“Bir balığı yaşatmak için akvaryum. Bir bitkiyi yaşatmak için sera. Peki bir bahçeyi yaşatmak için?”
20 Mayıs 2021 16:01
Önce Depo İstanbul’un sitesinden hikâyeyi özetleyelim: "İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü, 2. Dünya Savaşı sırasında vatanlarını terk etmeye zorlanan ve Türkiye’ye sığınan Yahudi Alman bilim insanları Alfred Heilbronn ve Leo Brauner tarafından 1935 yılında kurulmuştur. Dünyanın başka köşelerindeki bahçelerden gelen tohumlar ve Anadolu’dan toplanan bitki örnekleri ile enstitü bünyesinde kurulan Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi bugün hâlâ yüzlerce bitkiye ev sahipliği yapmakta. Bahçe, 2018 yılında ziyarete kapanana dek, arayıp da bulabilenler için Tarihi Yarımada’da bir vaha olmayı sürdürdü. 2017 yılında resmî olarak duyurulan, bahçe arazisinin Diyanet İşleri Başkanlığı’na devri ve beraberinde gelen Botanik Enstitüsü’nün yıkılması kararı, yapının, şehirle, toplumsal hafıza, kentsel ve kültürel miras ile ilişkisinin sorgulanmasına yol açmıştır. Botanik Enstitüsü, 2018 yılında İstanbul Üniversitesi’ne bağlı başka bir yapıya taşındı, bahçeye üniversite öğrencilerinin dahi erişimi sınırlandırıldı. İstanbul Müftülüğü’nün sahiplendiği, üniversite ile bağları koparılan ve harabeleşen bahçe ve enstitü yapılarının geleceği bugün hâlâ belirsiz. 2017 yılında başlayan, çeşitli kurumlar ve arşiv sahipleri ile işbirliği içerisinde ilerleyen Unutma Bahçesi Projesi, İstanbul’un sürekli sürgünlere ev sahipliği yapan peyzajında kolektif bir hatırlama ve hatırlatma mücadelesine dönüşmüştür. Transdisipliner bir yaklaşımla yürütülen proje, yerleştirmeler, film, basılı ve dijital yayınlar gibi birbirinden farklı çıktılara evrilmektedir."
Depo İstanbul’da gerçekleşen Unutma Bahçesi sergisi ise proje çıktılarının ve kolektif üretim sürecinin izleyici ile paylaşıldığı bir durak olarak kurgulanmakta. Bu durakta, sanatçı Eda Aslan ve mimar Dilşad Aladağ’ın Unutma Bahçesi’nde bir yolculuğa çıkacağız şimdi. Onların ‘kutu’larına topladıklarına bu kez Depo’daki sergi ve yeni çıkan kitapları üzerinden tanıklık edeceğiz. Çok uzun bir yolculuk bu ve ben en başından beri Eda ve Dilşad’ın soluklanma noktalarında onlara kulak vermeyi alışkanlık haline getirmiş biri olarak, sözü ikisine bırakmadan önce kitapta sordukları bir soruyu buraya not ediyorum. Yazıyı okuyunca nedenini anlayacaksınız:
“Bir balığı yaşatmak için akvaryum.
Bir bitkiyi yaşatmak için sera.
Peki bir bahçeyi yaşatmak için?”
Dilşad Aladağ: 2017 yılında ilk kez Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’ni Eda ile birlikte ziyaret ettik. O dönemde Botanik Bahçesi’nin ve Enstitü’nün Müftülüğe devredildiğine dair bir haber çıkmıştı. Biz “Bu bahçeyi kaydetmek mümkün mü?” diye bir soru sorduk İstanbul’da yitip giden mekânlar üzerine düşünen bir sanatçı ve mimar olarak. O noktada bahçede biraz tuhaf bir durumla karşılaştık. Diğer mekânların aksine, burada direnen bitkiler vardı. O bitkiler, bahçe bakımsız da olsa bir şekilde bahçeyi ele geçirmişti. Yabaniler daha değerli olanın üstüne çıkmış, ama kökleriyle bahçede olmaya direniyor gibiydiler. “Kendine yer edinmiş bu florayı kaydedebilir miyiz, bahçeyi hafızada diri tutabilir miyiz?” diye sorarak çalışmaya başladık. Tabii bahçenin hikâyesine hâkim değildik. 1935’te Türkiye’ye göçen ve Türkiye’de sürgün hayatı yaşayan Yahudi Alman profesörler (Alfred Heilbronn ve Leo Brauner) tarafından kurulduğunu öğrendik. Bahçenin sürgüne uğramak durumunda oluşu, taşınsın mı taşınmasın mı tartışmaları yapılırken, kuruluşunu gerçekleştiren profesörlerin yerlerinden edilmiş olmaları ve bahçenin yerinden edilme hali arasında bağ kurmamıza, bahçeyi yeniden okumamıza neden oldu. Bir sergi yapalım düşüncesiyle yola çıkmadık, sadece bahçenin hikâyesini anlatmak istedik ve araştırmaya başladık. Bahçe arazisinin farklı katmanlarını okuduk. Bugünkü kentsel, kültürel çatışma nereden doğuyor, ona baktık.
