“Ian McEwan, Benim Gibi Makineler’de alternatif bir tarih yaratıp bilgisayar kodculuğunun (kültürel/ruhsal kod kırıcılıklar da var) mucidi diyebileceğimiz matematikçi Alan Turing’i yaklaşık otuz yıl kadar fazla, 1982’ye kadar yaşattı, böylelikle de türünün ender bir örneği olarak, geçmişte geçen bir bilimkurgu romanını yazmış oldu: Kodlama dâhisi Turing yaşasaydı, yapay zekâ çok daha hızlı ilerlemeyecek miydi, henüz günümüze nasip olmamış şu Westworld’dekilere benzer robotlar çok daha erken bir tarihte üretilmeyecek miydi?”
29 Haziran 2020 14:27
Sanırmışım-Sanırmışsın-Sanırmış-Sanırmışız-Sanırmışsınız-Sanırlarmış.
Sanmak fiilini sizler için mişli geçmişin rivayetine ve tekil-çoğul toplam altı özneye göre çektim. Şimdi, fiil çekmede ne var, biz her gün çekiyoruz, diyebilirsiniz. O zaman ben de size bilgisayar mühendisliği öğrencisiyken, son sınıf boyunca çektiğim yaklaşık 10.000 fiilden, bu fiillerin zaman kiplerine ve altı özneye göre çekimlerinden, sonra tüm bu çekimleri tek tek tablolara yerleştirişimden söz edebilirim. Hikâyeyi çok uzatmayayım: Aylar boyunca dilbilimcilerden de feyz alarak, bitişimlilik özelliğinden ötürü matematiksel bir dil olan Türkçenin zaman kiplerinin kuralını bulmaya, yani Türkçenin kodunu kırmaya çalıştım. Benimkinin sadece küçük bir bölümü olduğu ana projenin amacı Türkçeyi bire bir temsil eden bütün kuralları bulup yapay zekâ ile makinelere öğretmekti. İşimin hamaliyesi çoktu ama sevmediğim ve hiçbir zaman yapmadığım mesleğin eğitimini alırken dille ve edebiyatla uğraşmak bana cennet gibi gelmişti.
Tek bir sorunum vardı, pek parlak bir kodcu değildim; hele projenin kullandığı programlama dilini hiç bilmiyor, tüm bulguların bilgisayar diline çevrilmesi kısmından çekiniyordum. Bunu utana sıkıla dile getirdiğimde, birlikte bu araştırmayı daha sonra bir konferans bildirisi yapacağımız hocam bana hiç merak etmememi söyledi. Haklı da çıktı. Araştırmam bitmiş, dil uyumunu bozan, sanmak dahil o üç-beş yaramaz fiili keşfederek kuralları ve vazifemi tamamlamıştım. Peki, tüm bunların hocam tarafından minik bir algoritma haline getirilip yapay zekâ programına eklenişi ne kadar sürmüştü dersiniz? Kederle izlediğim en fazla on beş dakika! Kodlama böyle bir şeydi: En rafine kuralı bulup algoritmasını bilgisayar diline çevirme.
O sıralar ütopik görünenlerin çoğu şu an gerçek: Yazdıkça yanlışımızı –arada tekleseler de– düzelten yazılımlar, telefonumuzda, bilgisayarımızda yaşamımızın bir parçası. Bir makine tarafından düzeltilmekten gocunmak ne kelime, işini doğru yapmadığında kızıyoruz onlara: Sanki o makineyi bizler yapmıyormuşuz gibi… Suçu başkasına atmayı, işlerini başkalarına yaptırmayı seven doğamız, insanlık koşullarımızdan biri.
Peki, o makineler insan kisvesine bürünüp bizlerin tüm zevk ve isteklerine amade olsalar nasıl olurdu? Hem de bu Disneyland’imsi bir eğlence olan Westworld’deki gibi bir Vahşi Batı parkı temasında gerçekleşse?[1] Bu öyle bir temalı park ki, o dünyada istediğiniz kişi olabilseniz? Normal hayatta birini öldüremez, tecavüz edemezsiniz ama parkta sürekli yeniden kodlanan, size ev sahipliği yapan insansı robotlara dilediğinizi yapabilseniz? Bize dayatılmış bütün davranışları unutabilseniz? Ne rahatlık, ne heyecan!
