Türkçenin deneme tarihi yazılabilir mi?

Peyami Safa’nın binlerce yazısının kaderi ne olacak? Dağlarca’nın aforizma-deneme arası metinleriyle ilgilenecek biri çıkacak mı? Reşat Ekrem Koçu’nun yüzlerce yazısı gölgede mi kalacak? Nurullah Ataç’ın yazdığı birçok yazı neden kitaplarına girmedi?

04 Şubat 2016 13:50

1.

Edebiyat kuramcısı, eleştirmen, denemeci ve (kendisi herhalde en çok bu sıfatı sevecektir) Türkçe edebiyat hakkında son yıllarda çıkan okumaya değer yazı ve kitapların yazarlarının dikkate değer bir kısmının hocası Süha Oğuzertem, birkaç yıl önce yazdığı “Eleştiride Sosyolojiden Tarihselliğe” adlı metne Türkiye’de Ataç’tan bu yana öne çıkan 35 eleştirmenin adlarını tek tek sıralayıp okuru kendi tabiriyle “bunaltarak” başlar ve önemli bir ikilemi şöyle gözler önüne serer: “Türkiye’de bu tür listelemelere alışık olan bizler, bu işlemi biraz da kanıksamışızdır. Bunun ardından ne geleceği genellikle bellidir: adı geçen eleştirmenlerin her birinin kim olduğunun ve eleştiri alanındaki çalışmalarının özetle anlatılması... Şimdi ben de öyle yapacağım... (Hayır, şaka!) Türkiye’de eleştirmenlerin adlarını saymak ve yapıtlarından kısaca söz etmek, bazen, modern Türk edebiyatında eleştiri olgusunun bu şekilde aydınlatıldığı, aydınlatılabileceği gibi bir izlenim doğurmaktadır. Bir yandan, evet, modern Türkçe edebiyatı konu alan bir eleştiri tarihi yazılacaksa bu adları anmadan edemeyiz; öylesi, eleştirmensiz bir eleştiri tarihi olur. Diğer yandan da çok sorunlu bir yaklaşımdır bu; ne de olsa, eleştiri tarihi, tek tek eleştirmenlerin tek tek yapıtlarının üst üste yığılmasından farklı bir şey olmalıdır.”

Kendi yazıma bu uzun alıntıyla başlamak durumunda kalmamın nedeni açık: Deneme alanında da aynı ikilem hem de daha şiddetli bir biçimde geçerlidir; özel isimleri alt alta sıralayarak bir deneme tarihi yazmış olmazsınız (gerçi herhangi bir meselenin peşine düşmeden, tam da isim üstüne isim zikrederek felsefe tarihi yazabilenler bile görülüyor bizde de dünyada da) ama denemeci adı zikretmeden de deneme türünün tarihini aydınlatmak mümkün değildir. Aslında soyut kavramlarla, kendi oluşturduğu “problematiklerle” çalıştığını bildiğimiz felsefede de –sadece sorunların belli ele alınış tarzlarını örnekleme kaygısıyla değil, genelliklerin ancak bir tikellik üzerinden somutluk kazanabilmesi, ete kemiğe bürünebilmesi nedeniyle de- birçok özel ismin bir noktadan sonra kavram değeri kazandığını görürüz. Karatani, Türkiyeli okurların kıymetini hâlâ bilemediği son derece okunaklı kitaplarında, bunu gayet açık seçik anlatır. Kant, Hegel, Marx, Derrida, Deleuze vs. tam da kendilerinden önce tam manasıyla kavramsallaştırılamamış meseleleri kendi kavramsal ağlarıyla özgün bir biçimde kuşattıkları içindir ki Kantçı, Hegelci, Marksçı... gibi kavramlar oluşturma gereği ortaya çıkmıştır.