İkiniz ilk kez nasıl bir araya geldiniz?
Eda Aslan: Biz Salt’ta bir workshop’ta tanıştık. İki günlük bir sanatçı kitapları workshop’uydu. Bir şekilde yakınlık hissettik, çünkü farklı disiplinlerden olsak da benzer konular üzerinde, hafıza üzerinde çalışıyorduk. Sonrasında birbirimizin pratiklerini takip etmeye başladık. Derken Dilşad’ın arkadaşça “Bahçeyi birlikte gezelim mi?” daveti üzerine bahçede buluştuk ve yolculuk başladı.
Dilşad Aladağ: Benim Mimarlık Fakültesi’nde bir proje yaparken bahçeye sürekli gitme durumum vardı. Çok teknik bir yerden bakıyordum aslında bahçeye, ama devredileceğini öğrenince Eda da hafıza üzerine çalıştığı için onu da davet ettim. Bir şey yapma isteğim vardı, ama o zamanlar “Bir yer kapanıyor, en azından bir fotoğrafı olsun” gibi daha basit bir şeydi. Eda’yla buluşunca...
Eda Aslan: 1930’lu yıllarda Alfred Heilbronn diğer pek çok Yahudi Alman profesör gibi Türkiye’ye sığınıyor İsviçre üzerinden. Burada bu botanik bahçeyi kuruyor. Kurarken de tüm dünyadaki botanik bahçelerine göndermek üzere bir mektup yazıyor dört dilde. “Biz yeni açılmakta olan bir botanik bahçesiyiz, bize elinizde bulunan tohumlardan, sürgünlerden, çiçeklerden gönderirseniz biz de büyüyüp serpiliriz; ileride sizinle tohumlarımızı, çiçeklerimizi paylaşırız” gibi son derece dostane, samimi bir mektup. Bu isteğe destek de buluyor. Dünyanın diğer botanik bahçelerinden tohumlar, çiçekler geliyor. Bitkiler de bir noktada sürgünü tadıyor, bu bahçede hayat buluyorlar. Sergide biz de bu dört dilde mektubu fısıltı bahçesi şeklinde kurguladık. Fısıltı şeklinde, ancak yaklaşınca bahçenin isteğine kulak verebiliyorsunuz.
Dilşad Aladağ: Diller yaklaştığında ayırt ediliyor ama uzaklaşınca birbirine karışıyor.
Eda Aslan: Kakofoni yaratıyor ama bu kakofoni bahçenin hem tarihinde var, hem de fiziksel olarak bahçede şu an yabani olanın değerli olanı ele geçirmesiyle var, hepsinin bir arada mekânı sarmalamış durumuyla... Bu katmanlar bize çok iyi geldi, sergiyi yaparken de bunu korumaya çalıştık.
Dilşad Aladağ: Söz konusu mektup Botanik Bahçesi’nin yayınlanan ilk kataloğunun giriş sayfasında yer alıyor. Sonrasında her yıl bir katalog yayınlanıyor ve dünyadaki diğer bahçelere gönderiliyor. Aslında kataloglar tohum takasının envanteri niteliğinde. Bahçeler arasındaki değişim bu dokümanlarla sağlanıyor. Kataloglardaki çizimleri de yine Botanik Enstitüsü’nde çalışan bilim insanları yapıyor. Bu her yıl devam ederken 1978’de bir kesintiye uğruyor. 1978’den sonra hem darbe hem YÖK’ün kuruluşu üniversitedeki dengeyi değiştiriyor. Botanik Bahçesi önemini yitirmeye başlıyor. Genetik kürsüsü ayrılıyor. Hem bilimsel hem de politik baskılar dolayısıyla bir gerileme dönemi oluşuyor. 1993 yılı özel. O yıl ilk kez bahçe İstanbul Müftülüğü tarafından isteniyor. Bir dava açıyorlar Süleyman Demirel’in çıkardığı bir kanuna dayanarak. Gecekonduların işgal ettiği arazinin sahibinin bir dava açma hakkı doğuyor bu kanunla. Müftülük de İstanbul Üniversitesi’ne “sen benim arazimi işgal ettin, bu yapı da gecekondu statüsündedir” gerekçesiyle bir dava açıyor. Tabii bir sürü olay oluyor bunun üzerine. Protestolar yapılıyor, gazetelerde haberler çıkıyor. Bir yandan da biz bilimsel çalışmalara devam ediyoruz demek için 1993 tarihli son kataloğu çıkartıyor üniversite.