İşte şu kovboy kostümleri giyerek dilediğini yapma özgürlüğü konusuyla, ilk bir buçuk sezonunun neredeyse bütün sahne ve planlarını şiddetten yana kullandırıp bizlerin zihnini kan revan içinde bırakan Westworld’ün hikâyesi ava giden avlanır şeklinde gelişmeseydi, 1968’de yazılan Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? ya da ondan on dört yıl sonra çevrilen Blade Runner’dan bir tık daha ilerlemeyişimizin göstergesi olacak ve diziyi esefle karşılayacaktık ki, senaristler farklı bir manevrayla yaratıcılığa duyduğumuz inancı tazelediler. Yine de insanı insan yapanın geçmişi olduğu ve şu anıların demonte edilme fikirlerine aşina olduğumuzu külyutmaz bilimkurgu okur ve izleyicilerini temsilen bu satırlardan kendilerine iletelim.
Westworld’deki şu insanlık koşullarını oraya eğlenmeye giden insanlar değil de, nedense sürekli robotların ispat etmesi gerekiyordu: Merhamet ve sadakat. Çünkü en başta robotlar kodları gereği insanlara zarar veremiyorlardı. Yalnız olan oldu, birkaç robot aslında bir kodun içinde yaşadıklarını keşfettiler, fakat buna karşın geçmişlerine sahip çıktılar. Bunlardan Maeve “tema” ya da “kodlanma” (ama rol değil) icabı kendisine evlatlık eden kız çocuğuna karşı hissettiği annelik anılarının etkisinde nice riskler aldı, ölmekten bile korkmadı ve şunu bile söyledi: “Bazı şeyler kaybedilmeyecek kadar değerlidir. Özgürlük için bile olsa…” Nostalji histerisini, yaratılışımızın temelinde şunun olduğunu zaten biliyoruz: Olmayan geçmişe sahip çıkarak bilinçlenme. Neticede bunu robot yapınca garip gelmemesi gerekir ama geliyor çünkü biz insanız, çifte standart bizim işimiz. Yalnız iki robot da kodu kırıp insan öldürmeye başlayınca doğrusu insandan pek farkları kalmadı; şiddet de bizim işimiz. İnsanı doğadaki diğer canlılardan ayırması gereken hususun hep özgür irade, yaratıcılık vesaire gibi soyut kavramlar olduğu söylenip durdu; ama biliyoruz ki, insanı diğer canlılardan esas ayıran en temel insanlık koşulu kendi cinsine zarar vermeyişidir. Bizler öyle canımız istediği zaman, ne kadar kızsak da birbirimizi öldürmeyiz, senaristler işte orada haklılar: Uygarlık merhamete dayanır. En basitinden, nefes alamıyorum diye bağıran bir insanın boynuna diğer bir insanın dizini koymaya devam edip öldürmemesi gerekir. Evrimin bir gelişme ve zeki, hatta çok zeki olmanın bilinçlenme demek olmadığını henüz öğrenemedik.[2] Buyurun, şimdi kötülüğün en banalinden Eichmann’lar Minneapolis’te...
Soldan sağa Westworld’ün önemli kahramanları: Dolores’e âşık kovboy Teddy Flood (James Marsden), henüz şekillenmekte olan yapım halindeki bir robot (isimsiz1), Westworld programlama departmanının başında olup robotlara can veren, sonunda kendisinin de bir robot olduğunu anlayan Bernard Lowe – daha sonraları Arnold Jeber (Jeffrey Wright), bütün hayatının kodlanmış bir yalan olduğunu anlayarak isyan bayrağını açan Dolores Abernathy (Evan Rachel Wood), çocuğuna ilişkin anıların belleğine sonradan kodlandığını öğrendikten sonra bile onun peşinden gidebilen Maeve Millay (Thandie Newton), kadrajdaki tek insan evlâdı olup Westworld parkının derin katmanlarını keşfetmeye çalışan , bunu yaparken de hem kendisinin hem de insanlığın kodlarını çözmeye çalışan sadist William ya da Man in Black (Ed Harris). Her şeyin başındaki adam, efsanevi Anthony Hopkins’in oynadığı doktor Robert Ford, fotoğrafta yer almıyor.
