Yazar, şair ve çizer Unica Zürn, benzersiz hayatı ve üretimiyle bir parçası olduğu sürrealizm akımının ete kemiğe bürünmüş hâli gibiydi...
25 Ocak 2018 14:12
Unica Zürn birçok yetenekli kadın sanatçı gibi mitleştirilmiş bir karakterdir. Hayatının izlerini onun kadar eserlerinde gördüğümüz çok az sanatçı vardır. Bu paralellik onun sanatına olan ilgiyi arttırırken, diğer taraftan söz konusu sanatçının eserine (burada söz konusu metne) gerekli mesafeyi koyamama riskini de beraberinde getiriyor. Belki de bu sebepten Unica Zürn, sürrealist ve dadaist sanatçılarla olan ilişkileri, 1950’lerde ve 60’larda Paris’in en önemli sanatçılarıyla ilişkileri ve bu süre zarfında ürettikleri kadar özel hayatıyla da odak noktası oluyor. Öte yandan, Unica Zürn’ün bu paralel ilgiden rahatsız olan bir sanatçı olduğu sonucuna da varmamak gerekir. Zürn için sanatı ve hayatı, kalemi ve bedeni, hayalleri ve gerçekleri birbirinden ayırmak mümkün değildir çoğu zaman.
Unica Zürn için Almancanın Tezer Özlü’sü denilse de iki yazarın şaşırtıcı benzerlikleri bir tarafa, Zürn’ün hem hayatı, çok yönlü sanat üretimi hem de metinleri ile Tezer Özlü’den daha “sert” olduğunu baştan belirtmekte fayda var. Anagram şiirler yazan, döneminin en ilgi çekici sanatçıları ile arkadaşlık eden, çizimleriyle otomatik çizim akımının bir parçası olan ve arkasında Kara Bahar ve Yasemin Adam, The Trumpets of Jericho romanları başta olmak üzere birçok öykü ve şiir bırakan Unica Zürn’den bahsederken ilk söylenen şey, âşık olduğu ve hayatının bir dönemini birlikte geçirdiği erkek (sanatçı Hans Bellmer) artık onunla ilgilenemeyeceğini söylediğinde yaşamına son vermesi olur. Oysa Unica Zürn, içinde acının, hazzın, deliliğin ve kadınlığın türlü hâllerinin geçtiği bir bedeni taşımakta ve o bedenden çıkan her şeyi sanata dönüştürmektedir.
Zürn, 1970 yılında, 54 yaşında, Bellmer’in Paris’teki otel odasından, altıncı kattan atlayarak intihar ettiğinde, Bellmer’le aralarında nasıl bir konuşma geçtiği bilinmez, fakat bildiğimiz, sanatçının 1960 yılından itibaren ruhsal hastalıklardan mustarip olduğu, bununla ilgili kesin bir bilgi olmasa da kendisine şizofreni teşhisi konulduğu ve 1961-63 yılları arasında memleketi Berlin'de ve Bellmer’le tanışmasının ardından uzun yıllar yaşadığı Paris’te çeşitli psikiyatri kliniklerinde tedavi olduğudur. Zürn, en önemli iki eseri sayılan ve özellikle Paris’te çok ses getiren, Kara Bahar ve Yasemin Adam’ı bu dönemde yazdı. Kara Bahar ilk kez 1967 yılında yayımlanırken, Yasemin Adam ölümünden bir yıl sonra, 1971 yılında yayımlandı.
İntihar ederek yaşamına son veren yazarların -özellikle kadın yazarların- tıpkı Tezer Özlü kitaplarının arka kapaklarında olduğu gibi romantize edilmesi geleneği Unica Zürn’ün kitaplarında da bozulmaz. Hem Encore Yayınları tarafından 2014'te yayımlanan Kara Bahar'ın hem de Dedalus Kitap tarafından yılın ilk kitaplarından biri olarak okura sunulan Yasemin Adam'ın arka kapağı, kitapta bizi bekleyen hikâyelere dair bir nevi ön bilgi sunmaktansa yazarı yarı-efsanevi bir mertebeye çıkarmanın örneklerini sunar. Kara Bahar’ın arka kapağında Zürn, “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” derken, Yasemin Adam’ın arka kapağında ise “Umuttan kurtuluş özgürlüktür” demekle kalmaz, bir de bu sözün hemen ardından yazarın 1970 yılında yüksek bir binanın penceresinden atlayarak yaşamına son verdiği, üstelik ilk cümleden belirtilir. Unica Zürn’ün yapıtlarının birçok açıdan Tezer Özlü’yü hatırlattığı da belirtilmeden geçilmez. Doksanların ruhsal sorunları olan kadınları fetişleştirme furyasının günümüzde de devam etme eğiliminde olmasının artık son bulup, söz konusu sanatçının eserine odaklanılan günlerin geleceğini dilemekten başka bir çare kalmıyor bu noktada.