Peki 1993’ten sonra yeniden katalog yayınlanmıyor mu?
Eda Aslan: Ufak tefek yayınlar oluyor ama bu kadar devamlı ve seri bir kataloglama sistemi yapılmıyor. Bunun sonrasında bir âtıllaşma başlıyor.
Ama dediniz ki, bu kataloglar üzerinden bahçeler arasında bir takas gerçekleşiyor. O halde bu alışveriş de bir sekteye uğruyor, değil mi?
Eda Aslan: Evet. Yavaş yavaş bitkilerin etiketlenme sistemi yitiriliyor.
Dilşad Aladağ: Bahçenin bugünkü köhneleşmiş hali başlıyor. Bahçeye yeni tohum gelmesi, tohum gönderilmesi, Anadolu gezilerine çıkılması, bitki toplanması… Bunların da sekteye uğradığını görüyoruz. Bu araştırmayı yaparken eczacı, botanikçi Turhan Baytop’un bir mektubunu bulmuştuk. Mektupta bahçeye geldiğini ve Alman profesörlerin büyük incelikle kurduğu bahçenin harabeye dönmüş olduğunu gördüğünü yazıyor ve “Bunun sorumlusu kim?” diye sitem ediyor. Yani aslında 1993’ün farklı farklı yerlerde izleri var.
Eda Aslan: İşte bu süreçten sonra kademeli şekilde gözden düşürülüyor bahçe. Alt kapı ziyaretçiye açıkken ve daha davetkârken kapatılıyor. Sadece üst kapıdan ziyaret edilebiliyor.
Dilşad Aladağ: Şimdi bulunması zor bir yerken, önceden Tahtakale’deki alt kapıya rastlayıp teraslardan başlayarak bahçeyi gezebiliyormuşsun. Resmî kayıtlarda bunlara çok rastlayamıyorsunuz ama görüştüğümüz profesörlerden öğrendiğimiz kadarıyla bir döneme kadar belediye hep bahçeye bir ekip gönderiyormuş ve bu ekip bahçe şefiyle birlikte çalışıyormuş. 2000’lerden itibaren belediyenin bu bakım desteği sona ermiş. Bahçe bakımı üniversitenin döner sermayesiyle sınırlanmış. Bahçenin bakımsızlığının kaynaklarından biri de bu desteklerin yitirilmesi, bütçe kesintisi. Bu süreçten sonra günümüze dek tek bahçıvanla çalışabiliyorlar mesela. En son Bahadır Bey’di. O da çok yaşlıydı.
Eda Aslan: Sergiyi kurgularken, 1993’ten sonra bir katalog yapılmadığını görünce, “Biz acaba bahçenin son kataloğunu, bir envanterini çıkarabilir miyiz?” diye düşündük. Bunu yaparken botanikçiler gibi, onların eylemini referans alarak ama onların bilimsel tasnif yöntemlerinden sıyrılarak yapmaya çalıştık. Bahçeden toplanan bitkilerden yaptığımız herbaryumdaki (kurutulmuş bitki örneklerinin belli bir sistemle düzenlenerek saklandığı yer, bitki kütüphanesi) bitkilerin taranmasıyla bir çeşit anonim tohum kataloğu oluşturmaya çalıştık. Kataloglarda olduğu gibi bitkilerin hangi türe ait olduğunu, ne olduğunu tam göremiyorsunuz tabii.
Dilşad Aladağ: Bir yandan da bahçede ilk çalışmaya başladığımızdan beri sürekli herbaryuma girmek, katalog görmek istedik. Ama bize hep “Siz bilimsel bir şey yapmıyorsunuz, niye size bunu açalım?” dediler. Tabii ki sanatçı ve mimar oluşumuzun da etkisi var, ama aslında o bilimsel sınıflandırmayı reddedişimiz biraz da bu tavır yüzünden. Bahçenin o bilimsel niteliğini kaybetmiş olma halini kaydetmeye çalıştığımız için o reddediş bir sürü şeye bağlı oldu. Ama sonuçta ortaya herkesin aynı anda sahip olabildiği, her bitkinin bir evde var olabildiği bir katalog çıktı.