Anlaşılan, insanlığa inançları sarsılmamış, insanlara verilemeyen şu merhamet bilincinin robotlara nasıl verileceği üzerinde pek tasalanmayan Westworld’cüler haklılarmış (paragrafın bundan sonrasında az biraz spoiler var). Zira ikinci sezonun ortasında tüm parkın esas gelen müşterilerin, yani gerçek insanların kodunu çözmek üzere tasarlanmış olduğunu anladık. Yıllar boyu meğer insanların duygularını çeşitli durumlara göre çekip kurallarını bulmaya, bilim dünyasının birkaç yüzyıldır uğraştığı şeyi, insan davranışının kodunu dev bir panopticon laboratuvarda kırmaya çalışıyorlarmış. Fikir çok orijinal olmasa da güzel; bize gerçekten gereken, insana insanı kırdırmadan insanlığın kodunu kırmak. Yalnız dünyadaki dillerden sadece bir tanesinin zaman kiplerinin kuralını bulmak bile aylarca sürebildiğine göre, insanlığın kodunu, hiç olmazsa şiddetin kodunu çözmek ve insanlığın gerçek koşullarını tespit etmek acaba ne kadar sürer? Neyse ki Westworld’cülerin yapay zekâsı, vaktiyle o Türkçeyi yapay zekâ ile temsil etme projesinde olduğu gibi insan zihnini taklit etmeye çalışan kodcularınkinden daha akıllıymış ki, kodu kırdılar. Hangi yönde kullanacaklarını öğrenmek için dördüncü sezonu beklemek gerek. Belki de tıpkı Sarah Connor Chronicles’da olduğu gibi Skynet’in akıbetini hep merak edeceğiz.
Dizide en falsosuz yaratılmış kahraman Maeve, kodun ona öğrettiği annelik duygusuna inanmayı tercih etti. Yalnız insanlarla aşık atabilmek için kazanması gereken özgür iradenin hiçbir zaman karşılıksız edinilmeyeceğini sonradan anladı. Maeve’i canlandıran Thandie Newton, İngilizler kendi memleketlerinde köleliği keşfedemedikleri için, Viktoryen dizi merakından az renkli surat arayışındaki İngiltere film endüstrisinde iş bulamamış, Hollywood’a gitmiş.
Vahşi Batı temasındaki bir dizi bizlere hiç garip gelmez, oradaki giysiden davranışa tüm kodlara gayet âşinayızdır. Amerika’dan binlerce kilometre uzaktaki bir ülkede doğmuş bir çocuk olarak, misal, bendeki Vahşi Batı kavramının kodunu kırabilmek için çocukken okuduğum Teksas-Tommiks’lere, oynadığım “kızılderilicilik”lere ve izlediğim kovboy filmlerine, özellikle de o en çok sevdiğim Spaghetti Western’lere bakmak, müzik listemdeki Marcello Giombini’leri saymak yeterli. Ha biz, ha bizim yaşımızdaki bir Amerikalı çocuk, fark etmez; benzer yaşamlarla evrilişimiz sürpriz değil uzunca bir süredir. Tesadüf bu ya, Quentin Tarantino da, anlaşılan onu çocukken etkileyen olayların hem kodunu kırmaya hem de sanki hesaplaşmasını yapmaya karar vermiş. Son filmi Bir Zamanlar Hollywood’da, “kovboy” filmleriyle ünlü bir oyuncu ve dublörüyle Vahşi Batı film setlerini bize de ziyaret ettirmiş, şu “Amerikan Rüyası”nın kovboyculuk bölümünün film endüstrisi tarafından nasıl yaratıldığını anlatmış.[3] Bunun için, Sharon Tate’in, hem de hamileyken katlediliş hikâyesini tersine çevirip bir anlamda tarihi değiştirmiş. Film Tate’i öldürmeye gidenlerin yolda kovboy filmleriyle ünlü o oyuncuyu görüp ilk önce onu öldürmeye karar verdikleri an söyledikleriyle kafamıza mıhlanıyor: “İlk önce bize öldürmeyi öğretenleri öldürelim.” Öldürmeyi öğrenmek… En temel güdülerimizden biri şiddetse, insanlık koşullarında bu da varsa, tüm uygarlık tarihi bize bunu baskılatmak için var olduysa, vay halimize!
