“Vardım, varım, var olacağım!”

Rosa Luxemburg'un önümüzdeki günlerde Dipnot Yayınları tarafından basılacak kitabına Peter Hudis ile Kevin B. Anderson tarafından yazılmış sunuş kısmından bazı parçaları Tadımlık olarak sunuyoruz...

05 Mart 2021 13:58

12 Ocak 2003’de, Berlin’in varoşu Friedrichsfelde’de, Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’ın yaşamlarını ve miraslarını anmak üzere düzenlenen gösteriye 100.000 kişi katıldı. Seksen dört yıl önce proto-faşist güçler tarafından öldürülen bu insanları anmak üzere bu kadar kişinin bir araya gelmiş olması şaşırtıcı gelebilir. Ancak böyle bir katılım hiç de beklenmeyen bir şey değildi; çünkü ABD’nin Irak’a müdahalesinin her an beklenmekte olduğu, askeri müdahalenin bu yeni evresine karşı muhalefetin bütün dünyada yükselmekte olduğu bir zaman dilimiydi. Rosa ile Liebknecht de, Avrupa tarihinin en önemli antimilitarist figürleri arasındaydılar; bu kadar insanın emperyalist savaşa ve terörizme meydan okumalarının ortasında onları bir öncü olarak görmeleri bu devrimcilerden kalan mirasın kanıtıydı.

Ancak Rosa Luxemburg’un (1871-1919) mirası antimilitarist katkısının çok ötesindeydi. Yaşamı ve eseri, sermayenin küreselleşmesine karşı özgürleştirici bir seçenek arayışını seslendirmekteydi. Rosa kendi kuşağındaki Marksistlerin hepsinden çok, sermayenin kendini sürekli genişletmesini, özellikle de teknolojik açıdan gelişmemiş dünya üzerindeki yıkıcı etkisini kuramlaştırmıştır. Sermayenin, kapitalist olmayan ortamları yıkmaya yönelik girişimlerine yönelttiği eleştirileri ve emperyalist yayılmacılığa ateşli karşı çıkışı, küresel sermayeye karşı çıkan yeni kuşak eylemciler ile düşünürlerin ortaya çıkışıyla yeniden önem kazanmıştır. Aynı zamanda, reformcu uzlaşıya, bürokratik entrikalara ve seçkinci örgütlenme yöntemlerine şiddetli karşı çıkışı da, baskıcı ve hiyerarşik oluşumları önleyen, radikal hareketleri ve geride kalan yüzlerce yılda sosyalist toplumlar yaratma çabalarını tanımlayan antikapitalist bir seçenek arayışını seslendirmiştir. İktidar alındıktan sonra devrimci demokrasiye duyulan gereksinme konusundaki ısrarı, zamanımızın yanıtsız kalan başlıca sorunlarının bir bölümüne değinmektedir: Kapitalizmin alternatifi var mıdır? Bürokratik şiddet ve totalitarizmi yeniden üretmeden küresel sermayenin kendi kendini genişletmeye yönelik atılımını durdurmak olası mıdır? Küreselleşen sermaye ve terörizmin belirleyici olduğu bir çağda insanlık özgür olabilir mi? Nihayet, büyük ölçüde erkek egemen bir nitelik taşıyan sosyalist hareket içinde bir kadın önder ve kuramcı olması toplumsal cinsiyet ile devrim üzerinde bazı yeni düşünceleri özendirmiş midir?

 […]

III

Rosa Luxemburg, Marksizm tarihinde en iyi bilinen kadın kuramcı olageldi. Kadınların kurtuluşu üzerine görece az yazmış olduğundan, bilim insanları arasında yaygın olan görüş kadınlarla hiç ilgilenmediği ya da pek az ilgilendiği yönündeydi. Ayrıca yazdıklarında da genellikle “burjuva feminizmi”ne saldırıyordu. Kadın mücadelesinin yanında bir eylemci olarak yer almaya da fazla zaman ayırmadı. Almanya’ya geldikten sonra, bazı SPD önderlerinin, zamanını SPD’nin kadın seksiyonuyla ilgilenmeye ayırması konusundaki önerilerini, erkek önderlerin tartıştıkları başlıca sorunlardan uzak kalarak “marjinalleşme”ye hiç de niyeti olmadığından reddetti. Yapılan yeni çalışmalar —özellikle de Marksist-Hümanist felsefeci Raya Dunayevskaya’nın Rosa Luxemburg, Women’s Liberation, and Marx’s Philosophy of Revolution (1982)— Rosa’nın yaşamında ve düşüncelerinde eksik kalmış olan feminist boyuta değinmişti. Paul Le Blanc’ın yakınlarda değindiği üzere, Rosa “kadınların kurtuluşu ile işçi sınıfının kurtuluşunu yorumlamak konusunda parlak bir sezgisi vardı.”[1] On yıl önce yazan feminist felsefeci Andrea Nye, Rosa’nın feminizm ile ilgili sınıf perspektifinin “gerek liberal hoşgörü çeşitliliğinde, gerekse de postmodern siyasal farklılıklarda olmayan bir kuramsal temel” önerdiğini ileri sürdü.[2] 1988’de de Alman Marksist feminist Frigga Haug, Rosa’nın “erkeksi kadınlar, yani kadınlığını yadsıyan ve başarıya ulaşabilmek için erkek dünyaya uyum sağlayan kadınlar arasında yer aldığı”na ilişkin ilk nosyonları tartışmaya açtı.[3]