Denemenin iki büyük kuramcısı, iki büyük filozof Lukacs ve Adorno bir “biçim” olarak deneme meselesini –elbette filozoflukları ağır basıp mümkün olduğunca az özel isim zikrederek- ele aldıkları klasikleşmiş yazılarında denemenin tam da bu yönünü öne çıkarırlar: Genele karşı tikelin, bütünsel olana karşı kısmi olanın haklarının korunduğu, sistemleştirilmeye-gelmeyenin ifade edilemese de “sahnelendiği” ( “özdeşlik-dışının bilincinin belirmesine izin verir deneme” der Adorno) düşünme tarzının mecrasıdır deneme. Bu yazıların her ikisinin de bir “apoloji” niteliği taşıdıklarını, epey bir zamandır birinci önceliği sistematikleşmek haline gelmiş Alman felsefe geleneği ile “bilim varken bu laf salatalarına ne gerek var” demeye başlayan bir sosyal bilim anlayışının o dönemlerde, bu “melez” türe yönelttiği ağır saldırılara karşı bir cevap niteliği taşıdıklarını hatırlamakta fayda var.

Özetle net sınırlar çizmeyi seven ve öznelliğin payını sıfırlayamasa bile hiç değilse en aza indirmeye gayret eden felsefe ve bilimin düşünme üzerinde tekel kurma iddialarına karşı; öznelliğe ve onun sanattaki en önemli belirtisi olan “üslup”a cevaz veren, hatta bunları teşvik eden deneme, yani tanımlanması, sınırlarının çizilmesi her zaman çok zor olmuş, deyim yerindeyse tanıma sığmazlığı tanımının bir parçası olagelmiş düzyazı türü, başka türlü bir düşünme imkânının mecrası olarak öne çıkarılır her şeyden önce. Adı üstünde, çeşitli fikirlerin kesin bir sonuca, tutarlı bir bütünlüğe ulaşma kaygısı güdülmeksizin, ama söyleme tarzına, yani üsluba da özen göstererek “denendiği” düzyazı türüdür deneme. Ayrıca bir başka melez tür olan roman da, daha çok sanata olduğu kadar fikre de talip olmak istediği 1850-1950 arası dönemde ve özellikle Doğu ve Orta Avrupa edebiyatında sık sık bünyesine deneme unsurları katmıştır: Tolstoy, Thomas Mann, Broch, Musil, Svevo, Proust, Sartre, Pessoa,  daha yakın dönemden de Fowles, Kundera, Berger ilk aklıma gelen örnekler (Bizde de Peyami Safa, bu yönüyle pek gündeme gelmeyen Hüseyin Rahmi Gürpınar –özellikle Niçeci, Şopenhauerci fikirlerle dolu, cumhuriyet döneminde yayınlanan ve pek sevilmeyen Ben Deli miyim?, Utanmaz Adam, Deli Filozof gibi romanlarıyla- ve Tanpınar, çeşitli romanlarında farklı başarı düzeyleriyle bunu denemişlerdir).

Lukacs “Denemenin Doğası ve Biçimi Üzerine” adlı o yazısında denemenin bir başka ayırt edici özelliğinin de “yokluktan yeni şeyler yaratmak yerine bir zamanlar yaşanmış olanı düzenlemek,” bir başka deyişle “daha önce biçim verilmiş bir şeyi konu almak” olduğunu söyler. O yüzden edebiyat ile sanat, denemenin “doğal ve tipik” konularıdır. Yani iki tanımı birleştirirsek, en çok edebiyat ve sanat eserleri (belki bir de buna Montaigne’den esinle “insanlık halleri” diye anılagelmiş, çok eskilere dayanan bir tarihi, yani biçimi olan konuyu ekleyebiliriz ) üzerine fikir geliştirilen formdur demek ki deneme; edebiyatın kendi üzerine tefekküre daldığı formdur tabiri caizse. Eleştirinin ana mecrasının da deneme yazıları olması, eleştiri alanındaki kitapların önemli bir bölümünün incelemeden ziyade denemeler derlemesi niteliği taşıması tesadüf değildir.

2.

