Türkiye son yedi yılda tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapmış. Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye'yi sadece tahayyül edebiliyoruz
05 Temmuz 2018 14:38
Türkiye ekonomisi yeni bir kriz tehdidi altında. Derinleşmekte olan 2018 ekonomik krizi kuşkusuz birdenbire ortaya çıkmadı. Türkiye’nin yeni uluslararası iş bölümünde yüklendiği “yükselen piyasa ekonomisi” modeline sadık kılınarak atılan adımların doğal ve beklenen sonucu olarak gerçekleşmekte. Peki, bu istikrarsız yapının ana kaynağı nedir? Türkiye ekonomisi niçin potansiyel büyüme hızında süreklilik gösterememektedir? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz, ulusal ekonominin büyümesinin ardında yatan niteliksel öğelerde gizlidir: Türkiye ekonomisinin dalgalanmaları doğrudan doğruya uluslararası sermaye akımlarının yönüne bağlı olarak yaşanmaktadır. Dışarıdan (her ne pahasına olursa olsun) sermaye girişi yaşandığında ekonomik aktivite canlanmakta, sadece iç talep değil, ihracat performansı da ithal girdilerin ucuzlaması sayesinde yükselebilmektedir. Sermaye girişlerinin yavaşlaması durumunda ise ulusal ekonomi durgunluğa sürüklenmektedir.
Türkiye ekonomisi özellikle 2010 ve sonrasında küresel ekonomideki ucuz kredi bolluğuna dayanarak yeni bir spekülatif büyüme konjonktürüne sürüklenmiştir. Türkiye’nin 1990 sonrası iktisadî tarihçesi bu tür konjonktürel büyüme dalgalarının nasıl hüsranla sonlanmış olduğuna dair örneklerle doludur.
Bu tespitler sadece bizler tarafından değil, uluslararası kuruluşlarca da sıklıkla dile getirilmektedir. Örneğin, 2012’de IMF tarafından yayımlanan VI. Çerçeve Raporu, daha ikinci paragrafında bu sorunu
“sermaye girişleri bol iken büyüme güçlü seyretmekte; sermaye hareketleri yön değiştirdiğinde ise ekonomi daralmakta, Türkiye’yi genişleme-daralma çevrimlerine mahkum etmektedir”
sözleriyle itiraf etmekteydi.
Şimdi bu sürecin ana dönemeçlerini görelim. Öncelikle, AKP’nin 2003’ten bu yana geliştirdiği ekonomik politikaların ana dayanağı dövizin her ne pahasına ucuz kılınması ilkesine dayanmaktadır. AKP’nin bu ilk dönemi küresel ekonominin de sanal ve istikrarsız bir büyüme içinde olduğu genişleyici bir konjonktüre denk düştü. Amerikan ekonomisi Avrupa ve Uzak Asya ile ticaretinde ciddi açıklar veriyor ve bu açıkları da yüksek hacimlerde dolar basarak ve küresel piyasalara tahvil ihraç ederek finanse ediyordu. Dolayısıyla, tüm dünyada faizler hızla düşerken, ucuz dolara dayalı döviz bolluğu dünya ticaret hacmini genişletiyordu. Ancak “yerçekimini yadsıyan” bu “kendi kendine değer kazandırma hayali,” reel ekonomilerin gerçekleriyle yüzleştiği noktada kriz patlak vermişti.
2003’ten 2009 küresel krizine değin geçen sürede, AKP hükümetleri (ve Merkez Bankası yönetimi) dövizi ucuz tutarak bir yandan enflasyonist baskıları hafifletmeyi, diğer yandan da ithalat maliyetlerini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını kamçılamayı öngörmekteydi. Ancak AKP bu dönemde sermaye hareketlerini iyi idare edemedi, dövizin ucuzlamasına ve yerli paranın aşırı değerlenerek cari işlemler açığının kalıcı bir şekilde ivmelenmesinin önüne geçemedi.
Türkiye’de doların piyasadaki fiyatı ile, enflasyondan arındırılmış reel fiyatını aşağıda 1 No’lu Şekil’de sergilemekteyiz. Burada görüleceği üzere, Amerikan dolarının fiyatı 2003 ocak ayında 1$= 1.70TL düzeyinde idi. 2008’e gelene değin, doların fiyatı hem piyasada nominal olarak hem de enflasyondan arındırılmış olarak hızla geriletildi. Öyle ki, 2009 krizi öncesinde Türkiye ekonomisi reel olarak doların sadece 80 kuruş olduğu bir ekonomi konumundaydı. Ucuz döviz (aşırı değerli Türk Lirası) sayesinde dolar bazında ifade edilen millî gelir rakamlarımız da sanal bir biçimde olduğundan çok daha yüksek gözüküyor, bu da kamuoyunda bir AKP mucizesi olarak pazarlanıyordu.