Rosa Luxemburg, birçok SPD üyesinin üstüne sinen şoven erkek egemen yaklaşımların farkındaydı ve sahne gerisinden de olsa yakın arkadaşı Clara Zetkin’in kadınların kurtuluşunu sosyalist dönüşümün ayrılmaz bir parçası kılmaya yönelik çalışmalarını tamamıyla desteklemekteydi.[4]

Belçikalı sosyalist önder Emil Vandervelde’nin liberallerle yapmış olduğu, Sosyal Demokratların uzun süredir istedikleri şey olan kadınlara oy hakkını göz ardı eden, ama evrensel ölçekte erkeklere oy hakkı verilmesini destekleyen seçim anlaşmasına tepki olan “Taktik Bir Sorun” (1902) yazısıdır. Rosa, bu anlaşmaya sadece temel sosyalist ilkeler utanmazca bir kenara bırakıldığı için saldırmakla kalmamış, aynı zamanda kadınların özgürleşmesinin kapitalist düzeni olduğu kadar Sosyal Demokrasi’yi de nasıl sarsacağı üzerine yazmıştı: “Kadınların siyasal özgürleşmeleriyle, [Sosyal Demokrasi’nin] gerek siyasal, gerek toplumsal yaşamında, bugün parti üyelerimizin, işçilerin ve önderlerin bile zevksiz aile yaşamlarını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde aşındıran boğucu havayı temizleyecek güçlü ve yeni bir rüzgâr esecektir.”[5] “Kadın sorunu” konusunda İkinci Enternasyonal’ın önderleriyle yaptığı tartışma sadece bu yazıyla sınırlı kalmadı. 1907’de, Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda yaptığı konuşmada, Brüksel’deki İkinci Enternasyonal’ın merkezinden bağımsızlaşması gerektiğini de ileri sürdü. 1912’de de, “Kadınların Oy Hakkı ve Sınıf Mücadelesi”nde, orta sınıf Alman kadın örgütlerinden bağımsız bir işçi sınıfı kadın hareketini savunuyordu. 1914’de, (burada ilk kez İngilizceye çevrilen) “Proleter Kadınlar” başlıklı, Avrupa’da olduğu kadar Afrika ve Latin Amerika’daki kadın direnişinden de etkileyici bir saygıyla söz ettiği makalesini yayınladı.

Kadın sefaletinin olduğu bir dünya yardıma ihtiyaç duyuyor. Köylülerin karıları, yaşamın yükü altında neredeyse çökecek olmaları nedeniyle inleyip duruyorlar. Alman Afrika’sında, Kalahari Çölü’nde, Alman asker sürüsünün peşlerine düştüğü, açlık ve susuzluktan dehşet verici şekilde ölen savunmasız Herero kadınlarının kemikleri güneşin altında kavruluyor. Okyanusun öbür kıyısında, Putumayo’nun dik kayalıklarında, uluslararası kapitalistlerin kauçuk plantasyonlarında, dünyanın boşladığı Kızılderili kadınların ölüm çığlıkları yok olmaya yüz tutuyor. Yoksulların en yoksulu, güçsüzleştirilenlerin en güçsüzü proleter kadınlar: kadınların ve insanlığın kapitalist egemenliğinin dehşetinden özgürleşmesi için mücadeleye katılmakta acele edin.”[6]

1918’de ise |Rosa|, Alman devriminin yükselişinde, hem Spartaküs Birliği’nin ve hem de yayın organı Die Rote Fahne’nin [Kızıl Bayrak] kadın seksiyonunun kurulması için Clara Zetkin’i zorlamıştı.

Rosa Luxemburg’un kadınlar üzerine yazıları, Polonya hareketindeki çalışması sırasında daha da genişlemişti. SDKPİL’ın programındaki, “ister medeni, ister cezai [yasalar] olsun, kadınların zararına çıkarılmış olan ya da kadınların kişisel özgürlüklerini, sahip olduklarını diledikleri gibi kullanma haklarını ya da babaları ile eşit olarak çocukların bakımını üstlenme haklarını sınırlayan bütün yasaların yürürlükten kaldırılması” çağrısında bulunan 10. maddeyi kaleme aldı. Rosa’nın yaşamöyküsü yazarı Richard Abrahan şunu yazar: “Luxemburg ile Zetkin, kadınlara yönelik olarak, kendi burjuva önderlerinin peşinden ayrılmayı hiç de hoşgörmeyen o günlerin burjuva feminist kitle örgütlerinden çok daha radikal isteklerde bulunmuşlardı.”[7]

Rosa Luxemburg’un gelişiminin en önemli evrelerinden birisi, hiç kuşkusuz ki, 1905 Devrimi’ne katılmasından hemen sonra Leo Jogiches’den kopmuş olması nedeniyle gerçekleşti. Birkaç yıl sonra, sevgilisi Konstantin (Costa) ile birlikteyken Zetkin’e şunları yazdı: “Leo’dan kurtulduğumdan bu yana bir kez daha ben benim.”[8]Dunayevskaya, ayrılmalarının siyasal yansımalarını özenle ortaya çıkarmıştır; Rosa’nın, “... Jogisches’e dayanmadan kendini daha da geliştirmesi yeni doruklara ulaşmasını sağladı... En büyük entelektüel başarıları bu ayrıldıktan sonra olmuştur” diye yazmıştır. Ayrılmalarından önce “örgütlenme işlerine çok az ilgi duyan Rosa ve tüm hayatı örgütlenmeyle geçen Jogiches bu durumu aşk ilişkileri açısından sorunlu görmüyorlar”, 1907’de “kuram ve örgüt konusunda Jogiches’e danışmaksızın kendini daha da geliştirmesi yeni doruklara ulaşmasını sağladı.”[9] Gerçekten de Rosa’nın mirasının en önemli yönlerinden biri, kendiliğindenlik ile örgütlenme arasındaki ilişki üzerine olan ayırıksı tutumuydu. Dunayevskaya’nın değindiği üzere, bu yeni gelişmeler, 1906-1909 arasını kapsayan bölümün başlığı “Yitik Yıllar” olan Nettl’ın yetkin yaşamöyküsünde de gözden kaçırılmıştır. Feminist şair Adrienne Rich de Nettl’i eleştirirken şu yorumda bulunur: “Kadınların yaşamöykülerini yazanların çoğu, sevgililer gelip gitseler de, kadınların başlıca ilişkilerinin işleri olabileceğini anlamayı hâlâbaşaramamaktalar.”[10]

