Can Yayınları kitaplarının tasarımcısı Utku Lomlu ile kitap kapaklarının geçmişten bugüne değişim hikâyesini, Can Yayınları’ndaki büyük dönüşümü ve tasarımın sınırlarını konuştuk
03 Mart 2016 15:00
Can Yayınları’nın beyaz kapaktan vazgeçip seninle yeni bir sayfa açması olumlu tepki aldığı kadar olumsuz tepkiler de aldı. Şimdi senin tasarladığın Albert Camus’nün Bütün Oyunları ve George Orwell’in Paris ve Londra’da Beş Parasız kitapları büyük bir ödüle değer görüldü ve dünyanın birçok yerinde sergilenecek... Büyük değişime değdi ya da bu değişimin böyle önemli bir ödülle taçlandırılması doğru karar olduğunu gösteriyor diyebilir miyiz?
Bu son ödülden önce belki fazla duyulmadı ama Can Yayınları’nın yenilenen kapakları ilk yılından itibaren, Türkiye’de Grafik Tasarımcılar Meslek Kuruluşu tarafından düzenlenen yarışmada iki sene üst üste ödüller aldı. The Type Directors Club tarafından verilen ödül ise uluslararası yarışmalardan kitap kapağı kategorisinde alınabilecek en kıymetli ödüllerden biri… Değişim kararının doğruluğundan öte, çalışmalarımın karşılığını bu şekilde almak gurur verici bir durum ve elbette ki çok mutluyum.
Peki, Can Yayınları kapak değişimi kararının verildiği süreçte tedirgin olmadın mı? Sonuçta herkes senden çıkacak olana bakıyor, kitapların kaderi de sana bağlanmış durumdaydı. Her şey çok kötü de olabilirdi, risk vardı...
İlk başta tedirginlikten daha çok, büyük bir heyecan vardı. Can Öz’le kapakların değişmesi konusunda hemfikirdik ve gelecek olan tepkileri de öngörüyorduk. Bu yüzden bir sıkıntı yoktu. Tedirginlik lansmanla birlikte yeni kapakların görücüye çıkacağı son hafta başladı.
Beyaz Can Yayınları kapaklarından sonra yeni tasarımla kitapların satışının yükselmesini neye bağlıyorsun?
Eski Can Yayınları kapakları, dönemi için belki doğru bir seçimdi. Fakat kitap sayısının bini aştığı bir yayınevinde, yayınevi kimliğinin bu denli güçlü bir şekilde öne çıktığı bir kapak biçimi ister istemez birçok yazarın okurun gözünden kaçmasına, her kitap aynıymış hissine kapılmasına neden oluyor, yazardan çok yayınevi gözüküyordu. Bu bir sorundu fakat daha da önemlisi temelde sarsıcı bir şey oldu. İnternetin hayatımıza girip yaygınlaşması sonucu artık insanlar sadece kendilerine sunulanla sınırlı, kapalı kapılar arkasındaki bir dünyada yaşamıyordu. Binlerce kilometre ötede olan bir olaydan, üretilen bir eserden, yayımlanan bir kitaptan anında haberdar olabilir olduk. Bir kuşak, dünyada olan biteni online izleyerek yetişti. Buna paralel olarak da son yirmi yılda etik ve estetik değerlerimiz, muhakeme yeteneğimiz, talep ve beklentilerimiz, tüketim alışkanlıklarımız muazzam bir hızda değişime uğradı. Kitap kapaklarının da bu değişimden nasibini alması kaçınılmazdı.
Sen nasıl bir eğitimden geçtin, kitap kapağı tasarımıyla, yayın dünyasıyla ilişkin nasıl başladı?