Eda Aslan: Bizim kataloğumuz bitkiler, tohumlar gibi saçılmasını istediğimiz, alıp götürebileceğiniz bir katalog. Özellikle birbirine tutturmadık, dağınık bıraktık. O bilimsel tasnife karşı bir seçimdi bu da.
Şimdi tuhaf bir durum var. Bilimsel bir çatı altında kendi kaderine terk edilen bir yapı var. Bir katalog yayınlanmamış, bakım yapılmamış, devamlılığı sağlanmamış, şimdi de doğal olarak yitirilen bir değerden bahsediyoruz. Buna rağmen size “Bilimsel bir çalışma yapmıyorsunuz ki, niye herbaryumu açalım?” gibi bir şey mi söyleniyor?
Dilşad Aladağ: O biraz bahane, onu da biliyoruz. Öte yandan Eda tezini bu proje üzerinden yazdı, ben şu an tezimi bu proje üzerinden yazıyorum. Bir noktada yaptığımız şeyin bilimsellik algısının sadece biyolojiyle alakalı tutulması da bize tatmin edici bir cevap gibi gelmedi hiçbir zaman.
Günümüzde disiplinlerarasılıktan bu kadar bahsedilir ve beslenilirken bu söylediğin hayli düşündürücü.
Dilşad Aladağ: Evet. Biz bir yandan kendimizi bir botanikçi gibi konumlandırmaya çalıştık. Botanik üzerine okumaya başladığımızda ve botanikçilerin nasıl bir pratik izlediğini, bahçenin nasıl bir yer olduğunu okumaya başladığımızda, botanikçilerin bir toplayıcı olarak konumlandığını ve bir coğrafyaya sürekli olarak gittiklerini fark ettik. Üzerinde çalıştıkları coğrafyayı her mevsim görerek, yılın farklı dönemlerinde ziyaret ederek bir kayıt tutuyorlar. Tuttukları kayıt o coğrafyanın iklimine, toprağına dair çok fazla veri veriyor. Çünkü bitki kökle çok fazla veriyi taşıyan bir canlı. Öte yandan günlük tutuyorlar. O günlükler de kültürel ve sosyal hayata dair çok fazla veriyi biriktiriyor. Biz de Eda’yla her hafta bahçeye gitmeye ve bitki toplamaya başladık.
Eda Aslan: Şu an Botanik Enstitüsü herbaryumu bir bodrum katında kaderine terk edilmiş durumda. “Bitkilere ayağınızdan mikroorganizma bulaşabilir” ya da “Bilimsel alanda bir çalışma yapmıyorsunuz” gerekçeleriyle bir türlü girmek için izin alamadığımız bir herbaryum! İlginç bir durum. Diğer yerlerde, Almanya’da mesela, herbaryumlarına girmek istediğimizde girebildik. Yine aynı şekilde Eczacılık Fakültesi’nde de görece daha olumlu yanıt alabildik. İşte bu giremediğimiz herbaryum dolayısıyla, bir sanatçının ve bir mimarın bakışıyla kendi alternatif herbaryumumuzu topladık. Yine ama bilimsel tasniften sıyırarak, bir bitkinin başka bir bitkiyle hiyerarşisini kurmadan, olabildiği kadar bahçenin dört mevsimdeki kaydı niteliğinde bir herbaryum oluşturduk.
Dilşad Aladağ: Normalde bir bitkinin kökü, sapı, çiçeği, hepsi birlikte tutulurken, biz bahçeyi kayda değer bir fokusla, yekpare bir yer olarak görüp, dökülenleri, aslında yitip gitmek üzere olan bitkileri kökünden, yaprağından ayrı ayrı alıp onları anonim olarak bir araya getirdik. Hepsi bir arada da bahçeyi hatırlatıyor.
Bayağı da çeşitlilik var. Çok çok etkileyici, güzel ve hüzünlü.