[...]

IV

Rosa Luxemburg’un, Lenin’le girdiği tartışmalar devrimci örgütlenmeye yönelik genel tutumunu ortaya çıkarır. Rosa’nın, Lenin’e büyük bir hayranlığı vardı; devrim ve örgütlenme konusunda tamamıyla karşı kutuplarda oldukları miti ise ancak Rosa’nın ölümünden sonra yaratılabildi.[11] Yine de Lenin’in örgütlenmeye ilişkin kavramlaştırmalarına yönelik eleştirileri, radikal hareketin sonraki tarihi açısından yeni bir önem kazanacaktı.

Rosa Luxemburg, 1904 tarihli “Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları”nda, proletaryanın sınıf bilincinin “örgütlenme kavramını sil baştan ele alacağı”nı ileri sürerek Lenin’in aşırı merkeziyetçiliğine şiddetle karşı çıkar. Ona göre, Lenin’in oportünizmle savaşma kaygısıyla katı merkeziyetçi örgütlenme anlayışı, kendiliğindenci girişimleri ve demokratik düşünceyi bastırma tehlikesini beraberinde getirebilir. Oportünizmle savaşmanın gerekli olduğunu söyler, ama bu, onun örgütsel yöntemlerini yineleyerek olmamalıdır. Lenin gibi Rosa da öncü partiyi savunmaktadır, ancak devrimci bilinç ile örgütlenme ilişkisi konusunda epey farklı taraflara yönelirler. Lenin genellikle sınıfsal bilinçlenmenin temeline partiyi yerleştirir; Rosa ise, sınıfsal bilinçlenmeyi, partinin ele geçirmesi ve gerçekleşmesine yardımcı olması gereken kitlelerin günlük mücadelesine yerleştirir. 1899’da Reform ya da Devrim’de yazdığı gibi, “kuramsal bilgi, partideki bir avuç ‘aydın’ın ayrıcalığında kaldığı sürece yoldan çıkma tehlikesiyle karşılaşacaktır. Bilimsel sosyalizmin keskin ve güvenilir silahı ancak işçi kitlelerinin eline geçtiğinde... bütün oportünist akımlar başarısız olacaktır.”[12]

Rosa Luxemburg’un 1904’deki, Lenin’in Ne Yapmalı’sına yönelttiği eleştirisi oldukça ünlüdür; yakınlarda günyüzüne çıkan başka elyazmaları da örgütlenme kavramlarına yönelik eleştirilerine yeni bir ışık tutuyor. Bunlardan en önemlisi, 1911 güzünde yazılmış ancak yayımlanmamış uzun bir makaledir; bu makale Feliks Tych tarafından yayımlandı. Tych, bu yazıyı 1991’de, Moskova’daki SKPiL’in arşivinde çalışırken bulmuştu. “Kredo” başlığını taşıyan yazı Lenin’in Bolşevik olmayan bütün eğilimleri RSDRP’den tasfiye etmeye çalıştığı, Luxemburg ile Jogiches’ın SDKPiL’i arasında gerilimlerin ortaya çıktığı dönemde yazıldı. Rosa, “Credo”da, Lenin ile Bolşeviklere, Menşeviklere ya da Troçki’ye olduğundan çok daha yakın olduğunu açıklıyor; ama “Leninist Sol’un kaba devrimci eylemleri”ni şiddetle eleştiriyor. Bu belgenin önemini, Rosa’nın en yeni yaşamöyküsünün yazarı olan Annelies Laschitza şöyle belirtiyor: “‘Kredo’, ‘Rus Sosyal Demokratlarının Örgütsel Sorunları’ makalesi (1904), “Rus Devrimi” (1918) elyazmasının yanı sıra, Rosa Luxemburg’un Lenin’in siyaseti üzerine en önemli çalışmasıdır ve parti birliği ile parti içi demokrasi konularında ikisi arasındaki temel farklılığı açığa çıkarmaktadır.”[13]