Bu tanımlara sıkı sıkıya bağlı kaldığımızda Türkçede deneme adı verilegelmiş yazıların çok büyük bir kısmını elememiz, deneme yazarı olarak bildiğimiz birçok ismi bu adla anmaktan vazgeçmemiz, belki sadece edebiyat ve sanat eleştirmenlerini (onların da az bir kısmını) denemeci saymamız gerekecektir. Zira gördüğümüz gibi Batı’da deneme adı verilen türün gelişiminde en önemli rolü, soyut, gayri şahsi sistematik düşüncenin “totalitarizmine” başkaldırma saiki, “kısmi” olana tam da o sistematik  bütünlüğün rahatını kaçırdığı, o bütünlükte eritilemediği için değer verme saiki rol oynamıştır. Yani öncelikle tek bir bireyin bütününü alımlamasını imkânsız kılacak ölçüde devasa bir sistematik incelemeler külliyatı, ezici bir bilgi “arşiv”i oluşmuş, meşru sayılan bilgi edinme yöntemleri öznelliği gereksiz bir fazlalık görür hale gelecek ölçüde sıkı “nesnel” kurallara bağlanmış olmalıdır ki deneme denen “fikri, zincirlerinden kurtarma” formu ortaya çıkabilsin.

Buradan bakarak Türkiye’nin fikri ve sanatsal hayatıyla ilgili klasik “yokluk teşhisini” burada da koyabiliriz elbette kolayca: Birkaç istisna dışında bizde deneme yoktur, çünkü ağır talepleriyle eli kalem tutan fikir ve edebiyat adamlarını bunaltan öyle bir sistematik bilgi “arşiv”imiz hiç olmamıştır, denebilir pekâla. Yazıya koyduğum başlık “olmayan şeyin tarihi mi olurmuş” gibi yorumlanabilir; ama benim meramım başka, bu değil.  

Denemenin, daha doğrusu nesrin (burada kritik bir sıçrama yapıyorum, farkındayım) seyri bu topraklarda başka türlü olmuştur. Türkçenin 20. yüzyıl öncesinden devraldığı –bilgi mirası şöyle dursun- nesir mirasının bile gerçekten çok zayıf olduğu, bu mirasın büyük bir kısmının da  19. yüzyıla ait olduğu bir vakıadır, “ecdadımız Osmanlıya kötü bir şey mi söyleniyor?” diye her an babalanmaya hazır vaziyette gezinenler dışında herkesin teslim edeceği bir vakıa. Ama ben burada, ardında bu denli zayıf bir birikim olmasına rağmen 20. yüzyılda Türkçe nesir alanında sadece edebiyat tarihçileriyle araştırmacılarının değil günümüzün meraklı edebiyat ve deneme okurlarının da ilgisini hak edecek nitelikte metinler üretmiş şaşırtıcı sayıda yazar olduğunu söylemeye cüret edeceğim. Türkiye’de denemenin tarihinin sağlıklı bir biçimde yazılamayacak olmasının en önde gelen nedeninin de, okurların gazete köşelerinde kalmış bu metinlerin çok büyük bir kısmına hâlâ ulaşamıyor olması olduğunu iddia edeceğim. Şimdi gazeteden devam edelim biraz.

3.