Eda Aslan: Biz Unutma Bahçesi için bir yolculuk diyoruz. Dört yıl boyunca bahçenin izini sürerken bir adres buluyoruz; o adres bizi başka bir telefon numarasına yönlendiriyor; bir anda botanik bilimle uğraşan biriyle görüşüyoruz; o bize ailesinin arşivini açıyor. Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer kitabında da yazdığımız gibi. İnternette bulduğumuz bir telefon numarası bizi Kurt Heilbronn ile tanıştırdı. Alfred Heilbronn’un oğlu. Kurt Heilbronn dört haftada bir Türkiye’ye gelen bir bilim insanı. Kendi sürgününü, kendi travmasını anlayabilmek, onarabilmek için terapist olmuş biri. Bir yandan İstanbul’a çok bağlı. Eşi de İstanbullu. İhtisasının bir kısmını burada yapmış. Göçmenlerle çalışıyor, hem burada hem Almanya’da. Annesi de yine Botanik Enstitüsü’nde bir bilim insanı, Mehpare Hanım. Toplayıcı aynı zamanda. Anadolu’nun, dünyanın pek çok yerini gezip bitki toplamış bir bilim insanı. Onun da eşi Alfred Heilbronn gibi bir sürgün hikâyesi var. 1960 darbesiyle 147 akademisyenin işine son veriliyor. Bu akademisyenlerin içinde Mehpare Başarman Heilbronn da var. O dönem Uludağ florası çalışıyor. Bilim yapma isteği her zaman baskın geliyor ve topladığı bütün bitki koleksiyonunu kutularla Cenova’ya, oradan da Münster’e taşıyor. Eşinin Hitler’den kaçarken geride bıraktığı 19 odalı eve yerleşiyor ve bir odasını Uludağ florası herbaryumuna ayırıyor.
Dilşad Aladağ: O zamanlar yabancı bir profesörün uzun yıllar çalışma hakkı var Türkiye’de. Ancak Alfred Heilbronn, Mehpare Hanım’la evlenebilmek için Türk vatandaşı oluyor. Türkiyeli profesörler de belli bir yaşta emekliye ayrılmak zorunda. Alfred Heilbronn’un evlenebilmek için vatandaşlık alması ve vatandaş olunca da emekliye ayrılması gerekiyor. Bir yandan da Almanya’da şöyle bir yasa çıkıyor 1952’de: Savaştan sonra mülkünüz var olmaya devam etmişse, mülklerin iadesi yasasıyla onu geri alabiliyorsunuz. Alfred Heilbronn’un kaçarken bıraktığı evi hastanenin yanında olduğu için zarar görmemiş. Dolayısıyla evi alabiliyor ve dönüyor. Almanya’da üniversitede çalışmaya başlıyor.
Bir çeşit şans mı demek gerek yine de?
Dilşad Aladağ: Tuhaf bir şans, kader… Daha sonra Mehpare Hanım da emekliye ayrılmak zorunda bırakıldığı için Almanya’ya geliyor ama bir yıl sonra eşi ölüyor. Ve Mehpare Hanım’ın sürgünü gerçekten bir sürgüne dönüşüyor. O 19 odalı evde oğluyla yıllarca yalnız yaşıyor.
Eda Aslan: O evi gördük. Şimdi başka hayatlar var tabii. Dört beş daireye bölünmüş.
Dilşad Aladağ: Mehpare Hanım’ın 1993’te vefatından sonra satmışlar. Oğlu Kurt Heilbronn annesinin yanında getirdiği Uludağ florası çalışmasını, İstanbul’a ait olduklarını düşündüğü için 2003’te üniversiteye hibe ediyor.
Eda Aslan: Ama ilginçtir ki, İstanbul Üniversitesi’nde de bir bodrum katında terk edilmiş durumdalar şu an, II. Abdülhamit’in koleksiyonuyla birlikte.
Hikâyenin her kısmında ayrı bir hüzün var, inanılır gibi değil.
Eda Aslan: Biz de 2018 yılında Salt Araştırma Fonu’ndan destek alıp Kurt Bey’deki arşive bakmak için Almanya’ya gitmeye karar verdik. Kurt Bey istemiyordu aslında, çünkü savaştan çıkmış bir aile, bütün dünyaya yayılmış, bir sürü sürgünü, travmayı içinde barındırıyor. O yüzden “Bende arşiv falan yok, bende kutular var, çok merak ediyorsanız buyrun gelin” diyor. Ama gelmeyeceğimizi düşünüyor bunu söylerken. Biz “geliyoruz” diye onu arayınca çok şaşırıyor. Sürpriz yumurtadan çıkan iki kişiyiz tam anlamıyla.
Dilşad Aladağ: Bizi başından savmak için söylemiş “buyrun gelin” diye aslında. Ama sonra bir gayretle para bulup bir de Bulgaristan üzerinden, bin bir zahmetle gitmeye çalışmamız onu çok etkilemiş.
