacak. Devrim sizi şoför koltuğuna oturtacak.
Devrim televizyondan yayınlanmayacak, televizyondan yayınlanmayacak, televizyondan yayınlanmayacak, televizyondan yayınlanmayacak.
Devrim tekrar gösterilmeyecek kardeşlerim;
Devrim canlı olacak”
diyerek “devrim”in aslında ne olup ne olmadığını dile getiren Scott-Heron’un önce Amerika’daki siyah hareketin ve sonra tüm dünyanın kültürel tarihine geçmesine vesile olan “devrim televizyondan yayınlanmayacak” (Türkiye’de birçoklarının bu cümleyi ilk olarak ve en çok 2013’te duymasının sebebinin penguen belgeseli olması da kaderin bir cilvesi olsa gerek) sözleri bir şairlik mahareti olduğu kadar yaşadığı hayatın (coğrafyanın) söylettikleridir aynı zamanda…
1960’larda Amerika’daki siyahların yurttaşlık hakları savunusunun ateşli merkezine dönüşen Şikago, İllinous’de, 1 Nisan 1949’da doğan Scott-Heron’ın 60’ların devrimci kültürüne maruz kaldığı yer Şikago değil, Jackson, Tennessee’dir. Bu şehirde hayatının ilk 12 yılını büyükannesinin yanında geçiren Scott-Heron, yine büyükannesinin rehberliğinde aynı anda Jim Crow yasaları adı altında siyahi topluluğun karşılaştığı ayrımcılık ile siyahi kimliğinin zenginliğine ve kültürüne maruz kalır.
1969 yılında, 19 yaşındaki Gil Scott-Heron, yazdığı bir romanı bitirmek için geçici olarak eğitimine ara verme kararı aldığını dile getirdiğinde hocası ona bir psikiyatrist ile görüşmesinin daha iyi olacağı tavsiyesinde bulunur. Dönem ve şartlar bir arada düşünüldüğünde romanın yayımlanma ihtimali yok gibidir. Genç bir adamın uğradığı cinayetin sırrını çözmeye çalışırken New York’un sokak yaşamına da büyüleyici bir bakış atan ilk romanı The Vulture, 1970’te yayımlanır ve eleştirmenlerin övgüsünü toplar.
1972’de yayımlanan ve Virginia’da bir kampüsteki siyahi üniversite öğrencilerinin verdikleri eşitlik mücadelesini aktardığı kadar Heron’ın bir yazar ve bir aktivist olarak kendi olgunlaşma sürecini yansıtan romanı Zenci Fabrikası’nı yayımlar.
Romanın ana fikrini izah edercesine kaleme aldığı nota şu sözlerle girer Scott-Heron:
“Siyah üniversiteler ve yüksekokullar, siyah insanlar için hem bir nimet hem bir lanet olageldi. Bu kurumlar sayesinde insanlarımızdan binlercesi, başka türlü asla bulamayacakları bir eğitim fırsatına kavuştu. Bu kurumlar birçok kişide yeni bir şeref ve haysiyet duygusu yeşertti. Fakat kimseye eşitlik sağlamadılar. Öğrenciler Amerika’nın dört bir yanında değişim için gösteri yaparken, siyah eğitimcilerin bu gerçeği görmesi gerekir.”
Ve şöyle noktalar notu
“1970’lerin siyah öğrencileri ‘boktan diplomalara’ ve ‘zenci eğitimine’ kanmayacak. Nitekim ikiyüzlülüğün ve beyin yıkama yöntemlerinin farkında olarak onlar da başka alternatiflerin arayışındalar. Köklü bir yeniden yapılanma ihtiyacını görecek kadar akıllı olan eğitimcilerin yardımıyla, üniversiteyi bitirip çalışma dünyasına atıldıktan sonra gerçek sorunlarla yüzleşmeleri gerekeceğini anlayan ve bir kâğıt parçasının toplum içinde onlara iddia edilen fırsatları sunmayacağını bilen siyah düşünürler ve siyah düşünce için yeni bir çığır açılacak. Eğitim sürecindeki kandırmacalar onları dertlerinin biteceğine inandıramayacak. Siyah öğrenciler üniversitelerden birer siyah olarak mezun olacaklar.”