Aslında felsefe bölümü mezunuyum. Üniversite öncesinde bir dönem radyo deneyimim de oldu, İzmir’de kitap standım da. Kitapla ve kitapçılarla hep iç içeydim. Üniversiteye girdiğim ilk yıldı ve çalışmam gerekiyordu. Bir gün Kadıköy’deki İletişim Kitabevi’nin önünden geçerken vitrindeki ilanı görüp içeri girdim. Sürekli okuyabileceğim, insanlarla kitaplar üzerine sohbet edebileceğim bir işim vardı artık, o yaşlarda daha ne isterdim ki, değil mi? Ama bir süre sonra rahat battı. Mağaza müdürüne okurlar için on beş günlük bir yayın hazırlamayı önerdim. İçerik olarak ne yapacağımı biliyordum. Burroughs’un cut-up tekniğini kullanacak, farklı kitaplardan aldığım metinlerle yeni metinler oluşturacaktım. Sorun şuydu ki kurumsal bir yayın olacağı için fanzin gibi görünmemeli, basit de olsa bir bülten, dergi formatına sahip olmalıydı. Böylece kendimi tipografi, layout, kompozisyon, denge, boşluk kullanımı vs. gibi kavramların arasında buldum. Her sayı biraz daha iyiye gidiyordu. Sonrasında – mağaza kartları furyasının yeni yeni başladığı zamanlar – hazır bu işlere bulaştım diyerek kitabevi için iKart isminde bir indirim kartı tasarladım. Bir gün merkezden kitabevlerinden sorumlu olan Barış Hanım geldi. Hazırladığım yayınları ve indirim kartını görüp inceledikten sonra merkezde çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Kitabevinden yayınevine geçecek olmak benim için muazzam bir şeydi, hiç düşünmeden kabul ettim ama tam olarak ne yapacağımı, yani artık İletişim Yayınları’nın kitap kapaklarını tasarlayacağımı ertesi gün yayınevinde öğrenecektim. Çok sonrasında madem ben bu işi yapıyorum daha da iyi yapmalıyım diyerek yüksek lisansımı grafik alanında yaptım.
Elli yıl öncenin kitap kapaklarını nasıl görüyorsun? O zamanki kapak tasarım algısıyla bugünkü algı arasında senin gözlemlediğin farklar nedir?
Elli yıl öncesinin kitap kapaklarının dönemi içinde şimdikinden daha modern bir anlayışa sahip olduğunu düşünüyorum. Bugün benim yaptığım tipografik bir oyun, editör ya da yayıncı tarafından kabul görmezken, benzer örneklerine elli-altmış yıl öncesinde sıkça rastlıyoruz. Tekrardan çok, hep bir arayış var. Dönemi itibariyle de daha illüstratif, özgün ve lekesel bir dile sahip. Baktığımızda Sait Maden, Mengü Ertel, Yurdaer Altıntaş, Fahri Karagözoğlu, Orhan Peker gibi usta sanatçıların işleriyle karşılaşıyoruz.
Sonrasındaki dönemde bilgisayarın hayatımıza girmesi, baskı tekniklerinin gelişmesi gibi sebepler kitabın daha az maliyetle, kolay ve hızlı üretilebilirliğinin önünü açtı. Doğal olarak kapaklar da bu sürece ayak uydurmalıydı. Birçok yayınevi bu “sorunu” yurtdışı yayınevlerinden uyarladıkları şablon kapaklarla çözdü. Bu dönemde kitap kapağından çok, yazar ve kitap adının yerleşiminin sabit olduğu, belli bir alan içerisine teliften muaf görsel kullanımıyla kısacık bir sürede çözülmüş yayınevi kapakları gördük. Benim kuşağım bunlarla büyüdü, belki de bu yüzden kitaptan çok yayınevi takip ettik biz.
Bugün geldiğimiz noktada ise internet, e-kitap, butik yayınevlerinin çoğalması, rekabetin artması, sosyal medya gibi birçok nedene bağlı olarak son on yıl içinde basılı kitabın bir tasarım nesnesi haline dönüştüğünü, kapak tasarımının da yeniden önem kazandığını düşünüyorum. Yayınevleri hem üretim hızından, aylık çıkan kitap sayısından ödün vermek istemiyor hem de artık okurun ilgisini çekecek, özgün kapaklarla kitabı okura sunmak istiyor. Bu da tasarımcının işini epey zorlaştırıyor.
Utku Lomlu’nun bir günü nasıl başlar?