Eda Aslan: “Günde on kez ‘bir proje yapmak istiyorum’ diye beni arıyorlar, hiçbirine de sıcak bakmıyordum” diyor. Ama bir şekilde bir yol arkadaşlığına dönüştü bizimkisi. Kurt Heilbronn’un evinin bodrumuna, kutulara bakmaya indiğimizde onun İstanbul Üniversitesi’ne bağışladığı Uludağ florasından iki kutunun unutulduğunu gördük. İşte o iki kutudan çıkanlar sergi için buraya geldi.
Dilşad Aladağ: İki kutu Frankfurt’ta unutulmuş, on sekiz kutu İstanbul Üniversitesi’nde bir bodrum katında terk edilmiş. Mehpare Hanım gibi bilime kendini adamış bir kadının çalışması, böyle iki coğrafyada tuhaf, unutulmuş bir şekilde asılı kalıyor.
Söyleyecek söz bulamıyor insan. Bakıyorum da, Melahat Hanım’ın Uludağ florası herbaryumunun tarihi 1944. Buradaki pek çok bitkinin nesli tükenmiş de olabilir.
Dilşad Aladağ: Bu yaz elimize henüz geçen bu belgelerdeki bitkilerin tasnifini yapmayı düşünüyoruz. Çok kırılgan, narin de nesneler.
Şu an çok korunaksız görünüyorlar.
Dilşad Aladağ: 60 yıldır öyleler. Salt arşiv sorumlusu, “Dokunulmayan arşiv malzemesi kalır, korunur” dedi. Biz de o yüzden çok nadir açıp gösteriyoruz. Sergide bunları sunum biçimimiz daha çok videolar üzerinden.
Eda Aslan: Sergideki bir başka video da bizim Kurt Bey’le birlikte maceralı arşiv açma deneyimimize referans oluyor. Almanya’ya iki kez seyahat ettik. Kurt Beyler’in evinin bodrum katı bizim için laboratuvar gibiydi. Aslında çok dağınık, çok karmaşık; sadece kutular var, açılmayı bekliyorlar ama bizim için çok saf, steril bir laboratuvardı. Sabah 9’la akşam 7 arasında her gün ritüel gibi kutuları açıyorduk ve Kurt Bey o kutulardakiler hakkında konuşmaya başlıyordu. Geride bıraktığı, itelediği, kafasındaki barışmak istediği şeyleri hatırlamaya çalışıyor. Onun için de iyileşme süreci gibi bir şeydi aslında. Bir mercek çıkıyor, bir albüm açılıyor ve fotoğraflar üzerinden hatırlamaya çalışıyoruz. Aslında tam olarak Kurt Bey’in kendi göç hikâyesini, bahçenin hikâyesini ve ailenin sürgün hikâyesini anlattığı o hatırlama edimini buraya projekte etmek istedik.
Dilşad Aladağ: Onun anı fotoğrafı olarak gördüğü bu fotoğraflarla ilgilenmemiz Kurt Bey’e tuhaf geliyordu. Biz de ona Almanya’dan göçmüş iki Yahudi profesörün Anadolu’da bir köyde görünmesinin ya da bahçede çekilmiş bir fotoğrafta arkada enstitünün görünmesinin, onun mimarisine dair ufacık bir şey söylüyor olmasının ya da bir kadın bilim insanının bulunduğu konumun bizim için anı fotoğrafı olmadığını söylüyorduk. O da böylece arşiv meselesine farklı bakmaya başladı.
Eda Aslan: Fotoğraflardan bakınca bahçenin onlar için gerçek bir barınak olduğunu anlıyorsunuz. Her şeyden kaçıp sığındıkları bir barınak.
Burada küçücük bir alana özenle hazırlayıp yerleştirdiğiniz her bir işiniz üzerinde günlerce konuşulacak, sayfalarca yazılacak acı tatlı yaşanmışlıklar barındırıyor. Aslında çok da büyük bir tesadüf sonucu, hatta yanlışlık bile diyebiliriz, sizinle birlikte bahçeye adım attığımdan beri beni Unutma Bahçesi’nin meraklısı haline getiren de elbette bu yaşanmışlıklar. Enstitünün, bahçenin kurulduğu o yıllardaki ekibin çok başka olduğu aşikâr ve söylediğin gibi ülkeleri, kültürleri, dilleri farklı, o değerli insanlar için bir sığınak olduğu da… Yıllar yıllar sonra sizi ve şimdi bizi de içine alabilen... Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer’e kapı açabilen...