Romanda siyah öğrencilerin yönetimden talepleri ile Kara Panterler hareketinin dönemin yönetimine bulundukları taleplerin “üniversite ortamına” uyarlanmış versiyonu gibidir…
Heron’ın bunları bu kadar kendinden emin ve net biçimde dile getirmesinin etkileyen sebeplerin başında bizzat tecrübe ettiği eğitim sistemi gelir. Zira, büyükannesinin yanında büyüdüğü Jackson’da Tigrett Ortaokulu’na kabul edilen “ilk üç siyahi öğrenciden biri”dir. Onu yeni doruklara taşıyan ise kelimelerle olan ilişkisidir. Büyükannesinin ölümünden sonra New York’ta gittiği (çoğunluğu yoksul öğrencilerden oluşan) devlet okulu DeWitt Lisesi’nde bir öğretmen Heron’un yazdıklarını dikkate alır ve Fieldston Akademisi’ne girmesi için ona yardım etmeyi teklif eder. Önce şüpheyle yaklaştığı bu teklifi daha sonra kabul eder. Bir noktada programın yöneticilerinden birinin; beyaz öğrencilerin okula limuzinle gelirken onun metrodan çıkıp yürüyerek okula gelmekle nasıl başa çıkacağını sorduğu, iki turluk oldukça aşağılayıcı mülakatların ardından Heron okula kabul edilir. Cevabında; bir limuzin satın alamayacağını ancak durumunun o kadar kötü de olmadığını hatırlatacaktır. Bu oldukça prestijli Fieldston Okulu’na kabul edilen “yalnızca beş siyahi öğrenciden biri”dir Scott-Heron.
Lise eğitimini Fieldston Akademisi’nde bitirdikten sonra Heron, en büyük ilham kaynağı olan Langston Hughes’un ayak izlerini takip ederek Pensilvanya’da Lincoln Üniversitesi’ne kaydolur. Bu, 1970-1972 arasında Scott-Heron’ın Siyahi Sanat Hareketi’ne (Black Arts Movement) ilgi duymaya başladığı ve kendi sanatının sonsuza kadar değiştiği dönemdir. O iki yılın ardından, müzik kariyerinin peşinden gitmek için ve 70’lerde bir güney üniversitesinde geçen, siyahi öğrencilerin yerleşmiş uygulamalara karşı mücadelesini inceleyen ikinci romanı Zenci Fabrikası yayımlandıktan sonra Lincoln Üniversitesi'ne bir daha geri dönmeyen Heron; piyanist ve flütçü Brian Jackson ile tanışır ve romanlar ile birlikte yazdığı şiirleri Jackson'ın müziğinin üstüne koymaya başlar. (“Revolution will not be televised”da Heron’un sözlerinin arkasında yürüyen bas gitar ve flütleri hatırlayın…) İşbirliği o kadar başarılı olur ki, 10 yıl sonra, hip-hopun öncüsü hâline gelen ruhu, caz ve şiirinin çığır açan melezini yaratmasıyla hâlâ en iyilerden biri olarak kabul edilir.
Ancak Scott-Heron’ın müzisyenliğini şekillendiren temel unsurlar da daima “kökler” olmuştur. Bilhassa Siyahi Sanat Hareketi’yle bir arada düşünüldüğünde (ki buna mecburuz) bu kökler, bugün artık hip-hop ve rap’e dönmüş biçimiyle yaptığı müzikte ve şair/müzisyen duruşunda, içinde bulunduğu mücadele ortamını ve süreci de şekillendirmiştir.
