“Ne garip şey Andrey Platonov adında olmak!”

"Platonov anlatılarına dünyanın yaradılış zamanlarına benzer, kozmik bir atmosfer hâkimdir. Her şey bir varoluş halindedir orada. Geçmişin yorgunluğu henüz dinmemiş, yeninin görkemi de tümüyle belirmemiştir. İnsanlar şefkat ve uysal bir güven bekliyorlardır."

20 Mayıs 2021 14:34

Andrey Platonov’un anıldığı yazıda Federico Garcia Lorca’nın dizesinden uyarlanmış bir başlık görmek gerçek Platonov okurlarını şaşırtmamıştır. Platonov ve Lorca birbirinden uzak, bambaşka dünyalarda yaşamış olsalar da, aynı duyarlıklara sahip, kalpleri aynı sevinç ve kederlerle yüklü sanatçılardı. Cömert yalnızlıkları içinde bu dünyadan gelip geçiveren, kanatlı birer dehaydılar. Başkaları için acı çekip başkaları için ölen Lorca ile başkalarının kederli olduğu yerlerde mutlu olmayı ayıp sayan Platonov tanışsalar sonsuza kadar dost kalırlardı kuşkusuz. Mizaçlarını, yapıtlarını irdelemeye kalksak ne benzerlikler göreceğiz, fakat şimdi konumuz değil bu. Sadece bir başlıkla Lorca’nın ruhuna selam yollayıp Platonov adında olmanın garipliğine bakacağız.

Andrey Platonov (1899-1951) Rus yazınının 20. yüzyıldaki en özgün, en sevilen yazarlarından biriydi. Kuşkusuz, Türkçede de çok okunan, sevilen bir öykücü. Metis Yayınları tarafından Günay Çetao Kızılırmak’ın nefis çevirisiyle yayımlanan Can, Dönüş, Çevengur, Mutlu Moskova, Muhteşem Vahşi Dünya ve Çukur iyi edebiyat okurunun vazgeçilmezleri arasında. Sıkı bir okur kitlesi var Platonov’un. Tanıdığım okurlarının hemen hepsi onu başka bir dilin ve ülkenin yazarı gibi değil, yakın bir akrabası, bir aile büyüğü gibi sevip benimsiyorlar. Ben de onu bir dost ve ağabey gören okurlarından biriyim. Mektupları (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, Metis, 2018)  yayımlandığında, dostluğundan uzak kalmamak için uzun zaman –iki yıl kadar– kitabı bitirmeye kıyamadım. Yalnızlıklarım sırasında uzanıp alıyor ve ona yoldaşlık eder gibi birkaç mektup okuyup bırakıyordum. Bazı yazarlar böyledir, bizde ve bizimle ömür sürerler; yaşamın ağırlığını birlikte karşılarız. İçinde bulunduğumuz 2021 Platonov’un yetmişinci ölüm yıldönümü. Bu gürültülü yaşam içinde onu kim anımsar, kim düşünür? Oysa bir fırsatını bulup okurluk borcunu ödemek, iyi yazarların anısını tazelemek gerekir. Yazınsal sürekliğin ve iyiliği çoğaltmanın bir yolu da bu olmalı. Yazınsal akrabalıklar böylesi zamanlar için değil midir?

Neredeyse tüm yaşamı parasızlık ve hasret çekerek geçti Andrey Platonov’un. Ailesiyle birlikte olmayı, gönlünce yazabileceği günleri hayal edip bekleyerek… Genç bir mühendis olarak taşraya tayin edildi. Yıllarca toprak tesviyesinde, santral inşasında, vs. çalıştı. Soğuk kış gecelerinde derme çatma odalarda yazıyor, karısını, çocuğunu özlüyordu. Onları Moskova’da beş parasız ve korumasız bırakmıştı; koşullarının iyileştirilmesi için ilgili makamlara mektuplar yazıp durdu. Sesini yukarılara bir türlü duyuramadı. Mektupları karısına (ve oğluna) duyduğu özlemle doludur. “Canım çok sıkkın,” diye yazar karısına,