Önce yine malum şeyleri hatırlamakta fayda var: Türkiye’de roman gibi, “deneme” gibi (şimdilik bu tırnak işaretlerine ihtiyaç var) modern edebi formlar, esasen gazetelerde serpilip gelişmiştir. Aslında milliyetçiliğin en büyük tarihçisi Benedict Anderson’dan beri bütün dünyada gazetelerin ve oralarda yayınlanan romanların ulus-devletin ortak dilinin ve “millet” denen muhayyel cemaatlerin oluşumunda ne denli hayati bir rol oynadıklarını biliyoruz (Jusdanis de o harika Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür kitabında bunu Yunanistan üzerinden “kanıtlar”). Ama Türkiye’nin, daha doğrusu günlük gazetelerin yayınlanmaya başladığı 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun konumu özellikle iki bakımdan farklı gibi geliyor bana: Gazeteler burada da ortak ve iletişim değeri yüksek bir dilin ve bunun ürünü olan modern edebi türlerin yerleşmesine katkıda bulunmakla beraber, en azından 20. yüzyıl başlarına kadar milliyetçi bir ideolojinin ve bir milli kimlik oluşumunun hizmetine koşulmuş değillerdir (ama kesinlikle bu ideolojinin “olanaklılık koşulları”nı yarattıkları söylenebilir elbette). İkincisi ve konumuz açısından daha önemlisi, hepsi kendilerine özgü uluslaşma süreçlerinden geçse de İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Rusça gibi büyük Avrupa dillerinin konuşulduğu ülkelerin hepsinde, illaki gazete ve dergi gibi popüler mecralarda olmasa da, zaten çok ciddi bir bilgi ve nesir metni birikimi, bu diller arasında epey yoğun bir çeviri faaliyeti ve bu birikimi sistematikleştirme gayreti veren üniversiter birer felsefe geleneği varken konuştuğu Türkçeyi yüksek eğitimde kullanmayan Osmanlı bu bakımdan ayrıksı bir konumdadır. Medreselerde felsefe-ilahiyat-fen bilimleri eğitimi Arapça verildiği, Türkçeye çeviri yapma ihtiyacı hemen hiç duyulmadığı için (“Acem ve Arap kültürünü bir devre içinde ve geniş bir hamle ile dilimize nakledecekleri yerde, fert sıfatıyle teker teker bu kültürlere gitmeği tercih ettiler. Medrese tahsilini bir nevi lisan tahsili şekline soktular. Bugün Türkçede Arap ve Acem şâirlerinden, tarihçilerinden, mutasavvıflarından hakkıyle tercüme edilmiş elli cilt bulamayız. Altı asır içinde elli cilt” diye yakınır Tanpınar “Tercüme Meselesi” adlı yazısında genelde muhabbet gösterdiği “dedelerimiz”in bu lakaytlığından), Türkçe nesir inanılmaz güdük kalmıştır. Bu yüzden de roman, hikâye, makale, fıkra vs. gibi bütün modern nesir türleri ve bu türlerin kendilerine özgü dili (ve söylemi) bu topraklarda hemen hemen münhasıran gazetelerde oluşturulmuş, akademinin buna katkısı çok sınırlı ve daha çok köstekleyici nitelikte olmuştur. Şu anda Türk edebiyatında roman deyince akla gelen klasiklerin hemen hepsi neredeyse 1960’ların ortalarına kadar önce gazetelerde tefrika edilmiş; konumuz açısından daha önemlisi, deneme türünün kurucuları olarak sayılan Ataç, Tanpınar, Eyüboğlu, Melih Cevdet vs. gibi isimlerin yazılarının çok büyük kısmı, daha uzmanlaşmış bir okur kitlesine hitap eden edebiyat dergilerinde bile değil gazetelerde yayınlanmıştır. Bunlar hep anlatılmıştır, kabaca hepimiz biliriz bilmesine de gazetenin ince düşünmeye, gerçekten fikir geliştirmeye imkân tanımayan ve hep vasata, hatta vasat altına hitap eden bir mecra olduğu fikri (özellikle son yirmi-otuz yılda) haklı nedenlerle o kadar kesin bir kanaat halini almıştır ki deneme gibi düşünceyle edebiyatı buluşturan “yüksek” bir türün numunelerini gazetelerde bulabileceğimize pek aklımız yatmaz (Halbuki Kracauer’in Kitle Süsü kitabındaki müthiş denemeler de 1920’ler ve 30’larda bir gazeteye, Frankfurter Zeitung’a yazılmıştır, ama onları “istisna” sayarız).