“Bilinçli” siyah caz müzisyenlerinin birtakım özgün politik ve müzikal unsurları bir araya getirdikleri ve en yoğun hâliyle yaşanan 1968-78 yılları aynı zamanda Scott-Heron’un da müzikal (ve beraberinde yazarlık) kariyerinin başlayıp şekillendiği ve en zirvede olduğu yıllar (tam dokuz albümü yayımlanmıştır). Bu unsurlar arasında kararlılık, siyah iş modelleri ile o dönemin siyah güç hareketinin devrimci hedeflerinin yanı sıra daha erken dönem sivil haklar hareketlerinin doğruluğu da vardı. Müzikal radikalliği, John Coltrane ve daha önceki “yeni” avangart caz sanatçılarının ruhaniliğiyle birlikte James Brown ve Aretha Franklin’in yoğun funk ve soul müziğini, kentin şiirini ve sokakların erken rap (proto-rap) müziğini birleştiren yeni tarz bir caz müzik icra ediyorlardı.
Bu etkilerin yanında, müzikal bakımdan ses ve ritim olarak Afro-merkezciliğin derinlemesine incelenmesi, aynı zamanda felsefî olarak da Afrika’daki bütünlük ve komünite kavramları siyah müzisyenlerin (en çok cazcıların) yaşama ve müzik yapma biçimlerini etkilemeye başlaması söz konusuydu.
Daha geniş sivil haklar hareketi döneminde tüm Afro-Amerikan müzisyenler kendilerini ve müziklerini, politik, kültürel, ekonomik ve sosyal yönden yeniden tanımlamaya başladılar. Bu iç gözlem müzisyenlerle sınırlı değildi. Aynı zamanda Siyah Sanat Hareketi olarak bilinen Afro-Amerikan görsel sanatlar, dans ve şiirini de gitgide saran bir politizasyon sürecinin parçasıydı. Sivil haklar hareketinin tüm Afro-Amerikalılar için eşitlik ve özgürlük mücadelesi olduğu dönemde Siyah Sanat Hareketi de bu daha kapsamlı politik çalkantı ve protestoların bir parçasıydı.
1920’lere gelindiğinde başlıca Amerikan sanat biçimlerinden biri hâline gelen caz, baskın beyaz kültürel yapı tarafından bir sanat biçimi olarak değil bir eğlence unsuru olarak görülmeye devam ediliyor ve konser salonlarında değil balo salonlarında, genelevlerde, gece kulüpleri veya gizlice içki satan mekânlarda çalınması uygun bulunuyordu. Bu bakış açısını sorgulayan ilk caz müzisyenleri Charlie Parker, Max Roach, Dizzy Gillespie ve Miles Davis gibi 1940’ların bebop sanatçılarıydı. Kendilerini “sanatçı” olarak görüyor ve öncüllerinin gördüğünden daha fazla saygı görmeyi bekliyorlardı.
Bu müzisyenler sahnede yeni müzikal özgürlükler devrimini gerçekleştirirken, sahnenin dışında Amerikan toplumundaki yerlerinin ikinci sınıf vatandaşlık olduğunu hatırlatan unsurlar her yerdeydi. Tüm kamusal ve özel mekânlarda beyaz Amerikalılardan ayrı tutuluyorlardı. Başka musluklardan su içiyorlardı. Siyahi müzisyenler arka kapıdan sahneye çıkıyor ve ayrıştırılmış bir kitleye çalıyorlardı. Gece kulüplerine, lokantalara, sinema ya da kütüphaneye beyazlarınkinden ayrı bir kapıdan girmek, barda oturarak yiyip içememek, otobüsün ön kısmında oturamamak ya da koltuğunu bir beyaza vermek zorunda olmak gibi durumlar yüzünden her gün her yerde küçük düşüyor ve eziliyorlardı. Bu ortam müzisyenlerin yalnızca yaşayışlarını değil yaptıkları müziğe nasıl yaklaştıklarını da derinden etkiliyordu.