“ancak sana dair hatıralarım beni ayakta tutuyor. Bu harflerin iki-üç gün sonra senin yüzüne bakacaklarını biliyorum, kıskanıyorum onları. (…) İki ateş arasındayım: Sana duyduğum özlem ve işimde başarı mücadelem.” Bir yandan da çok genç yaştaki karısı Mariya Aleksandrovna’nın (mektuplarında ona hep Musya ya da Maşa diye hitap eder) kendisini aldatacağından, bırakıp gideceğinden endişe eder. (Bunda Mariya’nın mektupları yanıtlamaktaki gönülsüzlüğünün de payı olmalı.) Bu endişe yakınmaya, suçlamalara kadar gider: “İsteseydin her şeyi değiştirebilirdin. Ama sen benimle ilgili hiçbir şey istemiyorsun. Davranışların beni ne denli sevmediğini gösteriyor. Bırakalım hayat yargılasın bizi.” (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, s. 57)

Yücelttiği, uğruna ömür harcadığı düzen onu hep “uzakta” tuttu. O, koşulların olumsuzluğuna karşın yine de kurulmakta olan yeni dünyanın/sosyalizmin bir işçisi olmaktan mutluydu. Makinelerin tıkır tıkır işleyişi ve insanların yüzündeki aydınlık gülümsemeyle gururlanıyor; –tıpkı roman kahramanlarının duyumsadığı gibi– “anbean gelecek zamana doğru büyüyen, çalışma heyecanıyla dolu, genç yüzüyle ileri doğru ağır ağır yürüyen sevgili şehrine” bakıp insanlığın geleceğini görmek için sabırsızlanıyordu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede savaş muhabirliği yaptı. Almanların bombardımanı altında ölüm tehlikeleri atlattı. Yoksulluk ve yoksunluklar içinde yazmayı, üretmeyi bırakmadı. “Bende bu kalp, bu akıl ve yaratıcılık adına bu kara irade olduğu sürece ‘peri’ beni yarı yolda bırakmaz” diye yazdı bir mektubunda. Şiir, öykü, roman ve tiyatro oyunları kaleme aldı; onların yayımlandığı haberini ve gelecek telifleri bekleyip durdu. Maksim Gorki’ye mektuplar yazarak “günün birinde bir Sovyet yazarı olma ihtimalinin olup olmadığını” soruyordu. Edebiyat çevreleri ona hep kuşkuyla baktı. Yazdıkları rejimin köşe başlarını tutanları yeterince mutlu etmiyor olmalıydı. Stalin’in kendisinden hoşnut olmadığı dedikodusunu yaydılar. Öyküleri dergilerden geri çevrildi, oyunları sahnelenmez oldu. Stalin’e mektup yazarak kendini anlatmak zorunda kaldı.

“… Kısacası şimdilerde hiç kimse benim yazdığım hiçbir şeyi yayımlamaya cesaret edemiyor, çünkü sizin bana olumsuz yaklaştığınıza dair bir algı var. (…) Dünya işçi hareketinin liderinden bir piyesin sahneye konması konusunda yardım istiyorsam, emin olun durumun içinden çıkılmazlığından, sizin yardımınız olmaksızın meselenin mutlak bir imkânsızlıktan ibaret oluşundan kaynaklanıyor bu.” (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, s. 119)

Rejimin ve edebiyat çevrelerinin “sükût suikastı” bir yana, başka acılarla da sınandı Platonov. On beş yaşındaki oğlu uyduruk sebeplerle gözaltına alınıp tutuklandığında, onun masum ve henüz bir çocuk olduğunu kimselere dinletemedi. Üstelik çocuğun kronik hastalıkları vardı. Üç yıl hapis yatan oğlu yirmisinde öldü. Platonov oğlundan kaptığı tüberkülozu atlatamadı ve 51 yaşında dünyadan göçüp gitti. Kırk yıl boyunca doğru dürüst basılamayan kitapları ancak Sovyet rejimi yıkıldıktan sonra okura eksiksiz ulaşabildi.