Rosa Luxemburg’un devrimci demokrasinin gereğine ilişkin öngörüsünün en önemli örneği, ölümünden sonra 1922’de yayımlanan, 1918’da yazmış olduğu uzun denemedir: Rus Devrimi.[14] Her ne kadar deneme Ekim 1917 Bolşevik Devrimi’ne birçok sert eleştiride bulunuyor olsa da, bu çalışmanın Ekim Devrimi’ni savunmak için yazdığı akıldan çıkarılmamalı. Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıktığı için girdiği cezaevinden, Bolşeviklerin cesaretlerini ve ilk adımı atmış olmalarını övdü. Ancak aynı zamanda —ki en çok ilgi çeken de bu noktalar olmuştur— köylülere toprak bağışlanmasından, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulmasına ve Kurucu Meclis’in dağıtılmasına kadar iktidar alındığında uygulanan birçok politikayı da şiddetle eleştirdi. En sert ve ısrarlı eleştirisi de Lenin ile Troçki’nin devrimci demokrasiyi bastırmalarına odaklanmıştı.[15] Rosa, Bolşeviklerin söz, basın ve eylem özgürlüklerini bastırma eğilimlerinin, sosyalist bir topluma gidişi tehlikeye sokacağından ciddi biçimde kaygılanıyordu. Ona göre, sosyalizm ile demokrasi ayrılmaz biçimde birbirlerine bağlıydı; biri olmadan öbürü bir şey elde edemezdi. Ayrıca Lenin ile Troçki, gücü tek bir partide tekelleştirerek Rusya’nın devrimci gelişmesinin temelini de tehlikeye atıyorlardı. Eski rejimin yıkılmasından sonra, düşünce ve ifade özgürlüğüne olan gereksinmeyi ortaya atarak Marksist hareketin karşı karşıya olduğu en önemli ve zorlu sorunlardan bazılarını ortaya koyuyordu: Devrim sonrasında ne olacaktı? Sonradan yeni bir sınıfın ya da bürokrasinin [iktidarı] ele geçirmemesini güvenceye almak için ne yapılabilirdi? Devrimci sürecin, yabancılaşmanın aşılması sağlanabilecek biçimde “sürekli” devam etmesi mümkün müy-dü?

Bu sorular, Marksist hareketin içinden —Rosa’nın tanık olacak kadar yaşayamadığı gelişmeler— Stalinist totalitarizmin ortaya çıkışından ve onlarca yılın baskı ve şiddetinden sonra Stalinist rejimin çöküşünden bu yana daha da güç kazanmışlardır. Öylesine kökten farklı bir tarihsel bağlamda, Rus devrimine yönelttiği, bugün de milyonlarca kişinin zihninde olan eleştiri Rosa’nın ileri görüşlülüğünün kanıtıydı: Hem var olan kapitalizme hem de onun bürokratik/totaliter karşıtına, yani ikisine de bir seçenek var mıdır?

Son zamanlarda, Rosa Luxemburg’un Rus Devrimi’ne yönelik eleştirileriyle ilgili olarak yeni bir mit ortaya çıktı: nesnel engelleri aşma gereğini kabul eden ve “devrimci durum”u yaygınlaştıran Lenin’ın “cesareti”ne karşı Rosa’nın eleştirisi, bu tarihsel inisiyatifi kavramada Rosa’nın isteksizliğini göstermekte.[16] Gerçekten bu kadar uzak bir şey olamaz. Rosa, Ekim Devrimi’ne karşı çıkmadı; Bernstein’a yönelik eleştirisinden 1918-1919’daki Alman Devrimi’ne katılmasına kadar her şeyin gösterdiği üzere, iktidarı ele geçirme zorunluluğundan da hiç kaçınmadı. Onun için temel konu, iktidara el koymanın niteliği ve olası en geniş devrimci demokrasiyi sağlayabilmek için hemen ardından atılması gereken adımların neler olduğuydu. Rus Devrimi’nde şunları yazdı:

Proletarya iktidara el koyduğunda, Kautsky’nin “ülkenin [devrim için] olgunlaşmadığı”nı ileri sürerek bir ülkenin sosyalist dönüşümden vazgeçmesine ilişkin öğüdüne kulak asmayacaktır... Sosyalist önlemleri, en güçlü, en kararlı ve en ödünsüz biçimde hemen uygulamaya geçirmelidir; geçirmek zorundadır da. Başka bir anlatımla, bir diktatörlük kurmalıdır; ama bu bir partinin ya da hizbin diktatörlüğü değil, sınıf diktatörlüğüdür —sınıf diktatörlüğü, sınırsız bir demokrasi içinde halk kitlelerinin en etkin, sınırsız katılımının herkesin gözü önünde sağlanması demektir.

Rosa Luxemburg’a göre, “proletaryanın tarihsel görevi, iktidarı ele geçirdikten sonra, demokrasiyi toptan bir yana bırakmak değil, burjuva demokrasisinin yerine sosyalist demokrasiyi geçirmektir.” “Sosyalist uygulama, yüzyıllar boyunca burjuva sınıfının yönetiminde aşağılanmış kitlelerde tam bir manevi dönüşüm sağlamak demektir” diye ısrar ettiğinden, bundan daha azına asla razı olmayacaktır.

 

V

Rosa Luxemburg, bu düşünceleri doğrudan fiili bir devrimci süreçte, 1918-1919’da Almanya’da sınama olanağını buldu. Bu olanak, SPD’nin 4 Ağustos 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’ndan yana oy kullanması sonucu İkinci Enternasyonal’ın çöküşüyle harekete geçen bir deneme sürecinden sonra ortaya çıktı. Büyük ihanetten şaşkına dönmüş ve neredeyse intiharın eşiğine gelmiş Rosa, kendini yatıştırdı ve sosyalist hareketin emperyalist savaşa teslim olmasına karşı devrimci bir muhalefet geliştirmek için çalışmaya koyuldu. Daha 4 Ağustos sabahı, SPD’nin ihanetinden sosyalizmi nasıl ayırabilecekleri üzerinde çalışmak üzere evinde arkadaşlarıyla bir araya geldi. 1914 sonlarına doğru, Reichstag’da savaşa açıkça karşı çıkan tek milletvekili olan Karl Liebknecht de ona katıldı. 1915 başlarında, Rosa, Liebknecht ve arkadaşları Die Gruppe Internationale’i (Enternasyonal Grup) kurdular ve grubun süreli yayını olarak da Die Internationale’i (Enternasyonal) çıkardılar. Bu girişim savaş sansürüyle engellendiyse de, savaş karşıtı duyguların canlanmasına yaradı ve bir yıl sonra, Rosa ile Liebknecht’ın başını çektikleri Spartaküs Birliği’nin oluşmasına yol açtı.