Unica Zürn ve Tezer Özlü metinleri birbirine bazı açılardan benzemektedir. İki yazar da hayatlarının belli dönemlerinde psikolojik rahatsızlıklar geçirir, kliniklerde kalırlar. Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde bir kız çocuğunun büyüme sancılarına tanık olmamızı sağlar, Zürn de Kara Bahar’da benzer bir şeyi yapar. Ama tekrar etmekte fayda var; Zürn bunu dâhil olduğu sanat çevresinin, Paris’in ve o sırada ruh sağlığının hastane dışında hayatına devam etmesine izin vermeyecek kadar bozuk olmasının etkisiyle, bunu Özlü’yle kıyaslanamayacak bir açıklıkta ve sertlikte yapar. Her iki yazarın da hayatlarında tutkuyla bağlı olduğu yazarlar vardır. Neredeyse tümü erkek bu yazarların izleri her iki yazarın da kitaplarında açıkça izlenebilir. Fakat bu benzerlik aynı dönemde yazılmış erkek yazarların eserlerinde de bulunabilir. Şehirli bir erkeğin varoluş sancısını merkeze alan bir metin 60’larda Paris’te ya da İstanbul’da birbirinden çok da uzak değildir. Bu sebeple Unica Zürn’den bahsederken Tezer Özlü’yle benzerliklerini ön plana çıkararak, Özlü’yü seven okurun Zürn’ü de seveceğinin hesaplarını yapmaktansa, Kara Bahar ve Yasemin Adam gibi fragmantal, çok-katmanlı iki metne derinlemesine odaklanmak gerekir. Unica Zürn anılarından parçalar mı, başı sonu belli romanlar mı yoksa sayıklamalarının kâğıda dökülmüş hâli mi bilmediğimiz sözcükleriyle her sayfada okuru ayak basmaktan çekindiği alanlara çeker. Bu da Zürn’deki bu kaygan zemine karşı hazırlıklı olmayı gerektirir. Bu sebepten Kara Bahar'daki yetkin çeviriyi Yasemin Adam'da da görmek gerekirdi diye not düşmeden geçmemek gerekir. Yasemin Adam'ın 25 yaşındaki çevirmeni Kansu Kanber'in bu kaygan zeminde bu kadar tökezlemesine belki de şaşmamak gerekir. Kitaptaki maddi hataların çokluğu ise Zürn'ü Türkçede okuyor olmanın heyecanını maalesef azaltan etkenlerden olsa da metnin kıymetinden bir şey eksiltmiyor neyse ki.
Kara Bahar, yukarıdaki cümle ile açılır ve şöyle devam eder: Babasının pes bir sesi ve gülümseyen kara gözlerinin üzerinde güzelce kıvrılan gür kaşları var. Kızını öptüğü zaman sakalları yüzüne batıyor. (...) Beşiğinde yatan küçük şeyi mıncıklıyor. Bu ilk andan itibaren kız onu seviyor. Kızın doğması üzerine cepheden eve dönüyor. Kızın adamla ilgili edindiği ilk izlenim varlığına işliyor ve hiç unutulmuyor.”
İsimsiz kız çocuğu 12 yaşında havuzda gördüğü bir adama âşık oluyor. Bu aşkı erkek kardeşi tarafından annesine söylenince havuza gitmesi yasaklanıyor ve kızın onsuz yaşayamayacağına ikna olmasına, kendisine bu acıyı yaşatan anne babasını cezalandırmak istemesine sebep oluyor. Bu ölüm ânına kadar, yerde emekleyen bir bebeğin, küçük bir kız çocuğunun gözünden dünyayı görüyoruz. Üçüncü tekil anlatıcı her şeyi bilen, gören gibi olsa da kız çocuğunun bir kamera-göze dönüşmesine tanıklık ediyoruz. Evin içinde yaşanan her şey; başlangıçta anne, baba, erkek kardeş ve bakıcısıyla yaşadıkları, ardından okuldaki arkadaşları ve son olarak havuzdaki adam. Tanrı anlatıcı tüm karakterler hakkında bir şeyler bilmemizi sağlasa da bu bakış açısının kızın bakışından çok da uzak olmadığını biliyoruz.