Bu yoksul, gözden ırak tutulmuş yazarın yapıtlarına yansıyan yaşama sevinci, insana duyduğu inanç ve sevgi büyüleyicidir. Yaşamı ve tüm evreni, canlı cansız varlıkları coşkuyla kucaklar Platonov. Kurumuş, ölüme terk edilmiş bir dünyayı yeniden diriltecek kadar güçlü bir sevgiyle… Onun yaşamla kurduğu iyimser ilişki yapıtının doğasını biçimlendirir. Platonov kadar pek az yazar anları, sıradan insan edimlerini olağanüstü bir şölene dönüştürebilmiştir. (Tıpkı Lorca’nın şiirlerinde olduğu gibi.) Bir ânın anısından, parlayıveren bir sevinçten, küçük bir umut kırıntısından dünyayı değiştirecek bir varsıllık üretir. İnsanın içindeki sonsuz dirimi açığa çıkarır o, yaratma gücünü kutsar. Doğaya, varlıklara –Yunus’un sesini duymuş gibi– görklü bir nazarla bakar. Her sıradan varlıkta yaşamın ve umudun ezgisini duyar. Onun öykülerinde nesneler, küçük büyük varlıklar, sular, otlar, ağaçlar, rüzgâr ve bulutlar etrafında olup biteni izliyor, zamanın kederini yahut coşkusunu seziyor gibi dünyanın genel gidişine ayak uydurur ve hep bir ağızdan yaşamın yaydığı müziğe katılırlar. Platonov evrenidir bu; onun yazıyla yarattığı varoluş biçimi. Orada ölüm bile bildik anlamından sıyrılır. Bir bulutun yer değiştirmesi ya da bir gülümseme kadar doğaldır ölüm; çocukça bir şaka gibidir. Öykü kahramanları su içmeye gider gibi ölmek ister yahut ölmeye yatarlar.

Platonov’un kahramanları bilime-sanata, dünyanın ve yaşamın büyük anlamına açlık duyarlar. Yalnız ve kederli kalpleri bilgelikle dolu bu insanlar okumak, öğrenmek, dünyayı kavramak istiyordur. Delişmen bir merak ve taze bir hevesle yüklüdürler. Yüzlerinde daima bir ışıltı vardır. (İlhan Berk’in dizesini anımsayalım: “Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün”) Birbirlerine verecekleri hiçbir şeyleri olmadığında yalnız kendilerini, ruhlarını ve gövdelerinin sıcaklığını paylaşarak zorluklara/ölüme karşı koymaya çalışırlar. Uzaktaki büyük kentleri düşler, oradaki üniversiteleri, tiyatroları, emekle parıldayıp gelen yeni kurumları düşünerek mutluluk duyarlar. En büyük arzuları oraları görmek, sosyalizmin esenliğini yaşamaktır. Kurulmakta olan dünyanın yapısına bir tuğla taşımak ve ufukta parıldayan bir geleceği biçimlendirmek için var güçleriyle çalışırlar. Yeni yapılar kurarken –örneğin bir elektrik santrali, bir tren istasyonu– yorgunluktan yakınmazlar; tersine, coşkuyla ve üretmenin hazzıyla girişirler işlerine. Kendi yaşamlarını, kişisel ideallerini düşünmezler. Varlıklarını “dünyaya ve yeryüzü saadetine hizmet eden gücün heyecanı olarak” görürler. Olumsuzluklar, coğrafya ve iklim koşulları durduramaz onları. Tıpkı “Toprak ve Tarım Halk Komiserliği Tesviye ve Su İşleri Hidroteknik Bölümü Mühendisi” Andrey Platonov’un (zaman zaman yakınsa, umutsuzluğa düşse de) yıllarca taşrada çalışırken yaptığı gibi.

Mühendislik öğrenimi gören Platonov için makine uygarlığın ateşleyici gücüdür; halk mutlu yarınları onunla kuracaktır. Makinelerin çalışma sesi, bir lokomotifin homurtusu ya da rayların ritmik şakırtısı ona neşeli bir ezgi kadar haz verir. Çevengur’da devrimciliğin sönüverdiği, hayalsiz, amaçsız bir yaşamı ince ince yeren, hakikat arayışını ve çalışmayı yücelten Platonov, Muhteşem Vahşi Dünya’daki öykülerinde çalışmanın insanı dirilten, yaşamı güzelleştiren sevincini ve heyamolasını coşkuyla anlatır. Örneğin uzak bir orman köyündeki kulübelerinde radyodan devrimin getirdiği yeniliklerin haberlerini dinleyen hikâye kahramanları bu yeni yaşama katılmak arzusuyla yanıp tutuşurlar. Dönüş’teki öykülerde kişisel mutluluklarını ertelemiş idealist hikâye kahramanlarının hüzünle karışık sevinç parıltılarına tanık oluruz. Çukur’da olduğu gibi, Platonov kimi zaman da ölçülü bir absürdlük ve ince ironiyle örer öykülerini. Onun öykülerinde insanlar yaşamın ve varlıkların “sonsuz değerini kavrayarak”, yaşadıkları ânı bir şölene dönüştürürler. Yazarın kendisi gibi hüzünlü bir bahtiyarlıkla…