Şekil 1.
En önemli makroekonomik fiyatlardan birisi olan döviz kurunun reel olarak (dolar bazında) yaklaşık yüzde 60 aşınması ulusal ekonomide bir dizi tahribata yol açtı. Ulusal tasarruf oranları ve sanayinin millî gelir içindeki payı 1998’de başlayan gerilemesini hızlandırdı. Bu iki seri 1990’lar ortalamasına görece yaklaşık 10 puan geriledi. Ulusal tasarruf hacminin bu denli çökmesi, dış açığın (cari işlemler açığının) yükselmesi anlamına geliyordu. Tüketim ve yatırım talebi ithalata bağlı olarak hızlanırken, ulusal sanayi de ithalat baskısı altında gerilemesini sürdürdü. Kalkınma yazınında “olgunlaşmamış sanayisizleşme” (premature de-industrialization) diye anılan istikrarsızlık tehdidi Türkiye’yi de etkilemekteydi.
Şekil 2, bu olan biteni betimliyor. Şekilde birbirinden bağımsız gibi gözüken iki ayrı veri var: tasarrufların millî gelire oranı (yani tasarruf oranı) ve imalat sanayi üretiminin millî gelire oranı (yani imalat sanayinin üretim payı). İlginçtir ki, her iki gösterge de tarihsel olarak kabaca millî gelirin yüzde 25’i civarında seyrederken, 2000’li yılların başında aniden düşüşe geçmekte ve 2015’e gelindiğinde artık millî gelire oran olarak 10 puan geridedir.
Şekil 2
Ucuz ara ve yatırım malı ithalatı, Türk sanayiinde sermaye emek oranının hızla yükselmesine yol açtı. Teknolojik olarak emeğin görece geride kalması sonucu sanayide istihdamın payı geriledi.
Yukarıya dönersek, dünya ekonomisinin günümüze damgasını vuran güçlü eğilimlerinden birisi sanayisizleşme olarak değerlendiriliyor. Sanayisizleşme kavramı ile, olgunlaşmış sanayi toplumlarının artık iş gücü ve diğer kaynaklarını giderek sanayi sektöründen, inovasyon ve yüksek teknolojili hizmetler sektörlerine kaydırma süreci anlatılmakta. Sanayiden giderek aktarılan iş gücü ile birlikte sanayi katma değerinin toplam millî gelir, sanayi istihdamının da toplam istihdam içerisindeki payının azalması kaçınılmaz olduğu için, söz konusu sürecin sanayisizleşme kavramı ile betimlenmesi son derece doğal.
Bu sürecin “doğal olmayan” yönleri de var kuşkusuz. Aslında daha çok gelişmiş, sanayi toplumlarının bir niteliği olarak değerlendirilen bu olgu, hizmetler sektörüne aktarılması beklenen iş gücünün yeterli eğitim düzeyine sahip nitelikte olmaması durumunda, yapısal olarak genişleyen işsizlik ve bunun yol açacağı sosyal dışlanma sorunlarıyla yüz yüze geleceği çok açık. Bugün ABD ve Avrupa’da birçok ekonomide gözlenen yapısal işsizlik ve bunun faşizan, sağ popülist eğilimleri güçlendirmesi bu olgunun yansımaları arasında.
Konunun Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkelerde yaşanmakta olan olgunlaşmamış sanayisizleşme boyutuna bakacak olursak, taklit ve montaj sanayilerine dayalı sanayileşme sürecine sürüklenip, ulusal sanayilerde gelişme olgunluğunu tamamlamadan, doğrudan doğruya spekülatif köpüklere dayanan hizmetler sektörlerine (ve Türkiye ve benzer birçok ülkede inşaata) iş gücünü aktarmaya başlaması bir dizi yapısal sorunu da beraberinde getiriyor. Örneğin, hizmetler sektöründe inovasyon ve yüksek teknolojili ürün üretme kapasitesinin henüz geliştirilememiş olması nedeniyle, söz konusu istihdam güvencesiz ve marjinalleştirilmiş biçimde hiper-sömürü altında çalışmaya itiliyor; sanayileşme sürecinin getirdiği kazanımlar geciktikçe demokratik bir dizi kurumun da oluşturulamadan işlevini yitirdiği gözleniyor.