Aslında gazete ile fikrin fıtraten birbirine uymadığı hissinin tarihi de eskidir. Mesela Nâzım Hikmet, 30’ların ortalarında Orhan Selim mahlasıyla Akşam ve Tan gazetelerine yazdığı fıkraları sırf geçinmesi gerektiği için yazdığını ara sıra hep belirtip neredeyse özür dileme ihtiyacı duyar, “her gün incir çekirdeğini doldurmayan, düşünceyle alakası olmayan nesneler yazmanın verdiği usanç”tan bahseder. Aslında derdi siyasi fikirlerini açıkça söylemiyor oluşuyladır, yoksa dönemin gündelik hayatının envai çeşit ayrıntısıyla, edebiyat ve sanat meseleleriyle ilgili birçok “fıkrası” bugün yapılacak herhangi bir deneme antolojisine mutlaka alınması gereken güzellik ve derinliktedir. Refik Halid ise sık sık ele aldığı meselenin derinine inmeye çalışıp da hoşça vakit geçirmek isteyen gazete okurunu kaçırmak istemediği için yüzeyde oyalandığı gibi mahcup mazaretler uydurur; halbuki tam da derinlemesine gitmesini değil de yüzeyde kalıp o müthiş gelişkin duyularıyla  akla hayale gelmez şeyler görmesini, kokular ve sesler duymasını, tatlar hissetmesini, olmadık bağlantılar kurup fantaziler geliştirmesini, hep kısmi olanda ısrar etmesini gerektiren kendine özgü düşünme üslubuna sadık kalmaktadır.  Fikir konusunda iddialı olan Peyami Safa ise ”büyük dâvaların derinliğine konuşulacağı yer gazete değil, dergi ve kitaptır” diye kestirip atar 1955’deki bir yazısında. Halbuki o tarihe kadar ciddi bir kısmı modern anlamda deneme türüne de sokulabilecek ve çok büyük bir kısmı gazetelerde ve popüler mecmualarda yayınlanmış makale ve fıkralarında büyüklü küçüklü birçok dava hakkında söz almıştır. 40’ların Sait Faik-Abidin Dino gibi genç nesil edebiyatçılarının, Necip Fazıl’ın  gazete köşelerini işgal etmiş kendilerinden önceki nesilleri “fikirsizlik” ve “meselesizlik”le suçladıkları bilinir. Aslında bu itham o kadar da yeni sayılmaz: Mesela Peyami Safa onlardan birkaç yıl önce, 1936’da çıkardığı Kültür Haftası dergisinin 26 Şubat tarihli 7. Sayısında da “Edebiyatımızın Fikirsizliği” üzerine Hilmi Ziya, Mustafa Şekib, Cahit Sıtkı, Sabri Esat, Mümtaz Turhan, Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal gibi isimlerle yaptığı bir konuşmanın notlarını aktarır; teşhiste herkes hemfikirdir, nedenler konusunda ayrışırlar. Safa, aynı derginin Nisan sayısında da Türk gazetelerinde Meşrutiyet’ten beri Pazar günleri yazılması adet olmuş ve bir kısmı bugün deneme olarak da adlandırılabilecek uzun “musahabe”lere saldırır, “muhtevalarının basitliğini oyuncaklı, süslü, telli pullu bir nahvin [gramerin] dolaşık ifadesinde gizlemeğe çalıştıklarını”, “en yıllanmış fikirleri lüzumsuz hayallerle düzgünlediklerini [süslediklerini]” söyler.