Hazla ve coşkuyla yazar Platonov. Gönlünün yaktığı ateşi, zihninin ışıltısını duyumsatır okura. Dünyaya bakışındaki şiirsel adalet anlatımını şiirsel bir akışla biçimlendirir. Toplumcu bakışına incelikli, lirik bir dil eşlik eder. Onu uzun bir unutuluştan sonra yeniden parlatan gerçeği derin insan sevgisinde ve incelikli anlatımında aramak gerekir. Platonov yazınının okuru derinden yakalayan gücü, “yaşamanın sevinci”ne duyduğu sonsuz inançtır. Onun kaleminden çıkmış her satırın mayasında bu kavram saklıdır. Yaşamanın sevinci… Öyle bir sevinçtir ki bu, açlıktan ölürken bile, gün ışıklarının yeryüzüne vurduğunu gören bir ihtiyar adamın yüzünü dünyaya döndürmeye yeter. İnsan yaşadığı acılara ve yoksulluğa karşın yaşamın büyüsünü duyumsayarak ayakta kalabilir. Uzun bir ölüm yürüyüşünü anlattığı romanı “Can”da baştan sona yaşam yüceltilir. Onca ölüyü geride bırakan yolculuğun sonu küçük bir kızın kalbindeki ölmez ışığın feriyle yeniden varoluşa çıkar. Açlıktan kuruyup kalmış, fakat sıcaklığını hâlâ koruyan insan bedenlerinin içinde atan yaşamın nabzı her şeyi değiştirmeye, yeniden kurmaya yetecektir.

Tüm yapıtlarında bilimi, çalışmayı ve emeği yücelten Platonov mektuplarından birinde karısına, “Ben de tabiatım itibariyle bir işi sırf laf olsun diye yerine getiren insanlardan değilim” diye yazar. Öykü ve roman kahramanları da ibadet eder gibi çalışmaya adarlar kendilerini. Adalete tutkuyla bağlıdırlar. Mutlu Moskova’da tartı tasarım mühendisi Viktor Vasilyeviç Bojko, “kendisine verilen işin nesnesine zihninden ve kalbinden gelen bir sevgiyle bağlanmadan” çalışmayı bilmez. Şöyle düşünür Bojko:

“… İnsan ancak terazinin üzerindeki şeye, sucuğa yahut ekmeğe alıcı gözüyle bakar, bunların altında ne olduğunuysa fark etmezdi; ekmekle sucuğun altında terazi bulunurdu oysa – dürüstlüğün ve adaletin aleti, basit fakir makine, sosyalizmin kutsal malını sayıp koruyan, işçinin ve kolhozlunun yiyeceğini onların yaratıcı emeğine ve özyeterlik ekonomisine göre hesaplayan.”

Platonov anlatılarına dünyanın yaradılış zamanlarına benzer, kozmik bir atmosfer hâkimdir. Her şey bir varoluş halindedir orada. Geçmişin yorgunluğu henüz dinmemiş, yeninin görkemi de tümüyle belirmemiştir. İnsanlar şefkat ve uysal bir güven bekliyorlardır. İnsanlık şimdilik her şeyi öğrenmek ve geleceği kurmakla meşguldür; mutluluğa biraz daha vakit vardır.