1960’ların başında sivil haklar hareketi, 1960’ların sonları ve 1970'lerde de siyah güç hareketi bu tür yapısal ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için mücadele etti. Bu mücadeleyi ortak muhalefetin farklı formlarıyla gerçekleştirdiler; ikisi de suikastla öldürülen Martin Luther King’in şiddet karşıtı protestoları ya da Malcolm X’in olmazsa olmaz olarak savunduğu doğrudan hareket ve ayrılıkçılık gibi. Malcolm X’in 1965’teki ölümünün ardından Malcolm X’in Otobiyografisi isimli çok satan kitabı onun fikirlerini önemli ölçüde popülerleştirdi ve siyah güç hareketinin temellerini oluşturdu.
İlk albümünün ilk şarkısında Siyah Güç Hareketi’nin ilk sloganlarından biri olacak olan sözü “Devrim televizyondan yayınlanmayacak”ı dile getiren ve cumartesi geceleri The Beverly Hillbillies’in tekrarının arkasına saklanan ve beyaz imajını ululayan toplumda lüks içinde yaşayan Amerikalıları uyaran, herkesi uyanmaya; değişim zamanının geldiğini ve kimsenin cahil bir şekilde bir televizyonun ardında güvende kalamayacağını fark etmeye sevk eden Scott Heron’un tıpkı örnek aldığı isimler gibi devrimin nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği ile ilgili katı görüşleri de vardı. İlk albümünün üçüncü parçası Brother’da sokakta Afrika kıyafetleriyle gördüğü “sözüm ona” siyahi devrimcileri, farklı giyinen veya eğitim almak için çabalayan diğer siyahilere karşı eleştiri ve yargılamalar kustukları için aşağılayıcı bir şekilde şu sözlerle kınıyordu:
“Sanırım Malcolm’dan önce bir zenci olduğunu unutman biraz fazla kolay oldu. Köklerin sana kıskançlıkla bakıp şarap içerken; her cuma gecesi beyaz hatununu kasabada gezdirir oldun.
Hatırlıyor musun?”
1970’lerde diğer Afro-Amerikalı müzisyenler gibi Gil Scott-Heron da bir yandan da ilk olarak 1920’lerde Harlem’deki Uluslararası Zenci Gelişim Derneği’ni kuran girişimci aktivist Marcus Garvey’nin yaydığı siyah güç hareketinden cesaret alan pan-Afrikan idealizmi ve yetkileri ele almak gibi kavramlardan da faydalanıyordu. Bu açıdan baktığımızda ikinci romanı Zenci Fabrikası adıyla, Garvey’in zincir marketlerde, terzi ve tekstil atölyelerinde, kuru temizlemecilerde, restoran ve matbaalarda çalışan siyahları bir araya getirdiği örgütlenme olan Negro Factories Corporation organizasyonu arasındaki paralellik de kendini gösterecektir...
Garvey’in ilk dramatik söylevlerinden 50 yıl sonra Afro-Amerikan caz müzisyenlerinin büyük bir kısmı ticarî veya ana akım müzik endüstrisinden dramatik biçimde kopup, kendi kendini tanımlayan özünde değişmiş bir müzikal alana doğru kaydılar. Bu Afro merkezci vizyon, sanatsal özgürlüğü, ruhani keşifleri, kolektif sorumluluğu ve sosyal bilinci, bu özgün sanat biçimini tanımlayan unsurlar olarak bir araya getiriyordu. Sivil haklar hareketinin doruğa ulaşması ve Afro-Amerikalıların hayatlarına derinlemesine değişiklikler getiren bir dizi dava ve organize protesto gösterileri ancak 1950 ve 60’larda gerçekleşti.
“Sivil haklar hareketi”, ilk olarak 1955 civarında bir araya gelen ve temel amacı Afro-Amerikalılara uygulanan ayrımcılık ve ırkçılığı sona erdirmek olan pek çok grup ve onların stratejilerini tanımlıyordu. Sivil haklar hareketi, dönüm noktası kabul edilen bir dizi şiddet karşıtı sivil itaatsizlik hareketi ve yasal yollardan devlete meydan okuma yoluyla Afro-Amerikalılar’ın eşit haklara sahip olmasının önünü açmış oldu.