Küçük bir kız çocuğunun dünyayı ve bununla eşzamanlı olarak kendi cinselliğini keşfediş hikâyesini böyle bir bakış açısıyla anlatan çok az kitap vardır. Zürn’ün çocuk karakteri için sansür söz konusu değil. Edebiyatta çocuk cinselliğinin çoğunlukla ya sadece istismar üzerinden ya da edilgen, pasif bir açıdan ele alındığını düşündüğümüzde, Zürn’ün metninin yayımlandığı dönem neden bu kadar ses getirdiğini daha iyi anlarız. Kız çocuğunun ilk mastürbasyon deneyimi, babasına duyduğu arzu, güzel bakıcısını izlemekten aldığı zevk ve bu zevk anlarının ardından hissettiği boşluk duygusu karakterin gelişimini etkileyen en önemli etmenler oluyor. Bir taraftan kendi cinselliğini keşfederken, diğer yandan babasının tarih kitabındaki cinsellik içeren çizimlere bakıyor olma ihtimali hayal kırıklığı duymasına neden oluyor. “Asil, tanrı gibi bir babası olmasını istiyor” çünkü. Babasının cinsellikle ilgili herhangi bir şey yaşadığını hayal etmemesinin altında yatan sebeplerden biri de, cinselliğin kendisi gibi “aşağı” insanların yaşadığı bir haz olduğuna dair inancı. Oysa tanrılar gibi asil yaratıklar, cinsellik gibi “kirli” bir eylemde bulunmazlar. Kız çocuğunun kendisini, babasından ve sonra “babamdan sonra bu kadar sevdiğim tek kişi” dediği havuzdaki adamdan daha aşağı bir yere koyması ve bütün bu teslimiyetle âşık olduğu kişilere kendini adaması, Zürn’ün birlikteliklerini köle-efendi ilişkisi üzerinden tanımlamasının bir parçası. Kara Bahar’da tamamen âşık olduğu kişilere teslim olmuş bu kız çocuğunu, Yasemin Adam’da karşımızda bir yetişkin olarak buluruz. Yasemin Adam bir devam kitabı olmasa da her iki romanın karakterleri âdeta aynı hikâyenin farklı zaman dilimlerinden alınmış gibidir. Her iki karakter de yaşadıkları travmalar -erkek kardeşin tecavüzü- sonrası haz ve acı çizgisinin flulaştığı bir cinsellik hayali kurmaya başlarlar.
Tanıştıklarında, 1953 yılında, Unica Zürn 37, Hans Bellmer ise 51 yaşındaydı. Daha o zamanlar Bellmer tanınmış bir fotoğrafçıydı. Sanatçı, oyuncak bebek ve mankenlerin uzuvlarından yaptığı “bebekler”i ile ünlenmişti. Zürn, Bellmer’le tanıştıktan sonra Paris’e taşındı. Onun fotoğraf çekimlerine katıldı. Zürn’ün çizim, öykü ve anagram şiirlerinin üretiminin 60’lara kadar olan bu süreçte önemli bir şekilde yükseldiği görülür. İki sanatçının birlikte ürettikleri işler arasında, Zürn’ün Bellmer tarafından bağlandığı fotoğraflar dikkat çeker. Zürn’ün eserleri hayatından bağımsız olmamakla birlikte hiçbir hikâyesinin tamamıyla otobiyografik olmadığını bilmek okuru, sanatçının hayatından ve eserlerinden fragmanları birleştirerek bir Zürn portresi yaratma isteğine iter.
Zürn ve Bellmer karşılıklı olarak birbirlerinin sanatını etkileyecektir. Fakat sanatlarının içeriği gereğince yaratım sürecinin fiziksel olarak da ikilinin uçlarda dolaşmasına sebep olması kaçınılmazdır. Bellmer, Zürn’le tanışmasının ardından, aynı zamanda arkadaşı olan doktoru Gaston Ferdiere’e yazdığı mektupta şunları söyleyecektir: “Annemin evindeki rahat bir yemek sonrası konuşması sırasında, Unica dikkati dağınık bir şekilde (telefonla konuşurken yaptığı şekilde) karalamalar yapıyordu. Tecrübesinden şüphe etmeyeceğim gözlerimle, otomatik çizim konusundaki dikkate değer yeteneğini ânında fark ettim. Bunu ona söyledim: İki ya da üç gün sonra, yoğun bir zevkle, her biri iyi nitelikte çizimler yapıyordu.”