Hiç öyle bir niyetim olmadığı halde hasbelkeder bayağı uzman kesildiğim 1930-1960 dönemi gazetelerinde gerçekten de hiçbir şey söylemeyen, fikir boşluğunu veya sıradanlığını laf kalabalığı ve zevksiz teşbihlerin arkasına gizleyen epey yazı var (Budalalık ve boş kafalılığın rağbet görmesi insanlığın tarihi kadar eski. Sırf eski olduğu için her şeye değer verecek kadar da uzmanlaşmadım çok şükür.) Ama şu anki çölden geriye dönüp baktığımda, o zamanın dava sahibi “mütefekkirlerinin” bizde ezelden beri olmayışından mustarip oldukları için hissetmelerini gayet normal ve makul bulduğum bir sistematiklik ve yöntem arzusu yüzünden  göremediklerini, azımsadıklarını düşündüğüm müthiş bir fikir ve üslup zenginliği görüyorum ben o dönemin -önemli bir kısmı da unutulmuş- yazarlarının fıkra, makale ve musahebelerinde. Denemenin fıtratında olan sınır belirsizliğini göz önünde bulundurursak, ciddi bir kısmı da basbayağı deneme olarak görülebilir bunların. Hiç olmamış bir sistematik düşüncenin zincirlerinden özgürleşme jesti olarak başlamamış olabilir buralarda deneme; gevşek gevşek kanaat beyan edip kötü anlamda üslup paralamak olarak başlayan fıkra ve musahebe geleneğinin, memleketi yeni baştan inşa ederken gerçek ve ağır yurt ve dünya meseleleriyle, Komünizm heyulası ve çok ciddi emperyalizm ve faşizm tehdidiyle hesaplaşmak zorunda kala kala, adeta fikirlerle mıknatıslanmış bir ortamın çekimiyle belli bir biçim ve disiplin kazanmasının sonucu olabilir. Tabii bunu örneklerle ve ciddi bir tarihsel çalışma yaparak sınamak gerekir, şu anda sadece bir fikri “deniyorum”.

Edebiyat ve sanat meselelerinin o dönemin gazetelerinde ne kadar geniş yer tuttuğunu, ne kadar hararetle tartışıldığını, yazarlar hakkında ne kadar çok magazin haberi, karikatür, anekdot yayınlandığını ilk fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Sonra bunu, politik müktesebatım icabı, gazeteler sansür ve baskı yüzünden iç siyaset haber ve analizlerine yer veremeyince edebiyata (ve dış politikaya) abanmışlar, diye yorumlamıştım. Hala da doğru buluyorum bu sezgiyi ama edebiyata ve geleceğine  gösterilen sahici ilgi ve kaygıyı sadece buna bağlayamayız diye düşünüyorum (Bu meseleyi başka bir yerde daha ayrıntılı tartışmayı umuyorum).