Eda Aslan: Bahçenin izini sürdüğümüz dört yıllık araştırma sürecinde bir adres buluyorsunuz, oraya gidiyorsunuz, o adreste açılmayan bir sürü arşivle karşılaşıyorsunuz, birinin gelip açmasını bekler gibi bir hali olan. Bizim insanları ziyaret ederek, onların mekânlarını, onların hafızasını birlikte hatırlamaya çalıştığımız bir araştırmanın güncesi Bir Yerin izinde Pek Çok Yer.
Dilşad Aladağ: Bir yandan da ikimizin başladığı mütevazı bir hatırlama mücadelesinin daha büyük bir kolektif mücadeleye dönüşmesi. Çünkü dahil olan herkes birinin gelip “bana bu dokümanları göster” demesini bekler gibi açıyor, açtıkça bizimle paylaşıyor, yeniden açıyor, “bakın bunları buldum” diyor. Tekrar arayan, tekrar çağıran insanlar…
Demek insanların da buna ihtiyacı varmış. Arşivler çok derin, katmanlı bir kültürel birikimi de barındırıyor. Bunu paylaşma ihtiyacının olması da çok normal. Salt Araştırma Fonu’ndan söz ettiniz. Bu fonla araştırmanızı sürdürüp bir de sunum yaptınız Salt’ta. Ama orada kalmadı, yolculuk devam ediyor işte sergiyle, kitapla. Başka destekler de oldu mu bu yolculuk sırasında?
Eda Aslan: Öncelikle bu sergi Anadolu Kültür’ün desteğiyle gerçekleşti. Ama en başta Salt Araştırma Fonu’yla bu projeye başladık. Sonra kendimiz devam ettik. Kitabı crowdfunding (kitlesel fonlama) ile yapmak istiyorduk. Manifold’da yazılar yayımlanmıştı zaten ancak pandemi oldu. O dönemde Saha Derneği pandemiden etkilenen sanatçı projeleri için bir fon açtı, biz de ona başvurduk ve kitabımızı fonlayabildik. Tabii Esen Karol’un, İpek Şoran’ın ve Manifold’un desteğiyle de çıkartabildik.
Dilşad Aladağ: Onlar da kâr amacı gütmeden projeye dahil oldular. Öte yandan Ofset Yapımevi Manifold’u desteklediği için dolaylı olarak bizi de desteklemiş oldu. Sergi için benim ve Kurt Bey’in İstanbul’a geliş-gidişimizi Goethe Institut karşıladı. Heilbronn ailesi ikinci Almanya seyahatimizi karşılamıştı.
Eda Aslan: Bir de belgesel fonu aldık Kültür Bakanlığı’ndan 2019’da. 2020’de bir kopya teslim ettik onlara. Bu kopya 80 dakika, ama biz şimdi 60 dakikalık bir versiyon yapıyoruz. Çok film gibi de değil. Bu sergide çok kompakt olarak bulacağınız her şeyi filmde de bulabileceğiniz bir video, alternatif bir belgesel.
Unutma Bahçesi’nin yolculuğu 2017’de başladı ve bu sergiye kadar sizin deyiminizle durakları oldu. 2018’de Salt’taki sunumunuz gibi, Manifold’da, sonrasında kitaba da dönüşen Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer yazı dizisi gibi... Bir de Almanya durağınız var arada.
Dilşad Aladağ: Almanya’da Kunsthaus Hamburg’da Futureless Memory isimli sergiye davet aldık. Merkezine sürgün kavramını alan bir sergiydi. Suriyeli, Alman, Türkiyeli sanatçılar vardı. Eylül-Kasım 2020 arasında gerçekleşti. Sergi konseptini Dilek Winchester ve Katya Shroeder birlikte yaptılar. Orada kataloglar, fısıltı bahçesi, kendi yaptığımız kataloğun olduğu bir yerleştirmemiz yer aldı. Sonrasında da online bir performans yaptık. Salt’taki sunum 25 dakikalık bir lecture’dı. Almanya’da, bulduğumuz mektupları da okuduğumuz, daha performatif, 45-50 dakikalık bir lecture’a dönüştürdük.
Eda Aslan: Arada Salt’ta bir sunum daha yaptık Şehirden Kaçıp Bahçeye Sığınmak isimli. Biraz daha Botanik Bahçesi ve şehir bahçeleri üzerinden, minik bir sunumdu.
Yolculuk devam ediyor madem, biraz da ilerideki duraklara bakalım.