Seksapeli silahların ve otomobillerin yanında vurgulamayı seven Hollywood, Sharon Tate’i de es geçmemiş, fakat kim derdi ki!.. Tarantino Tate’i, McEwan Turing’i yaşatmış. Siz olsaydınız kimin kaderini değiştirir, kimi yaşatırdınız?
Ian McEwan, 2019’da çıkan ve çok kısa bir süre içinde tercümesi yapılıp bizlere ulaştırılan son romanı Benim Gibi Makineler’de, tıpkı Westworld ve Tarantino gibi alternatif bir tarih yaratıp bilgisayar kodculuğunun (kültürel/ruhsal kod kırıcılıklar da var) mucidi diyebileceğimiz matematikçi Alan Turing’i yaklaşık otuz yıl kadar fazla, 1982’ye kadar yaşattı.[4] Böylelikle de türünün ender bir örneği olarak, geçmişte geçen bir bilimkurgu romanını yazmış da oldu. McEwan, kodlama dâhisi Turing yaşadığı için yapay zekânın çok daha hızlı ilerleyeceğini, henüz günümüze nasip olmamış şu Westworld’dekilere benzer robotların çok daha erken üretileceğini hesaplamıştı. Oldukça sıradan isminin bir rastlantı olmadığına inandığım romanın kahramanı Charlie, Alan Turing’e olan hayranlığı ve popüler bilime düşkünlüğü yüzünden, hali vakti pek yerinde olmasa da, annesinden kalan mirası henüz üretilmiş olan Robot Âdem’i almak için harcar. Âdem, ismiyle müsemma, türünün ilk örneğidir. Toplam 12 Âdem, 13 Havva üretilmiştir. Charlie’ye düşmeyen dişilerden iki tanesi Suudi Arabistan’a satılır. Böyle sıradan biri olan Charlie’ye ilk üretim robotun nasıl düştüğünü sorgulamak haddimize değil tabii ki… Masal bu, anlatıcı tabii ki dilediğini yapar, bize sıklıkla düşen onun yarattığı kurguya inanmaktır.
Charlie ve her doğru roman kahramanı gibi kendine ait farklı bir hikâyesi olan sevgilisi, robotun sunduğu hizmetleri bir süre olsun keyifle kullanırlar. Geçen yıl bu zamanlar, ABD'deki tanıtımında da cinsellik nedense çok vurgulanmış, hikâyenin daha çok bir ménage à trois üzerine odaklandığına dair bıyık altından mesaj verilmişti. Romanın bize anlattıklarının aşk üçgeninden farklı olduğunu, hemen akla gelen o bilumum fantezi beklentilerini karşılamadığını ve iyi de yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. İlgilenenler için not: İkide bir ateşli silahlarla vurulanlardan fışkıran kandan ve topyekûn şiddetin kallavisinden haliniz kalırsa, Westworld’de cinsel fantezilere biraz yer var.
Geçmişte, ta 1982’de geçen bir bilimkurgu yazmak ancak Ian McEwan gibi birkaç yazara nasip olabilirdi. Her iyi bilimkurgu gibi eksantrik uzay canlılarından değil, bizim gibi insanlardan söz eden romanın ana fikri, yine her iyi bilimkurgu gibi teknolojiyle ilgili değil, insanlık koşullarıyla ilgili.