O dönem gazetelerinde benim şahsen sadece bir kısmına ulaşabildiğim, ama ciddi ve sistemli çalışan araştırmacılar (ve tabii yayıncılar) ilgi gösterene kadar okur çoğunluğunun ulaşması mümkün olmayan o kadar çok yazı var ki deneme sınırları içinde değerlendirilebilecek: Nurullah Ataç’ın 20’li ve 30’lu yıllarda yazdığı birçok gazete ve dergi yazısı (özellikle de Haber gazetesinde “Hayata Dair” başlığı altında yazdıkları) neden hâlâ kitaplaşmıyor acaba? (Umarım Ataç’ın şiirle ilgili yazılarını 2013’te Şiir, Daima Şiir adıyla kitaplaştıran Şerife Çağın bunlar üzerinde de çalşıyordur). Halide Edib’in, Reşat Nuri’nin, Yakup Kadri’nin ve Nahit Sırrı’nın en az romancılıkları kadar önemli bir denemecilik kariyerleri olduğunu nereden bileceğiz yazıları derlenip kitap halinde sunulmadıkça? Peyami Safa’nın Ötüken’in Objektif dizisine girmemiş daha binlerce yazısının kaderi ne olacak?  Şair Dağlarca’nın Daha üstbaşlıklı aforizma-deneme arası metinleriyle ilgilenecek biri çıkacak mı? Mustafa Şekip Tunç’un, Hilmi Ziya Ülken’in, İsmail Hakkı’nın ve onlar kadar tanınmayan başka felsefecilerin çok sayıda denemesini hatırlayan var mı? Haldun Taner’in, Melih Cevdet’in denemelerinin bir kısmına ulaşabiliyoruz ama özellikle 50’li yıllarda yazdıkları o kadar çok, o kadar kuvvetli yazıları var ki ilgi bekleyen. Reşat Ekrem Koçu’nun epey bir kitabı yeniden basılıyor son dönemlerde, bu güzel tabii ama gazete ve dergilerde kalan yüzlerce yazısı hep gölgede mi kalacak?  Bu isimlerin en azından belli eserlerine ulaşabiliyoruz, bir de tamamen unutulmanın eşiğinde olanlar var. Tan baskını anmaları vesilesiyle adı hep geçse de yazılarını kimselerin bulup da okuyamadığı Sabiha Sertel; artık adı bile geçmeyen, müthiş siyasi ve edebi makaleler de yazmış “röportaj kralı” Naci Sadullah; binlerce siyasi yazının yanı sıra edebiyat, sanat, gündelik hayat, Türkçe, Anadolu kentleri hakkında da birbirinden önemli yüzlerce yazısı olan Hüseyin Cahit Yalçın; hem dilinin güzelliği hem de inanılmaz genişlikte ilgi alanıyla o dönemin tartışmasız en önemli köşe yazarlarından biri olan Vala Nurettin Va-Nu; yüzlerce tiyatro ve kitap eleştirisi, akla gelebilecek her konuda binlerce köşe yazısı yazmış Refi Cevat Ulunay; devrin sokak hayatının nabzını tuttuğu gibi edebiyat hakkında da bazıları çok güzel yazılar yazmış olan Hikmet Feridun Es; yakın dönem Osmanlı hayatının gündelik yaşamı hakkında müthiş bilgilendirici ve Abdülhak Şinasi, Refik Halid gibi nesir ustalarının takdirini kazanacak kadar iyi yazılmış yüzlerce yazı kaleme almış Haluk Şehsuvaroğlu; özellikle Abdülhamit ve Meşrutiyet devri İstanbul hayatı ve matbuatı hakkında çok sayıda ilginç yazısı olan Ercüment Ekrem Talu; tam bir yazı makinesi gibi çalışıp onlarca roman, yüzlerce hikaye, binlerce hüzünlü ve güzel yazı yazdığı halde beş parasız ölen Mahmut Yesari;  artık kısa tariflere sığdırmaya çalışmayacağım Suat Derviş, Sadri Ertem ve Sabri Esat Siyavuşgil gibi daha niceleri... Bunların yanı sıra yakın zamanlarda yazılarından derlenmiş birkaç kitapları yayınlandığı halde yayıncıların muhtemelen okurdan bekledikleri ilgiyi görmediği için diğer yazılarını kitaplaştırmakla ilgilenmediği Sermet Muhtar Alus, Şevket Rado, Malik Aksel, Emil Galip Sandalcı gibi isimler var ki onların durumu da yazıları hiç derlenmemiş olanlardan daha iyi sayılmaz hatırlanmak konusunda.

Okur bu yazarlara gani gani hak ettikleri ilgiyi göstersin göstermesin Türkiye’de gerçekten sağlıklı ve anlamlı bir deneme ve (dolayısıyla) düşünce tarihi yazılabilmesi için bu saydığım isimlerin en azından büyük kısmının yazılarının kitaplaştırılması gerekir. Bu kişilerin yazdıklarının ne ölçüde özgün fikirler içerdiğini, hangilerinin fıkra veya makale sayılıp hangilerine deneme denilebileceğini, hangi temalar üzerine yoğunlaşırken neleri göremediklerini, “körlük ve içgörülerini”, bugüne bir şekilde kalabilmiş olanların onlardan daha değerli şeyler yazdıkları için mi kalabildiklerini, hatırlananların da unutulanların da Batı’nın kanonik deneme yazarlarıyla kıyaslandığında nerede durduklarını vs. serinkanlı bir  değerlendirme ve analize tabi tutmadıkça anlamlı ve yöntemli bir “Türkçede deneme tarihi” yazmak mümkün değil bana kalırsa. Bunlar yapılmadıkça, “kasti sistemsizlik” anlamında değil de “fikirsizliği veya düşünme beceriksizliğini gizleme” anlamında bir deneme de biz ya(z/p)mış oluruz sadece...