Dilşad Aladağ: Doğrudan bu projeyle ilgili değil ama bizim bir kolektif olarak yürütmeye devam ettiğimiz başka şeyler de oluyor. Saint Joseph’den bahsedebiliriz.
Eda Aslan: Saint Joseph’in çok güzel bir Doğa Bilimleri Müzesi var. 150. Yıl sergisi yapacaklar bu yıl, ekim ayında. Biz de davet aldık. Bilim ve sanatın kesişiminde üretim yapan sanatçıları davet ettiler. Oraya yeni bir üretim gerçekleştireceğiz. Bahçeyle, toplayıcılarla temasımızla ya da doğrudan Saint Joseph’in koleksiyonunun hafızasıyla ilgili bir yerleştirme olacak.
Dilşad Aladağ: Bir hedefimiz de kitabın İngilizcesi. Onun için de yurtdışı kaynaklı birkaç fona başvuracağız. Aynı ekiple, bu kez İngilizce çıkmasını istiyoruz. Biraz da hikâyenin diğer bağı olan Almanya’da yol almak istiyoruz, Frankfurt ve Berlin’de müze görüşmeleri yapıyoruz.
Eda Aslan: Bu serginin Heilbronn’un memleketi Fürth’de bir Yahudi müzesine taşınması planlanıyor, ama üstüne biraz daha ailenin göç üzerinden, Yahudi kimliği üzerinden eklemeler olacak.
Son olarak Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer’e biraz daha değinmek istiyorum. Bir projenin izlerini sürdüğü kadar, bulunduğu yerlere, o yere varmak için kullanılan yollara, geçmiş ve şimdiki zamana, mekânlara düştüğü notlarla derinleşiyor buradaki yazılar. Bir belge olma niteliğinin tam hakkını veriyor. Nasıl çıktı bu incelikler?
Dilşad Aladağ: Biz arşivde botanikçilerin tuttuğu günlüklerle karşılaştık. Mesela Mehpare Hanım hocalarıyla birlikte hayatında ilk kez Anadolu gezilerine çıkıyor. Günlüklerinde orada içtiği çaydan tanıştığı jandarmaya kadar gördüğü her şeyi yazıyor. Jandarmanın aksanını yazıyor, “Bilmediğim bir kelimeyi söyledi” diyor. Yani toplayıcılığı sadece bitki üzerinden değil, kültürün izlerini de toplayarak yapıyor. Mekânları, coğrafyayı da gezi notlarında çok iyi anlatıyor. Biz de bunları referans aldık biraz. Kendimizi toplayıcı olarak görüyoruz zaten. Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer’de o yerler, oradaki yaşantının izlerini sürme hali o toplayıcılarla kurduğumuz ilişkiden. Bilinçli bir karardı öyle anlatılması. Fark etmenize çok sevindim.
Çok haz verdi bana bu şekilde anlatmış olmanız.
Dilşad Aladağ: Eda da, ben de iz topluyoruz aslında. Burada yapmaya çalıştığımız da o. Yitip giden şeyler var. İstanbul’un her yeri değişim içerisinde ve o değişim olurken bizim yazdığımız şey acaba sonradan gelen biri için ne kadar iz bırakabilir, ne kadar referans verebiliriz düşüncesine dayanıyordu. Bir noktada aslında kendi hafızamızı da kaydetmeye çalışıyoruz.
Dilşad Aladağ, Raife Polat, Eda Aslan
O halde bu güzel yolculuğu –şimdilik– havuzda sonlandıralım.
Dilşad Aladağ: Kültür mirası, kentsel miras denince modern mimarinin dışlandığını görüyoruz. Enstitü de, her ne kadar üst iki katı Menderes zamanında yıkılmış olsa da, aslında bir modern mimarlık yapısı. Sergimizdeki bu havuz da bahçedeki havuzlardan birinin replikası. Havuz bahçe mitolojisinin de çok merkezinde, bahçenin ruhlarını barındırıyor. Su zaten bahçenin varlığını devam ettiren, kanallarla bahçeyi birbirine bağlayan, çok kuvvetli bir element.
Eda Aslan: Bir yandan da havuzu koparıp burada arkaik bir nesne olarak sunmak bize iyi geldi. Bahçeden alınan su mercimeklerini burada yaşatmak, devamlılığı, hafızayı diri tutabilme hali...
Dilşad Aladağ: Bahçenin direnip orada kalmaya çalışma haliyle su mercimeklerinin istilacı olma hali bize yakın geliyor. Su mercimeklerinin sergi sonuna dek havuzu sarabileceklerini düşünüyoruz.
•