O sırada Rosa cezaevindeydi. Oradan yazdığı mektuplar çok yönlü kişiliğini ve bir aydın olarak ilgi alanlarını gösterir: Vladimir Korolenko üzerine bir inceleme yazarak Rus yazınını didikler, Alman Romantik yazını ile Fransız şiiri üzerine yorum yapar, yaşam boyu ilgi duyduğu sanattan keyif alırken, bir yandan da, en önemli çalışmalarından birini —Sermaye Birikimi: Karşı Eleştiri — yazar ve gördüğümüz üzere, Siyasal iktisat’a Giriş’i de yayıma hazırlar. Rosa, en zor koşullarda bile kendini kısıtlayan biri asla değildi. Dostu Luise Kautsky’ye cezaevinden yazdığı bir mektupta şunlara değinir: “Bana yazan herkes ağlayıp sızlanıyor. Bundan daha saçma bir şey düşünemiyorum... Birinin kendini tamamıyla günlük dertlere teslim etmesi akıl almaz ve hoş görülemez bir şey... Bir siyasal savaşçının her şeyin tepesinde olmak için çalışmaya çok daha gereksinmesi vardır; yoksa önemsiz konuların içinde boğulur gider.”[17] Büyük savaş karşıtı ve antimilitarist manifestosunu, “Junius” takma adıyla yayımlanan ve o günden bu yana Junius Broşürü olarak bilinen Alman Sosyal Demokrasisi’nin Bunalımı’nı yazdığı 1915 yılında da cezaevindeydi. Bu çalışma cezaevinden dışarıya kaçırılıp 1916’da broşür olarak yayımlandığında, SPD’ye ve İkinci Enternasyonal’e yönelttiği ağır suçlamalarla devrimci gruplaşmayı güçlü biçimde yeniden özendirmişti. Daha önceleri, 1908’de, Hollandalı devrimci Henrietta Roland-Holst’un Hollanda Sosyal Demokrat Partisi’nden ayrılma kararına “en kötü işçi sınıfı partisi, hiç olmamasından daha iyidir”[18] diye karşı çıkmıştı. İkinci Enternasyonal’deki Marksistleri büyük ölçüde niteleyen bu birleşik örgütlenme fetişi Rosa’nın üzerinde de iz bırakmıştı. Junius Broşürü’nde ve başka yazılarında SPD’ye yönelttiği eleştiriye karşın, kitlelerle bağı koparmamak için bir muhalefet yönelimi olarak olabildiğince SPD’nin içinde çalışmayı savunmuştu.

1916’da, Berlin, Bremen, Braunschweig, Stuttgart ve Hamburg gibi imalat sanayi merkezlerinde radikal işçi gruplarının oluşmasında görüldüğü üzere, savaş karşıtlığı işçi sınıfı içinde artmaktaydı. Bazılarının Spartaküs Birliği ile bağlantısı vardı, bazılarının yoktu. Bu grupların bir bölümü SPD ile İkinci Enternasyonal’ın siyasal mirasından hemen kurtulmanın yollarını aramaktaydılar. Rosa ile Liebknecht cezaevinde olduklarından Spartaküs Birliği’nin yeraltında varlığını sürdürmesine yönelik örgütsel çalışmalar Leo Jogiches’ın omuzlarındaydı. Olağanüstü gizli çalışma becerisiyle Spartaküs Birliği, çoğu Rosa tarafından yazılmış savaş karşıtı bildirilerin dağıtımını gerçekleştiren yaygın bir illegal kampanyayı örgütledi. Bu çalışmalar, Ocak 1918’de, bir milyon işçinin katıldığı barış için genel greve ortam yaratılmasına yardım etti ve Kasım 1918’deki Alman Devrimi’nin Generalprobe’si (genel provası) olarak bilinir oldu. 1917’de, Hugo Haase ile Georg Ledebour çevresinde kümelenen SPD içi muhalefetin partiden tasfiyesi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yi (USPD) kurmalarından sonra, Spartaküs Birliği, USPD’nin ılımlı çoğunluğunu devrimci doğrultuya çekmeye çalışmak üzere, özerk bir akım olarak USPD ile birleşti.

Sonunda, Ekim 1918’de Alman cephesi çöktü; ardından da Kiel’deki Alman gemicilerin ayaklanması geldi. Alman Devrimi başlamıştı. İşçi ve asker konseyleri oluşturulmaya başlandı; Liebknecht gibi siyasal mahkûmlar serbest bırakıldılar. 8 Kasım’da da Rosa salıverildi. Kitlesel ayaklanmadan korkan savaş döneminin son şansölyesi Max von Baden, Kayzer’in istifa ettiğini duyurdu ve SPD önderi Friedrich Ebert şansölye olarak atandı. SPD önderleri Philipp Scheidemann ile —“ölümcül bir günah olarak devrimden nefret ediyorum” diyen[19]bir sosyalist olan— Ebert, bütün enerjilerini işçilerle askerlerin isyanını burjuvazinin sınırları içine çekmeye yönelttiler.