İlk yasal meydan okuma, 1954’te Brown’un Topeka Eğitim Kurulu’na karşı açtığı davada Yüce Divan’ın lehine verdiği karar oldu. Mahkeme ırka göre ayrılmış okulların anayasaya aykırı olduğunu kabul etti.
Montgomery Otobüs Boykotu en güçlü sivil protesto hareketlerinin biriydi. Boykot, Afro-Amerikalı aktivist Rosa Parks’ın 1 Aralık 1955’te otobüste beyaz bir yolcuya yer vermeyi reddettiği için tutuklanmasıyla başlamıştı. Boykotun önderliğini o zaman genç bir vaiz olan Martin Luther King yapıyordu. 4 Haziran 1956’da federal mahkemenin Alabama’daki ırk ayrımcılığı yasasının anayasaya aykırı olduğunu ilan etmesiyle 381 gün süren otobüs boykotu sona erdi ve Afro-Amerikalılar istedikleri yere oturma hakkını elde ettiler.
Bir başka şiddet karşıtı sivil eylem altı ay süren Greensboro oturmalarıydı. 1 Şubat 1960’da dört siyahi öğrenci Woolworth’ün bar bankosunda oturdular. 1961’de ise ilk Freedom Riders (eyaletlerarası otobüslere binip ırkçılık protestosu yapan farklı ırklara mensup sivil haklar aktivistleri) Washington’dan güney eyaletlere doğru yola çıktılar ve bu yolculuk boyunca çok kez yerel şiddete maruz kaldılar.
1960’ların başındaki sivil haklar hareketi okullarda, otobüslerde ve diğer kamusal mekânlardaki ayrımcılığın kaldırılmasından 1964’te Sivil Haklar Yasası ve 1965’te Oy Kullanma Yasasının kabulü gibi temel amaç ve hedeflerinin çoğunu başarıyla gerçekleştirdi. Fakat işleyişteki yavaşlık, devam eden ırkçılık ve Martin Luther King ve Malcolm X suikastleri gibi şiddet olaylarının yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle çok sayıda Afro-Amerikalının tavrı sertleşip radikalleşerek 1960’ların sonuyla 1970’lerin başında siyah güç hareketi olarak birleşti. Kara Panterler partisi ve siyah güç hareketinin dikkatleri üzerine çekmesinin sebebi şiddet kullanmaktan yana olmalarıydı. Ama en temel değişiklikler Panterlerin ve İslam devleti tarafından desteklenen gücü elinde tutma, kararlılık ve toplum tabanlı idealizmle geldi. Siyah iş (siyahların kurduğu ve yönettiği şirketler) yoluyla güçlenme modeli 1960’ların sonu ve 1970’lerde pek çok caz sanatçısı için önemli bir etkendi; kendi plak şirketlerini kuruyor, stüdyoda çalmak için para ödüyor, kendi albümlerini tasarlıyor ve dağıtımını da kendileri yapıyorlardı. Üretimin sahibi olmak sanatçıları ticarî endişelerden ve plak şirketleri tarafından kötüye kullanılmaktan kurtarıyordu ve kararlılık sayesinde tamamen özgürleştirici bir süreçti.
İster politik fikrini müziğiyle ya da yaşantısıyla ifade eden caz müzisyenleri, ister radikal şiirleriyle ifade eden Gil Scott-Heron, Duke Edwards ya da Afro-merkezli müzikleriyle Carlos Garnett, Joe Henderson ve Plunky, Oneness of Juju gibi gruplar olsun her Afro-Amerikalı sanatçı sivil haklar hareketini çerçeveleyen benzer deneyimler yaşamak zorunda kalmıştır. Ve Gil Scott-Heron bunu şarkılarında ve romanlarında tüm çıplaklığıyla dile getirebilenlerden olmuştu.