Türkiye’de istihdamın dönemsel dinamiklerini yakından gözleyebilmek için mevsimsel etkilerden arındırılmış iş gücü verilerini inceleyeceğiz. TÜİK’in yayımlamakta olduğu istatistiklere göre, 2018 ocak ayı itibariyle tarım-dışı istihdam 23 milyon 412 bin kişi olarak tahmin edilmekte. 2015 başına görece bu rakam tarım-dışı sektörlerde net 2 milyon 509 bin kişilik istihdam artışına tekabül ediyor. Üç senelik sürede ise yüzde 12 artış demek. (Bkz Tablo 1)
Tablo 1
Söz konusu sürede elde edilen toplam artışın yüzde 80’i hizmetler sektörüne, yüzde 12’si ise inşaat sektörüne ait. Sanayide istihdam edilenlerin sayısındaki artış sadece 281 bin kişi ve toplam istihdam artışının sadece yüzde 8’ini oluşturmakta. Bunun sonucunda tarım-dışı istihdam içerisinde 2015 başında yüzde 25.6 olan sanayi istihdamının payının, 2018 ocakta yüzde 23.1 olduğu görülmekte. Söz konusu oran 2005 başında yüzde 29 idi. Aşağıdaki grafik son 13 yılın gelişmelerini özetliyor.
Şekil 3.
Sanayinin üretim ve istihdam kaybı, Türkiye ekonomisinin son 15 yılını net bir şekilde özetliyor: Türkiye giderek sanayiden uzaklaşan ve taşeron bir hizmet üreticisi olarak bir ithalat cennetine dönüştürülmektedir.
Türkiye 2003 sonrası dönemde cari işlemler açıklarını kapatabilmek için yoğun bir dış borçlanma içine sürüklendi. (Tablo 2). 2009 krizi sonrasında da hızlanan bu dönemde, Türkiye’nin dış borç stokundaki artış, (dolar bazında) millî gelirin ve onun öncü sektörlerinden olan inşaat katma değer artışının da üstündeydi. Bu anlamda Türkiye’nin söz konusu dönemdeki büyüme performansı “spekülatif -yönlü büyüme” olarak nitelendirilmektedir.
Tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde millî gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor.
Tablo 2. Millî Gelir, İnşaat Sektörü ve Dış Borçlanma
Şu saptamaları yapmak mümkün:
Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, millî geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın yüzde 6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lu yıllar boyunca Türkiye konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisini uygulamaya koydu. Millî gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı yüzde 8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar dolar).
Yani söz konusu yedi yıl içerisinde inşaat sektöründeki büyüme, millî gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık millî gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi!
Şimdi, bu harcamaların kaynağına bakalım. Tablonun ilk sütununa geri döndüğümüzde, dış borçlanma olanağının sürdürülmesinin Türkiye ekonomisi için nasıl da hayatî bir öneme sahip olduğunu gözlüyoruz. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği itibariyle (en son veri) 437 milyara ulaşmış. Yani dış borçlarımız yedi yılda toplam 146 milyar dolar artmış. Bu rakama göre, dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı yüzde 5.8’e ulaşıyor. Hâlbuki dolar bazında millî gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!
Bu demek oluyor ki yedi yılda millî gelirde elde edilen toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçlanmadaki artış bunun neredeyse iki katı, 146 milyar dolar. Türkiye her bir dolarlık millî gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş. Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış.”
Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını arttırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Millî gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür.
Bunun da ötesinde, konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek millî gelir, gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren 3 No’lu Tablo bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.
Tablo 3
“Yatırım” derken, söz konusu inşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor. Demek ki Türkiye son yedi yılda tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapmış durumda. Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz.
Özetle söylemek gerekirse, sabit sermaye yatırımlarının dağılımı sanayi aleyhine seyrederken, sosyal altyapı (eğitim ve sağlık sektörleri) yatırımları da göreceli olarak durağanlaşmaktadır. İnşaatın sabit sermaye yatırımları içindeki payı %15’in üzerine çıkarken, eğitime ayrılan yatırımlar göreceli olarak önemsizleşmektedir.
Türkiye ekonomisi yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı. “Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.
“Avrupa bizi kıskanıyor” temaşasını bir yana bırakalım. Türkiye’nin izlemekte olduğu dış sermaye girişlerine bağımlı büyüme tercihi (ve dış siyaseti) ağır bedeller ödenerek sürdürülmektedir.