Cezaevinde geçen yılların Rosa’nın sağlığını bozduğunu, salıverildiğinde yoldaşları hemen fark ettiler. Gene de sonraki iki ay, kendini toplumsal devrim çabasına bıraktığında önemli bir enerji ve yaratıcılık göstermekten geri kalmadı. Her gün, hatta kimi zaman günde iki kez yayımlanan Spartaküs Birliği’nin yayını Die Rote Fahne’yi çıkarma işi vardı; Rosa, alışıldığı gibi, her sayıda yer alan yazıların neredeyse yarısından çoğunu yazıyordu. Berlin USDP ile, Devrimci İşçi Temsilciler ile sayısız tartışma, işçiler ile askerlere yönelik konuşmalar söz konusuydu. Rosa’nın Alman SPD’nin devamı ile bütün bağlarını kopardığı Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’nin yoğun kuruluş çalışmaları vardı. O Aralık’ta Rosa şunları yazdı: “Bugünkü devrimde, eski düzenin savunucuları egemen sınıfların kalkanları ve armaları ile değil, ‘Sosyal Demokrat Parti’nin bayrakları altında listelere giriyorlar.”[20]

31 Aralık 1918’de, Alman Komünist Partisi (KPD)’nin kuruluş konferansında yaptığı konuşma, “Programımız ve Siyasal Durum”, İkinci Enternasyonal’ın siyasetinden sadece örgütsel değil, kavramsal bir kopuşu da göstermekte. Rosa, konuşmasını SPD önderlerini eleştirmekle sınırlamadı, 1914’deki ihaneti, İkinci Enternasyonal’ın başından, 1891’de Erfurt Programı’nı, “asgari” ve “azami” istekler arasındaki keskin ayrımla kabul etmesinden bu yana izlediği siyaset ile ilişkilendirdi. Erfurt Programı’na yönelik eleştirileri olduğu halde İkinci Enternasyonal’i onaylayan Engels’i eleştirmekten de geri durmadı. “4 Ağustos [1914] bulutsuz bir gökyüzünde aniden patlayan bir fırtına değildi” diye açıkladı; “4 Ağustos’ta olan, yıllardır yapageldiklerimizin mantıksal sonucuydu.” Her ne kadar İkinci Enternasyonal’ın kuruluşundaki program belgesine odaklanmışsa da, eleştirilerini Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, kendini izleyenler ile otoriter sosyalist Ferdinand Lassalle’ı izleyenler arasındaki “ilkesiz birliğe” saldırıda bulunduğu 1875’e kadar götürmemişti. Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, sonradan onu izleyenlerin hiçbirinin gerçekleştirmediği örgütlenmeye ilişkin özel kavram, zamanında Rosa dâhil, kimse tarafından kavranmamıştı; öneminin yeniden ortaya çıkartılması yakın geçmişte oldu.[21]

KPD’nin kuruluş günlerinde, 4 Ocak 1919’da, Sol USPD ile ilişki kuran Berlin Emniyet Müdürü Emil Eichhorn, SPD tarafından kontrol edilmekte olan Prusya hükümeti tarafından görevinden alındı. 5 Ocak Pazar günü, Berlin USPD, Devrimci İşçi Temsilcileri ve KDP tarafından yapılan bir çağrı üzerine 100.000’in üzerinde işçi, Eichhorn’un görevden alınışına karşı Berlin sokaklarını doldurdu. O akşam, işçi grupları, kendiliklerinden Vorwärts ile yerleşik basının bürolarını işgal ettiler. Hiç beklenmeyen bu büyük katılım ve katılanların devrimci havasından şaşkın Berlin USPD, Devrimci İşçi Temsilcileri, KPD’den de Liebknecht ile Wilhelm Pieck’ın katılımıyla çabucak bir Devrim Komitesi oluşturdular. Rosa’ya danışmadan, o Pazar gecesinin geç saatlerinde Ebert-Scheidemann Hükümeti’ni devirme kararı aldılar. Sonraki gün, 6 Ocak’ta, yarım milyonun üzerinde işçi Berlin’de yürüdüğünde hükümete karşı hareket daha da güç kazanmış göründü. Almanya’nın tarihindeki en büyük işçi sınıfı gösterisiydi. Ancak Berlin kışlalarındaki askerler ayaklanmaya katılmadılar; fabrikalardakilerin çoğu da farklı sosyalist partiler arasındaki birliği desteklediler.

İzleyen birkaç gün içinde ortaya çıkan olayların karmaşık ve kafa karıştırıcı dönüşümü ayrıntılı olarak burada anlatılamaz. Rosa’nın ayaklanma çağrısını zamansız bulduğu konusunda pek kuşku yoktur; KDP hâlâ küçük ve deneyimsiz bir örgüttü ve devrimcilerin, köylülük bir yana, işçiler ile askerlerin desteğini alıp alamayacakları açık değildi. Ancak Ottokar Luban gibi bilim insanlarının yaptıkları yeni araştırmalar, Spartaküs ayaklanması olarak adlandırılana katılmakta esasen duraksaması olduğuna ilişkin uzun süredir ileri sürülen görüşü sorgulamıştır. Ne Rosa Luxemburg ne de KPD ile USPD’nin önderleri, o zaman SPD’nin ve başkalarının da iddia ettiği gibi bu ayaklanmayı planlamışlardı. Ancak Rosa, 7 Ocak’ta sokakları dolduran büyük işçi kalabalıklarını görünce Ebert-Scheidemann Hükümeti’nin çekilmesini istedi; Die Rote Fahne’de “bütün iktidar mevkilerinin işgal edilmesi” çağrısında bulundu, sonraki gün de Ebert-Scheidemann Hükümeti’nin yıkılmasını “zorunlu bir hedef” olarak tanımladı. Rosa, güçler arasındaki dengenin devrimcilerden yana olmadığının farkında olduğu halde, bir kez harekete geçtiğinde “devrimci bir gelişme geriye dönmez” gerekçesiyle ayaklanmaya karşı çıkmayı reddetti. Kitleler sokakları doldurmuşlardı ve devrimcilere düşenin savaşmak için üstlerine ne düşüyorsa yapmaları gerektiği”ni düşünüyordu.[22]