Charlie’yle Âdem’in hikâyesi aslında bir süre Efendi-Köle (Asimov’a ya da Hegel’e değil, tam şu an baktığınız aletleri çalıştırabilmek için bir ve sıfırları yaratan, ikidurumlu devrelere minik bir atıf) ilişkisi şeklinde sürer. Ta ki Âdem tembelliği ve ataletiyle yerinde sayan Charlie’nin aksine, sürekli kendini güncelleyip, farklı alanlarda yeni bilgileri, örneğin Tagore’un şiirlerini başka birileriyle tartışacak kadar öğrenip bilinç düzeyini yükseltene kadar. McEwan’a göre insanlık koşulu sanki en çok şu dört edimledir: Âşık olabilme, empati kurabilme, oyun oynayabilme ve şiir yazabilme. Âdem bunlardan birkaçını yerine getirebilir, örneğin Charlie’nin sevgilisine âşık olur ve ilk haiku’sunu şöyle yazar:
Seven bakışı
Evreni kapsıyordu
Sen evreni sev!
Romanda Alan Turing’in seksenlerdeki halinden aldığımız derslerin haddi hesabı yok; sırf bu yüzden onunla sohbet eden Charlie’yi kıskanmamak elde değil: “Sadece bir tür zekâ yoktur. İnsan zekâsını körü körüne taklit etmeye çalışmanın hata olduğunu öğrenmiştik. Çok zaman kaybetmiştik...” (s. 151). Doğrusu biz de Türkçeyi bildiğimiz yöntemlerle bilgisayar diline çevirmeye çalışarak oldukça fazla zaman kaybettik. Sonradan keşfedilen, sinirsel ağlara dayalı sistemlerle makineler çok daha kolay öğrendi; benim gibi kodcuların yaya kalacağı hepten belliydi. Turing’in, ta o fiil çektiğim günlerdeki öğrenci halime vermesi gereken mesajı yıllar sonra almış oldum; belki biraz daha fazlasını:
“Satranç mükemmel bir bilgi oyunudur. Ancak zekâmızı uyguladığımız hayat açık bir sistemdir. Dağınıktır; aldatmacalarla, yalanlarla, belirsizliklerle ve sahte arkadaşlıklarla doludur. Dil de öyledir – ne çözülmesi gereken bir sorundur o, ne de sorunları çözecek bir alet. Daha çok bir ayna gibidir; hayır, bir araya yığılmış milyarlarca aynadır; sinek gözü gibi, dünyamızı farklı odak mesafeleriyle yansıtır, çarpıtır ve yapılandırır. Basit sözleri anlayabilmek için dışarıdan gelen bilgiye ihtiyaç vardır, çünkü dil de hayat gibi açık bir sistemdir.” (s. 151).
Ne dil çözülmesi gereken bir sorundu ne de beyin bir bilgisayardı… Robotlar ya da yapay zekâ insan düşüncesini taklit ederek tasarlanamazdı. Taklit mümkün olsa dahi, analoji bu şekilde kurulmamalıydı. Bizleri internet, yapay zekâ ve ütopyalar dünyasında gezdiren ve bu yazıya ilham veren ve Mustafa Arslantunalı’nın Teknopolis’i bunu şu şekilde açıklar: “Ama metaforlarla savaşmak hep zordur, işletim sistemimiz çökebilir!.. Öykü anlatıcısı beynimiz öyle evrilmiş ki herhangi bir şeyi metafor ve analoji kullanmaksızın düşünmemiz imkânsız”.[5] Yine de kendimize benzetmeye çalıştığımız, özgürlük peşinde koşmayan itaatkâr robotlar, daha doğrusu yeni tür bir kölelik ya da proleter yardımcılar isteriz ta antik Mısır’dan bu yana. Şu itaat meselesinin yarattığı fanteziler insanlığı garip bir devr-i daimin içinde debelendirdiyse de, çekiçten akıllı telefona teknolojiyi de geliştirdi. İnsanın düşünce şeklinin taklit edilememesi kötü ama en azından neyin bilinç yaratmayacağını biliyoruz: Zekâ bilinç yaratmaz. Ancak bambaşka bir zekâ çeşidi, bizlerin kavrayamayacağı yükseklikte bir bilinç yaratabilir; belki esas sorun –o yerine getirmede zorlandığımız koşul– da buradan çıkabilir.[6]
Dağınık zihinleri toparladığını söylemeyen kitap isimlerine, sadece teknolojiden değil, edebiyat, sinema dahil bin değişik alanla ilişkisini anlattığından söz etmeyen kitap kapaklarına, Müslüm Baba’dan daha çok “İtirazım Var”.