Platonov yazınında derinden derine akan bir eleştirel bakışın varlığı da göz ardı edilemez. Görkemli bir dünya düşlenir ve her şey usul usul yerini bulurken, geleceği kurmak için çalışan hikâye insanlarının kişisel yaşamları pek de düzgün gitmez. Bir yerde çözülüverirler. Bir şeyler yapılıyorken, onların iç dünyasında bir şeyler sarsılır. Bireylerin ruhuna inildiğinde bir anlam boşluğuyla, bir güvensizlikle karşılaşırız. Tekil insanın anlam arayışı susacak gibi değildir. Platonov bir şeylerin yanlış gittiğini görüyor ve sezdiriyordur. Yavaş tonlu bir müzik gibi ince bir eleştiri getirir olup bitene. Yazarın kişisel yaşamı da bu güven yıkımını doğrular nitelikteki olaylarla doludur. Çalıştığı birliğin işçileri tarafından oybirliğiyle Merkez Komitesi temsilcisi seçildiği halde bir dalavere ile görevden uzaklaştırılır. Kendisi ve ailesi “hırsızlıkla, düşkünlükle, çulsuzlukla” suçlanarak oturduğu lojmandan atılır. Ağustos 1927 tarihli uzun mektubunda “ilgili makam”a şöyle yazacaktır:

“Hiçbir şey onları durduramadı, hiç kimse onları tutmadı; belli ki sendikanın yüksek çevrelerinin destekleriyle besleniyorlardı. Çocuğum hastalandı ve kendime ait, bir zamanlar edindiğim ve şimdi de onlarsız çalışamadığım, çok değerli kitaplarımı satmaya Kitay-Gorod’a gittim. Çocuğum aç kalmasın diye onları sattım. (…) Beni kaldığım odadan çıkarmak için harekete geçtiler. Bina yöneticisi emir üstüne emir yağdırdı, polis çağırmakla tehdit etti ve gerekli belgeleri benden almış olmasına rağmen bilinçli olarak ikamet kaydımı yapmadı. (…) İntihar etmeyi düşünmeye başladım. Açlık ve üzerime atılan çamur dengemi bir daha bulamamak üzere kaybetmeme neden oldu.” (Birbirimiz İçin Yaşayacağız, s. 88)

Yazarlar elbette herkes içindir. Fakat her yazarın kendi sesine uyan okurları vardır. Yaşamları, dünyaya bakışları aşağı yukarı birbirine benziyordur. Platonov okurlarının onun duyarlıklarıyla akraba olduğunu, dahası onu aileden biri gibi gördüklerini söylemiştim. O bizim insanca yaşamaya olan özlemimizin, düşlediğimiz incelikler evreninin savunucusudur. “Buralar hüzünlü yerler, küçücük bir mutluluğun dahi insanın yüzünü kızartabileceği kadar hüzünlü…” diyebilen bir yazardır Andrey Platonov. Başkalarının acı çektiği bir dünyada mutluluğu göze sokarcasına yaşamanın bir tür ahlaksızlık olduğuna inananlardandır o. Afrodit adlı öyküde kahramana şöyle dedirtir:

“Aslına bakılırsa kişinin sırf kendisi için istediği mutlulukta bayağı ve iğreti bir şey vardır; insan fedakârlıkla, kendisini doğuran halka karşı görevini yerine getirmekle insan olur.” (Muhteşem Vahşi Dünya, çev. Günay Çetao Kızılırmak, Metis 2014, s. 108)

Platonov’un Türkçedeki o kendisine benzeyen, “akraba” okurları kimler midir? Bana kalırsa sosyalizmi beklemenin (yitirmenin mi demeli) sızısını gençliğin bir yerinde, uzak bir kente taşınmış ve bir daha hiç haber alınamamış ilk sevgiliyi özler gibi duyanlardır. Belki de Sait Faik’ten vazgeçmeyenler, daha on beşinde İnce Memet, Gazap Üzümleri ve Ölü Canlar okuyanlar… Ziya Osman Saba şiirindeki duyarlıkların aşinası olanlar… Gülten Akın’ın sözcüklerindeki çınlamayı, Nezihe Meriç öykülerindeki insanların iç sızısını duyanlar... Yeryüzünün kıyılarında belli belirsiz bir tebessümle yürüyüp taze bir sözcüğün hazzıyla, duru bir halk türküsünün ezgisiyle gözleri yaşaranlardır. En çok onlar okur Platonov’u; sesine eşlik eder ve onun kardeşi olmak isterler.