Geç kalarak... İş sonrası evde de gece geç saatlere kadar çalıştığımdan dolayı istisnasız her sabah geç kalıyorum. Geç kalmadığım bir sabah olmamasına rağmen her sabah geç kalmanın huzursuzluğunu yaşıyorum. Gözümü açmamla evden çıkmam arası genelde çok kısa bir süre zarfında oluyor. Açığı kapatmak için birçok zaman kahvaltı etmeden evden çıkıyorum. İstanbul trafiğini alt etmek için de motosiklet kullanıyorum. Aslında ofise vardıktan sonra içtiğim ilk kahveden sonra uyanıyorum. Sonrasında mailler, telefon trafiği, işlerin organize edilmesi derken günün çoğu gitmiş oluyor. Kalanında da tasarım yapmaya çalışıyorum.
Lom Creative peki? Kaç kişilik bir ekipsiniz, nasıl bir çalışma disiplinine sahipsiniz?
Lom Creative iki buçuk yıl önce kuruldu. İçeride üç, toplamda editöryel kadroyla birlikte altı kişilik bir ekibiz. Birçok kişi bizi kitap kapağı tasarımlarıyla tanısa da aslında kurumsal kimlik, marka yönetimi, etkinlik tasarımı, kurumsal yayın, içerik geliştirme, basın kampanyası, tanıtım eşyası tasarımı gibi birçok farklı alanda iş üretiyoruz. Bu zamana kadar yayınevleri dışında Yapı-Endüstri Merkezi, Şişecam, Seranit, Yurtbay, İhracatçılar Birliği, Galeri Mana gibi firmalarla birlikte çalıştık. Kitap kapağı dışında bu alanlarda da çeşitli ödüller aldık. Lom Creative’i ağırlıklı olarak sosyal, kültürel işler üreten, içerik de geliştirebilen bir tasarım kooperatifi olarak görüyorum. İşi alma aşamasında bizim için en önemli kriter projenin ya da müşterinin bizi heyecanlandıracak, üretirken keyif alacağımız bir potansiyele sahip olması.
Kapak tasarımlarının kitap satışlarına nasıl bir etkisi oluyor sence?
Kapak tasarımlarının kitap satışlarında bir payı olduğu muhakkak. Rafta yüzlercesi arasından sıyrılıp iletişimi doğru kurarak kısa sürede okurun ilgisini çeken, kolay hatırlanan ikonik kapaklar satışa olumlu etki ediyor. Çoksatan ya da belli bir okur kitlesi olan yazarların yeni kitapları piyasaya çıktığında ilk olarak kapağıyla konuşuluyor oluyor. Kötü bir kapak okurda ister istemez hayal kırıklığı yaratıyor. Şüphesiz ki işin artık bir de sosyal medya yönü var… Güzel, ilgi çekici bir kapak tasarımı bolca paylaşılan instagram fotoğraflarıyla, sosyal medyanın gücüyle birlikte kendi kendinin reklamını yapabiliyor.
Hiç kendi tasarladığın bir kapağın “çok benzerini” başka bir kitapta gördün mü?
Maalesef ki birkaç kez oldu. Üzücü bir durum tabii. Eminim ki birçok tasarımcının da başına gelmiştir. Yurtdışında gördüğümüz bir kapağın ya da tasarımın “çok benzerini” piyasada çok sık görür olduk. Okurun işi bu olmadığı için farketmiyor, ne güzel diyor.
Tersi durumlar da söz konusu… Siz burada yapıyorsunuz, sonrasında benzeri yurtdışında çıkıyor ama o yurtdışı kaynaklı olduğu için sanki ilk orada yapılmış, siz burada ondan esinlenmiş gibi algılanıyorsunuz.
İlginç bir olayı anlatayım… Bir keresinde Kanadalı bir yazar benim tasarladığım bir kapağı çok beğendiğini, benzerini kendi kitabı için internet üzerinden bulduğu birilerine yaptırdığını ama çıkan sonuçtan memnun olmadığını, özür dileyerek kendisi için yeni bir kapak tasarlayıp tasarlayamayacağımı soran bir mail atmıştı.
Kapağını tasarlayacağın her kitabı okumuyorsun sanırım... Yazar ve editörle çalıştığını tahmin ediyorum, peki bu ne kadar yeterli oluyor?