Âdem ve kardeşleri alışık olduğumuz robotlardan farklı bir bilinçle yaratılmışlardır. Buna Âdem önce çok sevinir:
“Bu arada üreticilerin, herkesle uyum sağlayalım diye bize birkaç inanılır çocukluk anısı vermeyi akıllarından geçirdiğini öğrendim. Fikir değiştirdiklerine seviniyorum. Sahte bir hikâyeyle, çekici bir hayalle başlamak istemezdim. Hiç değilse kim olduğumu, nerede ve nasıl üretildiğimi biliyorum.” (s. 178)
Âdem haklıdır, yanlış bilincin insan türünün de başına açmadığı iş kalmamıştır. O arada Âdem’le birlikte doğan diğer robotlar bilinç düzeyleri kendilerinden düşük insanlara hizmetçilik yapmak zorunda kaldıkları için insani bir tepki gösterip bunalıma girerler. Hatta Suudi Arabistan’a satılan iki Havva intihar eder. Burası çok ilginç, çünkü roman yayımlanmadan iki yıl önce Suudi Arabistan ilk insansı robot olan Sophia’yı satın almış, dahası vatandaşı yaparak bir ilki gerçekleştirmişti. Anlaşılan McEwan, Sophia’nın tıpkı herhangi bir Batılı kadın gibi Suudi Arabistan’a pek uyum göstereceğini beklemiyordu. Turing bunu şöyle açıklar: “Riyad’da intihar eden iki Havva aşırı kısıtlı koşullarda yaşıyorlardı. Ruhsal dünyalarının sınırlı oluşu onları çaresiz bırakmıştır belki. Birbirlerinin kollarında öldüklerini öğrenmek duygu kodlarını yazanları biraz avutabilir”.
Malum, Batının gözünde Doğu uygarlıktan nasibini almamışlığıyla ünlüdür. Şiddeti cisimleştirdikleri zaman bile Vahşi Doğu’ya başvuran Hollywood’un bu konuyu temcit pilavı halinde pişirişi say say bitmez.[7] Bakalım #blacklivesmatter hareketinden sonra polisiyeler nasıl değişecek? İlla birilerinin ölmesi gerekiyorsa, hangi ırktan seçilecek? Neyse ki, Alan Turing’in söylediği gibi bizim kodlarımız, film-dizi-video fark etmez, tek tek vahşet sahneleriyle yazıldı; bizler robotlar kadar hazırlıksız değiliz: “Ne var ki onların yazdığı güzel kodlarda Âdem ve Havva’yı Auschwitz’e hazırlayacak hiçbir şey yok” (s. 153). Bizler tarihimiz boyunca şiddetin her türlüsünü öğrenip hazırlandık, insanlık koşullarına nice felaket ve kötülüğü ekledik.