Devrimcilerin Berlin işçilerinin ve Halk Donanma Birliği asker konseyleri ve askerlerinin desteğini sağlamada başarısız olmaları ayaklanmanın kaderinin belirlenmesine neden oldu; hükümet güçleri saldırıya geçtiler ve [ayaklanmayı] bastırdılar. SPD açıkça başlarını istediğinden Rosa ile Liebknecht saklanmak zorunda kaldılar. Bazıları Berlin’den ayrılmalarını önerdiyse de Rosa reddetti. 15 Ocak’ta, hükümet tarafından silahlandırılan ve Nazilerin öncüleri olan Gönüllüler Birliği üyeleri tarafından tutuklandılar ve aynı gün vahşice öldürüldüler. Rosa’nın tanınmayacak haldeki cesedi aylarca bulunamadı… 

VI

Rosa Luxemburg’un yaşadığı ve çalıştığı çağın, sadece tarihsel olarak değil, kavramsal olarak da bizimkinden uzak olduğu açıktır. Rus Devrimi’nin bırakın yıkılmasını, tam bir totaliter topluma dönüştüğünü de göremeden öldü. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki antiemperyalist devrimleri görecek kadar yaşamadı. Marx’ın düşüncelerini sonraki kuşakların çok daha enine boyuna kavramalarını kolaylaştıran yazılarının sırayla yayımlanmasından da önce öldü. İktisadi ve Felsefi Elyazmaları 1844 ile Grundrisse’nin bulunuşu ve son on yılında teknolojik açıdan gelişmiş toplumlar üzerine yazdıkları... bunların hepsi ileriki yıllarda kendilerinden söz ettirecekti. Ancak Rosa Luxemburg, yaşadığı zamanın tarihsel ve kavramsal sınırlamalarına karşın, bugün çok farklı koşullarda olsak da, bize seslenen bir devrim ve özgürlük kavramı geliştirdi.

Onun sosyalist demokrasi ile insanın kurtuluşuna öngörülü bağlılığı, bürokrasiye, aşırı merkeziyetçiliğe ve seçkinciliğe şiddetle karşı çıkışı, kapitalizm ile mücadeleyi parçalı reformlara ya da gerici eğilimlerle ilkesiz uzlaşılara indirgeyerek daraltanlara karşı sürekli bir meydan okumadır. Çalışması daha derin bir demokrasiye, insancıl bir geleceğe dayanan, her iki otoriterlikten de kurtulmuş bir sosyalist demokrasiye duyulan gereksinmeyi ve kapitalist demokrasinin kısıtlı ufkunun ötesine geçen her girişimin sonunun zorunlu olarak karışıklık ve totaliterlik olacağı savını seslendirir.

Öte yandan, işçi sınıfı kadınlardan sömürge yönetiminin barbarlığına uğrayanlara kadar, küresel kapitalizmin egemenliğinden en çok acı çekenlerle özdeşleşmesi gibi, savaş ve emperyalizme yönelttiği eleştiri de yankılanmayı sürdürmektedir.

Bugünkü durumumuza bakıldığında, kuşaklar arasında kötü bir kopuşa göz yumamayız, en azından Rosa Luxemburg gibi böylesine tarihsel bir figürün katkılarını soğurmak ve yeniden düşünmek söz konusu olduğunda. Bu anlamda, onun kaleminden çıkan son sözcükler, bugünü de yazıldıklarını da her zamanki kadar yüksek sesle haykırmaktadır: “Vardım, varım, var olacağım!”

Peter Hudis – Kevin B. Anderson
Sunuş'tan
(s. 7-49)

 

NOTLAR:

 

[1] Paul Le Blanc, “Introduction”, Rosa Luxemburg: Reflections and Writings, ed. Le Blanc (Amherst, N.Y.: Humanity Books, 1999), s. 10.

[2] Andrea Nye, “Luxemburg and Socialist Feminism”, Le Blanc, Rosa Luxemburg içinde s. 105.

[3] Frihha Haug, “Rosa Luxemburg and Women’s Politics” (özgün baskısı 1988), Haug, Beyond Female Masochism: Memory-Work and Politics (Londra: Verso, 1992) içinde s. 221.

[4] Elzbieta Ettinger, Rosa Luxemburg: A Life (Boston: Beacon Press, 1986)’da Clara Zetkin ile Rosa Luxemburg arasındaki ilişkiyi epey farklı tanımlamakta ama iddiasını destekleyecek kanıt da sunmamaktadır: “Zetkin’in kadın sorununa bakışı ya da bağlılığını Luxemburg’un paylaşmıyor olması dostluklarını etkilememiştir.” (s. 102)

[5] Luxemburg, “Taktik Bir Sorun”, bkz. Rosa Luxemburg Kitabı, çev. Tunç Tayanç, s. 348, Dipnot Yayınları, 2013.