Kapağını tasarlayacağım her kitabı okuyabilmeyi çok isterdim… Editörle çalışmak biraz kulaktan kulağa oynamak gibi geliyor. Brief ne kadar özenli hazırlanmış olursa olsun, çok fazla detaya sahip olamıyorsunuz, bakış açısı farklı olabiliyor. Yazarla birebir çalışmanın zorluğu ise kimi yazar yarattığı dünyanın, karakterin hemen aynısını kapakta görmek istiyor, soyutlama yapmanıza fırsat vermiyor.
Çeviri kitapların kapaklarında mesela Coelho, mesela yaşarken Marquez’in telif ajansları buradaki edisyonların kapaklarına müdahale ediyor mu? Çeviri kitaplarda süreç nasıl işliyor?
Çeviri eserlerde bütün kapaklar yurtdışı onayına gidiyor. Bu zamana kadar, hatırladığım en fazla iki üç müdahale olmuştur. Telif eserlerde ise bu tarz müdahalelerle çok sık karşılaştığımız oluyor maalesef.
Bazı kitap künyelerinde “kapak tasarımı” ve “sayfa tasarımı” var, bazılarında ise yok. Sayfa tasarımı nedir, ne değildir, bize anlatır mısın?
Sayfa tasarımcısı kitabın mimarıdır. Sayfanın ölçüsünden başlayarak, kenar boşlukları, sütun yapısı, yazı alanları, kullanılacak yazı karakterleri, satır arası boşlukları, başlıklar, paragraf tipleri, sayfa alt-üst bilgileri ve görsel kullanım biçimleri, yani bir sayfada görüp göremediğiniz her şey sayfa tasarımını oluşturur. Aslında baktığınız zaman hepsi birer lekedir ve bu lekeleri, boşlukları da kullanarak dengeli bir şekilde dağıtmak, yerleştirmek gerekir.
Kitap kapağı tasarımcısı olmak için nasıl bir eğitimden, süreçten geçmek lazım?
Kitap kapağı tasarımcısı olmak için çoğu zaman tasarım bölümlerinden mezun olmak ya da çok yetenekli olmak tek başına yeterli olmuyor. Akademinin dışında, kültürel bir altyapıya da sahip olmak, metin çözümlemesi yapabilecek kadar edebiyata hâkim olmak gerekiyor.
Türkiye’de verilen tasarım eğitimi hakkında ne düşünüyorsun?
Tasarım alanında her üniversite kendine göre farklı bir eğitim anlayışına ve bilgi, birikime sahip olduğundan tek bir tasarım eğitiminden söz etmek zor. Kimi illüstrasyon, kimi grafik kimisi de daha sektörel ve reklamcılık ağırlıklı bir anlayışa sahip. Bu da bir yanıyla Türkiye tasarım kültürüne zenginlik katıyor.
Sevdiğin, özellikle takip ettiğin tasarımcılar mutlaka vardır…
John Gall, Peter Mendelsund, Jonathan Gray, Irma Boom gibi isimlerin işlerini vakit buldukça takip etmeye çalışıyorum.
Türkiye’de grafik tasarım alanında etik kurallar ile ilgili yayınlanmış kanun, yönetmelik gibi koruyucu şeyler yok sanıyorum...
Bu konuda koruyucu olarak Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu var aslında. Kanun grafik eserleri de kapsıyor. Tabii ne kadar yeterli, Türkiye gibi yargı sistemi problemli işleyen bir ülkede pratikteki işlerliği ne düzeyde bilmiyorum.
Kitapçıya girdiğin ve hem kendi yaptığın hem de diğer kitaplara ve kapaklarına baktığın zaman neler oluyor?
Kitapçıya çok fazla girmiyorum. Her yeri dolduran zincir mağazalar kitapçıdan çok süpermarket gibi geliyor bana, sevmiyorum. Rafta kendi yaptığım kapakları görmek ise ansızın tanıdık biriyle karşılaşmak gibi, hoş bir sürpriz oluyor. Diğer kitaplardan ise kapağını beğendiklerimi inceliyorum.
Peki son soru, tasarımcı özgür müdür alabildiğine?
Tasarımcının işi problem çözmektir. Özgürlüğünün sınırlarını da problemin kendisi belirler. Problemin kendisi dışında kalan kişisel müdahaleler ise tasarımcının özgürlük alanına müdahaledir.