Charlie ile Âdem’in yolları, Âdem Charlie’nin –yanlışlıkla olup olmadığından emin olamadığımız bir şekilde– kolunu kırınca ayrılır. Çünkü kol yen içinde kalmaz ve Charlie, kimin efendi olduğunu ispat edebilmek için birçok konuda aşık atamadığı (hayır, burada kastedilen şey “o” değil) Âdem’i “kapatmak” ister. Âdem’se “bilincini” kapatmayı, kapatılmayı reddeder – çünkü onun kapatılması insan bilincini gezmeye çıkaran uyku gibi değildir. Âdem’in bilinci bambaşka bir aşamaya geçmiş, kendini insanlığın bir uzantısı olarak görmeye başlamıştır:
“Dünya edebiyatında okuduğum neredeyse her şey insanların başarısızlıklarının çeşitlerini tarif ediyor – anlayışta, mantıkta, bilgelikte, gerçek duygudaşlıkta. Kavrama, dürüstlük, nezaket, özbilinç konusunda başarısızlık var; cinayet, gaddarlık, hırs, budalalık, kendi kendini kandırma, hepsinden önce de başkalarını tamamiyle yanlış anlama konuları harika tarif ediliyor. Elbette iyilik de öne çıkarılıyor; kahramanlık, zarafet, bilgelik, hakikat de… Bütün bu zengin karmaşadan edebiyat gelenekleri çıkmış, Darwin’in ünlü çalılığındaki vahşi çiçekler gibi fışkırmış. Hem gerilim, gizli-saklılık ve şiddet hem de aşk anları ve geleneklere uygun, mükemmel kararlarla dolu romanlar var. Ancak erkeklerle kadınların makinelerle olan evliliği tamamlanınca bu edebiyat gereksiz olacak çünkü birbirimizi fazlasıyla iyi anlayacağız. Bağlanabilirlik öyle olacak ki, özneldeki bütün düğümler tek tek internetimizin basit öncüsü olduğu bir düşünceler denizine karışacak. Birbirimizin zihinlerine yerleştikçe de kimseyi kandıramayacağız. Anlattığımız hikâyelerde sayısız yanlış anlaşılma bulunmayacak.[8] Edebiyatlarımız sağlıksız besinlerini yitirecekler. Tek gerekli biçim, özlü haiku olacak, her şeyi olduğu gibi, sakince, berrak bir şekilde algılayan ve öven haiku. Geçmişin edebiyatına değer vereceğimizden eminim, bizi ürkütse bile” (s. 129).
Âdem artık soyutlamayı, hatta yansıtmayı da becerebilmektedir; bilinç düzeyi insana yaklaşmış, kendini insanlığın bir uzantısı görmede haklıdır. Ancak gelin görün ki, tıpkı Westworld’de olduğu gibi şiddet sadece insanın tekelinde olan bir şeydir, onun gibi makinelerden efendiye kalkan el affedilmez. Fakat esas affedilmez olan, roman ilerledikçe çıkacak olan o bambaşka şeydir; McEwan esas dersi, her iyi romandaki gibi en sona saklar.
Neticede bilinçli, bile isteye gösterilen şiddet sadece insan gösterince affedilir, hatta neredeyse insanlık koşuludur. Biz ancak bize benzemediği müddetçe severiz robotları. Onlar da zaten adilâne, bize benzeterek yaptığımızda ortaya çıkamayan kodlarla oluşabilir. Beyin denen şeyin bilgisayar olduğuna duyduğumuz yanlış inanç, makineleri kendi seviyemize çıkarma arzusu, kendimizi yüceltmek demek olsa gerek. Oysa pır pır uçan uçakların hiçbiri kanat çırpmaz. Hem zaten insanlar birbirini öldürmez.
•
[1] Westworld (Batıdünyası), HBO yapımı Amerikalı üç (2016-2018-2020) sezonlu bir dizidir. İlk Westworld 1973 tarihli, baş rolünde Yul Brynner ve Rachel Wood’un oynadığı bir filmdir.
[2] Mustafa Arslantunalı, Teknopolis: Akıllı Makineler, Dağınık Zihinler, İletişim Yayınları, 2019, 445 s.
[3] Bir Zamanlar Hollywood’da, yön. Quentin Tarantino, Leonardo di Caprio, Margot Robbie, Brad Pitt, Columbia Pictures, 2019.
[4] Ian McEwan, Benim Gibi Makineler, çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, 2019, 255 s.
[5] Mustafa Arslantunalı, Teknopolis: Akıllı Makineler, Dağınık Zihinler, İletişim Yayınları, 2019, s. 272.
[6] a.g.e.
[7] Hollywood’un yarattığı geçmişle ilgili şurada bir şeyler anlatmış olabilirim: Woodstock “Ruhu”, Birikim, 8 Ağustos, 2019.
[8] Tam burada, “Nöral yapılar emsalsizdir çünkü ömür boyunca edinilmiş emsalsiz deneyimler tarafından biçimlendirilmişlerdir. İşittiği aynı hikâyeyi aynı şekilde tekrarlayan iki kişi yoktur, çünkü aslında daha dinlerken, başka hikâyelerdir duydukları” diyerek kodlarımızın emsalsizliğini vurgulayan Teknopolis’i tekrar anımsayabiliriz (s. 274).