Bellmer’in Zürn’ün sanatını her zaman desteklediği bilinmektedir. Zürn de fiziksel görüntüsü itibariyle Bellmer’in hayalindeki “oyuncak bebek” imgesinin tam karşılığıdır. Zürn, Bellmer’le birlikte bedeninin sınırlarını zorlamaya hazırdır. Automatic Woman: The Representation of Woman in Surrealism kitabında Katharine Conley şu sözlerle anlatır Zürn’ün bedeniyle ilişkisini: “Zürn için bedeni, sevdiği anagramlar gibi yeniden yapılandırmaya uygun hayali bir inşa alanı. Bu fikir Bellmer’in sürreal bir şekilde esnek uzuvlarıyla çarpıtılmış bedensel anagramları yansıtan çarpıtılmış bebekleri ile uyumlu.”
Zürn, 1958 yılında Bellmer’e ait bir fotoğraf serisinin bir parçası oldu. Bellmer’in Zürn’ün çıplak bedenini iplerle sıkıca bağladığı bu serinin adı “Unica Bağlı” idi. 1959 yılında, Bellmer’in içinde Zürn’ün fotoğraflarının da bulunduğu “Bebek” (Doll) isimli fotoğraf sergisi büyük başarı yakaladı.
Kara Bahar’la kıyaslandığında Yasemin Adam daha karmaşık bir metindir. Kara Bahar’da çocukluğundan ölümüne kadar izlediğimiz genç kız yerini, Yasemin Adam’da bazen çocukluğundan, bazen evli olduğu zamandan, bazen doğum ânından, çoğunluk klinik günlerinden ve sonrasından parçalar gördüğümüz bir karaktere bırakır. Anıların, rüyaların, sanrıların ve anagramların birbirine karıştığı Yasemin Adam’ın başkarakteri henüz altı yaşındayken bir adam hayal eder. Beyaz saçlı, mavi gözlü ve tekerlekli sandalyedeki felçli bu adamla, altı yaşında herkesten gizli evlenmiştir hayalinde ve hayatı boyunca ona sadık kalacaktır: “İşte o zaman ilk kez o hayal belirir: Yasemin Adam! Sonsuz teselli! Rahat bir nefes alarak karşısına oturur ve bakar. Adam felçli! Ne şans. Kışın bile yaseminlerin açtığı bahçedeki koltuğundan hiç ayrılamayacak.”
Yasemin Adam’a o kadar sadıktır ki ilk çocuğunun kocasından değil, Yasemin Adam’dan olduğunu, çünkü hamile olduğu gece kocasıyla birlikte olmadığını, aksine Yasemin Adam’ın onu ziyarete geldiğini söyleyecektir. Anlatıdan, Yasemin Adam’ın bir istismar olayı sonrasında kız çocuğu tarafından yaratıldığını anlarız. Yasemin Adam’ın tekerlekli sandalyede olması bize çok önemli iki şey söyler, onu -babası gibi- asla terk etmeyecektir ve onu her şeyden koruyabilecektir. Zürn, gerçek hayatında da her zaman kendisini koruyacak birilerini aradığının izlerini, kitabın ilerleyen bölümlerinde verecektir. Karakter, psikiyatri kliniğinden çıktıktan sonra kendisini merak edip soran bir komşusu için kendisine şu soruyu sorar: “Yeni bir koruyucu melek?”
Yasemin Adam, bütün hayatı boyunca kendisini erkek kardeşinin tacizinden, annesinin umursamazlığından koruyacak, onunla ilgilenecek bir “baba,” bir “âşık” figürüdür. Bir yetişkin tarafından korunması gerektiğini düşündüğü yaşta yaşadığı taciz onda, kendisini tehlikelerden koruyamayacağı inancını doğurmuştur. Bunun çözümü ise kendi yarattığı hayali bir kocaya teslim olmaktır. Fakat Yasemin Adam’la gerçek hayatta karşılaştığında hiçbir şey hayal ettiği gibi olmaz. Bellmer aracılığıyla tanıştığı sürrealist sanatçılardan Henri Michaux’nun hayalindeki Yasemin Adam olduğunu düşünür. 1957 yılında Michaux ile meskalin kullanmaya başlar. Uyuşturucu şizofreni ataklarını tetikler. Bir taraftan da Bellmer’in eserlerinin bir parçası olduğu dönemde yarattıkları sanat atmosferinde sadomazoşizmin hâkim olduğu bir yaratım süreci söz konusudur. Tüm bunlar Zürn’ün birkaç yılını kliniklerde geçirmesine ve intihar teşebbüslerine neden olur. Zürn, Michaux ile tanışma ânı için Yasemin Adam’ı bulduğunu ama tek farkla onun felçli olmadığını söyleyecektir.