[6] Luxemburg, “Proleter Kadın”, bkz. Rosa Luxemburg Kitabı, çev. Tunç Tayanç, s. 363, Dipnot Yayınları, 2013.

[7] Richard Abraham, Rosa Luxemburg: A Life for the Internatonal (Oxford: Berg, 1989), s. 67. Ancak Abraham, sonra da, açıklanamayacak biçimde şunları yazar: “Luxemburg için, ulusal bağımsızlık, özel bir sertlikle küçümsediği ‘kadın hakları’ ile aynı ölçüde bir burjuva fetişiydi.” (s. 97). Luxemburg’un ulusal sorun ile kadın hakları konusundaki tutumuna ilişkin böyle bir karşılaştırmanın gerekçesi bulunmamaktadır; ulusal yazgıyı belirlemenin her türlüsüne şiddetle karşı çıkarken, kadın hakları mücadelesini desteklemiştir.

[8] Konstantin Zetkin’e yazdığı 27 Haziran 1908 tarihli mektup, Gesammelte Briefe, Band 2 içinde s. 356-358.

[9] Dunayevskaya, Rosa Luxemburg, s. 91-93.

[10] Adrienne Rich, “Raya Dunayevskaya’s Marx”, Rich, Arts of the Possible: Essays and Conversations (New York: W. W. Norton, 2001) içinde, s. 95-96.

[11] Özellikle bkz. Luxemburg, The Russian Revolution and Leninism or Marxism?, ed. Bertram Wolfe (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1961). “Leninism or Marxism?” başlığını Wolfe atmıştır.

[13] Annelies Laschitza, Im Lebensrausch, trotz alledem. Rosa Luxemburg. Eine Biographie (Berlin: Aufbau-Verlag, 1996), s. 404.

[14] Lenin ile Troçki’nin, Luxemburg’un dostu –Komünist Parti’den çıkartılan– Paul Levi tarafından yayımlanmasına karşı çıktıkları 1922’den bu yana, yeni Bolşevik rejime karşı bunca sert eleştiride bulunduğu bu denemeyi Luxemburg’un gerçekten yayımlamak isteyip istemediğine ilişkin çok şey söylenmiştir. Ancak bu sorun on yıl kadar önce, Luxemburg’un daha bilinmeyen bazı mektupları gün ışığına çıktığında, bu denemeyi yayımlamak istediği görülerek çözülmüştür. Bkz. Felix Tych, “Drei unbekannte Briefe Rosa Luxemburgs über die Oktoberrevolution”, IWK Internationale wissenschaftliche Korrespondenz für Geschichte der deutsche Arbeiterbewegung 27:3 (1991), s. 357-366.

[15] Stalinist çarpıtma sonucu onlarca yıl üstünün örtülmesinden önce, o zaman Troçki’nin tartışılmaz önemini vurgulayarak Luxemburg, birçok kez “Lenin ve Troçki”den söz etmiştir.

[16] Luxemburg’un Lenin’i eleştirmesinin bu tarihsel olayı kendi hesabına kavramadaki başarısızlığını gösterdiği görüşünü Slavoj Zizek, “George Lukács as a Philosopher of Lenin”, George Lukács, A Defense of History and Class Consciousness: Tailism and the Dialectic (Londra; Verso, 2000) içinde ortaya atmıştır. Zizek’in iddiasının bir eleştirisi için bkz. Peter Hudis, “Lukács’s History and Class Consciousness Reconsidered”, News&Letters (Haziran 2001), s. 5, 10.

[17] 26 Ocak 1917 tarihli, Luise Kautsky’ye yazdığı mektup, Luxemburg, Letters to Karl and Louise Kautsky from 1896 to 1918, ed. Luise Kautsky (New York: Robert M. McBride&Co., 1925) içinde s. 187-194.

[18] 11 Ağustos 1918 tarihli bu mektubu Henrietta Roland-Holst yayınlamıştır: Rosa Luxemburg (Zürih: Jean Christophe Verlag, 1977), s. 221.

[19] Aktaran Fröhlich, Rosa Luxemburg, s. 259. Ancak Nettl, Rosa Luxemburg’da bu deyimin “kesin biçimde ona mal edilemeyeceği”ni yazmıştır.

[20] Bkz. “Ein Pyrrhussieg”, Die Rote Fahne, 21 Aralık 1918, Gesammelte Werke, Band 4 içinde s. 471.

[21] Lelio Basso’nun, “Marx ile Engels kendi partileri saydıkları” için Luxemburg’un SPD’den tam kopuşunun zor olduğuna ilişkin görüşü, Marx’ın 1875’de, Alman Sosyal Demokrasisi’ni biçimlendiren birleşme kongresine yönelttiği sert eleştiri karşısında pek doğrulanabilir değildir. Bkz. Basso, Rosa Luxemburg: A Reappraisal (Londra: Cox&Wyman, 1970), s. 127. Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’ndeki örgütlenme kavramına yönelttiği eleştirinin tartışması için bkz. Dunayevskaya, Rosa Luxemburg, s. 153-157 ve István Mézsáros, Beyond Capital: Toward a Theory of Transiton (Londra: Merlin Press, 1995), s. 694-703.

[22] Ocak 1919 olaylarında Luxemburg’un rolüne ilişkin önemli bir yeniden değerlendirme için bkz. Ottokar Luban, “Demokratische Sozialistin oder ‘blutige Rosa?’ “, IWK 35:2 (1999), s. 176-197. Ayrıca bkz. Willam A. Pelz, The Spartakusbund and the German Working-Class Movement, 1914-1919 (Lewiston, N.Y.; Edwin Mellen Press, 1987).