Albümlerinin âlamet-i farikasını biraz daha değiştirip geliştirerek farklı açılardan ve oldukça “eşit” biçimde yaklaştığı sosyal yorumlar, canlı sokak görüntüleri, keskin zeka ile yaratılmış kurguları, biraz da hassasiyet, romantizm ve duygusallıkla kaleme aldığı romanlarında, ilk günden beri 1920'lerin caz şairi ve kendi edebiyat kahramanı olduğunu açıkça dile getirdiği Langston Hughes'a olan saygısını her fırsatta teslim eden Heron, Black Power hareketi sırasında şiirin öncüsüydü; müzik endüstrisinde devrim yaptı ve bugün bildiğimiz “rap”in babası oldu ve mirası yaşamaya devam ediyor. Bunun için Kanye West’in 2010’da çıkardığı My Beautiful Dark Twisted Fantasy adlı albümünde, Heron’ın Comment #1’ını, 10 yıl önce de popüler hip-hop sanatçısı Mos Def’in, Black on Both Sides albümünde Mr. Nigga parçasında Heron’ın eserini altyapı olarak kullandığını hatırlatmak yeterli olacaktır.
Tuhaf biçimde politik, kültürel ve müzikal esin kaynakları 40’ların sonu itibariyle dönemin caz ve siyah müziğini şekillendirmişti, bugünün Amerika’sında ise yeni bir bölünme ve ırkçı gerilimde yankı buldukları muhakkak. Eşitsizliğe ve sivil hakların ihlaline karşı verilen mücadele, bugün dünyanın en büyük ülkesinde Afro-Amerikalılar için tarih olacağı yerde yeniden neredeyse mecburi bir ruh hâli gibi duruyor ve sokakta, gündelik hayatta bile karşımıza çıkabiliyor.
Öyle ya sivil haklar hareketinin büyük kazanımlarından 50 yıl sonra bugün birkaç önemli soruyu sormadan edemiyor insan. İlk Afro-Amerikalı devlet başkanının hemen ardından neden faşist ve yobaz bir iş insanı, eski TV figürü başkan olarak seçildi? Neden Şikago’nun güneyi hâlâ ABD’nin en yüksek cinayet oranına sahip? Detroit gibi bir şehir nasıl oldu da iflas etti? Ferguson neden yaşandı? Afro-Amerikalılara uygulanmaya devam eden polis şiddeti neden sona er(e)miyor? 2015 ve 2016’da Afro-Amerikalı genç bir erkeğin polis tarafından öldürülme olasılığı beyaz bir Amerikalının dokuz katıydı. Bugün de çok azalmış durumda değil. Kolektif bir protesto olarak #BlackLivesMatter tag’i 30 milyondan fazla kez tweelendi. Black Lives Matter hareketi, basitçe ifade etmek gerekirse 50 yıldan daha eski Afro-Amerikalıların radikalleşmesinin devamı ve en son şekli ve hâlâ anayasanın en önemli ilkesini hedefliyor: “eşitlik.” Hâliyle en başa geri dönüyoruz ve Afro-Amerikalı müzisyen, şair için bile coğrafya kader oluveriyor!
Ancak tam da o kadere denk gelecek biçimde; belki müzik albümlerinin uzun yıllara yayılan başarısından ve geniş kitlelere yayılmasının daha mümkün olmasından dolayı müzisyenliğini ön planda tutup yazarlığı (ama şairliği değil asla) biraz daha geri plana atan Heron, 2011’de hayatını kaybetmiş olsa da sözleri ve mirası devrim hakkındaki felsefesine uygun olarak yaşamaya devam ediyor:
“Devrim, 60’larda bazılarının atladığı ve sonraki üç-dört yılda gerçekleşmeyen ve herkesin, ‘Yok bee, devrim falan olmayacak’ dediği bir gecelik bir şey değil. Devrim sürekli işleyen bir süreç, sürekli gelişen bir süreç. Siyahlar’ın, tüm Siyahlar’ın, her zaman akıllarında devrim yatıyor.”