“Ben bir bedene sahip olduğuma inanıyorsam, vücudunun camdan olduğunu düşünen birinden daha sağlam bir gerçeği elimde tuttuğumdan emin olabilir miyim? Kesinlikle, çünkü onlar delidir ve eğer ben kendimi onların örneğine göre ayarlarsam, onlardan daha az kaçık olmam." Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’nde deli ile akıllı insan arasındaki ince çizgiden böyle bahseder. Yasemin Adam’ın baş karakteri bir kuaföre girer, saçlarını yıkatır, ardından para ödemesi gerekir fakat parası yoktur. Bunun üzerine dükkân sahibi polis çağırır ve isimsiz karakterimiz kendini karakolda bulur. Bir süre sonra ise şu sözleri söyler polislere: “Ama ben deliyim, diye açıklıyor, odadaki adamlara büyük bir ciddiyetle. Ve ekliyor: Sanırım ben bir şizofrenim ve sanırım beni Wittenau’ya götürmelisiniz.” Psikiyatri kliniği macerası bu şekilde başlar.
Karakter, deliliğin her türlü evresine şaşırtıcı bir bilinçle girer gibidir. Metinde Tanrı anlatıcının seçilmesi, bunun yanı sıra kitabın otobiyografik yanının ne denli ağır bastığını bilmek, okur için hayranlık uyandırıcı bir kafa karışıklığı sebebidir. Bir taraftan, aklı kendisinde olmayan karakterin, bu delilik hâlini parçalar şeklinde bile olsa bütünlüklü bir hikâyenin içine oturtabilmiş olması şaşırtıcıdır.
Bir intihar teşebbüsü sonrası duyulan utanç, psikiyatri kliniğinde hiç kımıldamadan yatması ve ölümü beklemeye karar verme ânı, ardından “Kendinde bir devin gücünü hissediyor” diyecek kadar hayata bağlanması… Duygu durumundaki tüm bu değişiklikler, karakterin geçmişindeki bir travmaya, hatta kimi zaman arkaik bazı acılara dayanır. Zürn, henüz 26 yaşındayken kendisinden yaşça büyük Erich Laupenmühlen ile evlenir. Bu evlilikten iki çocuğu olur, fakat evliliklerinin yedinci yılında Laupenmühlen ve Zürn boşanırlar. Sanatçı çocuklarının vesayetini kaybeder. Bu kayıp kitapta şöyle yer alır: “Çocuğun içinde bulunduğu zaman hissettiği derin barış ve anlatılmaz dinginlik hissi, ondan sonsuza kadar ayrıldığı an sonsuz bir çığlığa dönüşüyor. Doğum sırasında ona eter veriyorlar, acı duymuyor, ama kendi bağrışlarını duyuyor, bu oğuldan ayrılma hükmünü, kaderine duyduğu korku yüzünden bağırıyordu sanki şimdiden.” Annenin çocuğundan kopuş ânını tersine bir Oidipus kompleksi olarak okumak da mümkündür. Zürn hayatı boyunca, henüz çocukken anne babasının ayrılışını, bu ayrılığın ardından babasından koparılışını, belki de hayatındaki tüm kötülüklerin -anne babası ayrıldıktan sonra, annesi başkasıyla evlenmiştir ve Zürn üvey erkek kardeşinin istismarına uğramıştır- bu koparılıştan doğduğu düşüncesini içinde taşımıştır. Çocuğunun kendisinden koparılışı da onun için hem ikinci bir terk ediliş hem de kendi çocukluk anılarını hatırlamak için bir sebeptir.
Kitabın tamamına yayılan en önemli tema deliliktir. Anagramlara takıntılı bir kadının, hikâyesini okumaya başladığımızı sanırken, hikâye her sayfada daha da sertleşir, ta ki biz, karakterin bu delilikten kurtuluşu olmadığını anlayana dek. “Anagramlar, bir sözcüğün ya da cümlenin harflerinin yer değiştirmesiyle oluşan sözcük ve cümlelerdir. Ancak sadece olan harfler kullanılabilir ve hiçbir harf boşta kalmamalıdır” diye tanımlar Zürn anagramı Yasemin Adam'da. Bir anagramı yaratmak önemli bir dikkat isterken, bir süre sonra karakterin bırakın anagram şiirler yazmayı, kalem tutamayacak noktalara geldiğine tanık oluruz. Tüm bu düşüşleri ani yükselişler izler. Yalnız kalma arzusunu, sürekli arkadaşlarıyla olma isteği... Doktorlarından birine "Bir çemberin içindeyim" der. Belki de bu yüzden Zürn gibi sanatçılar için ölüm gibi kati bir son, bu döngüden, -onun deyimiyle- bu “çember”den kurtuluşun tek yoludur.