“Tüm bu olan biten, kuş bakışıyla, yer kavgası”

Deniz Gezgin: Omurganın övünç, dikelmenin haysiyet sayıldığı yerdeyiz, korkarım sonumuzu da dil getirecek. Yabana atılacak şey değil diye diye mideye indirdiğimiz, iç ettiğimiz ne varsa altında kalacağız…

06 Temmuz 2017 13:54

“Neye, nereye baksa kendini gören suretine baka baka yeri oyan üst üste öznelerden ibaretiz. Adımız, soyumuz, mülkümüz, kimliğimiz, sayısız personamızla külçe gibiyiz. Bu biriciklik de lanetimiz, diğer tüm canlıların dilinden koptuğumuz gibi birbirimizi de anlayamıyoruz. Söz bu yüzden gürültü.”

Deniz Gezgin, Ahraz’dan sonra ikinci bir roman yazdı: Beş yıllık hasretin ardından YerKuşAğı’nı okuduğumda hissettiğim, çok özlediğim birine kavuşmaya benzer bir şey. Bu konuda yalnız olmadığımı sanıyorum.

Deniz, içinde dönenip duranları metnine geçiren, bunu yaparken kendine has bir dünya kuran, okurunu da asla ısrarla değil ama sessiz bir davetle o dünyaya çağıran, uzun süre içinizde dolaşacak hikâyeler anlatan bir yazar…

Gürültünün, kargaşanın, yıkımın ortasında nefes alıp vermeye, yüzümüzü hayata dönmeye çalıştığımız günlerde, YerKuşAğı “içinize sinen beşeri sökmeye”, en azından sizi o beşerle yüzleştirmeye niyet ediyor.

Deniz ile YerKuşAğı’nı konuştuk.

YerKuşAğı, Deniz Gezgin, Sel YayıncılıkSana bu kitabı yazdıran şeyi çok merak ettim. Nasıl bir duygunun, nasıl bir dönemin, nasıl bir ruh halinin içinden çıktı bu roman, hikâye?

Benim için hiç yeni olmayan bir şeyden çıktı YerKuşAğı, kendimi bildim bileli karnımın içinde dalgalanan bir his olarak taşıyordum onu, ağırlığım üzerine düşünüp duruyordum, bir çocuk olarak, başkalarıyla, şeylerle, yerle, eşyayla ilişkilenen bir varlık olarak kapladığım yerden sıkıntı duyuyordum. Ben büyüdükçe bu his de büyüdü, bir korku muydu yoksa soru mu belki her ikisi de. Bunun üzerine düşünmeye başladım önüme hep dil çıkıyordu, bir gramerin ağzı olmaktan nasıl kurtulabilirim, kelimeleri sabitlemeden sesleri boğmadan söze çıkabilir miyim derken yazı da bir itiraz olarak girdi dünyama. Sonra çok üzüldüğümüz şeyler yaşandı, canlılığımızı unutturacak bir yükün altında kaldık, her yeri konuşma sardı. Gürültü bütün duyularımızı esir aldı, hissiz kaldık. Yeni bir şeymiş gibi yaşadığımız bu şeyler aslında çok köklüydü. Ağzımda bir kanat tüyüyle uykumdan sıçradığım bir gece, bunu yazacağım ama öyle ki gürültüye, söze, türümün beni yerli kılan dilsel ayrıcalığına karşı seslerle kuracağım dedim. YerKuşAğı beş yıl önce kendisini bana böylece yazdırmaya başladı.

Bizi doğa ve beşer üzerine düşünmeye iten karanlık bir dönemden geçiyoruz. YerKuşAğı’nı böyle bir dönemde okumak bana hazmetmesi pek de kolay olmayan duygular hissettirdi. Hem üzüldüğüm hem de ucundan kıyısından tutunduğum bir şey oldu bu hikâye. Sen bir yazar olarak dışarıdaki dünyadan nasıl etkilendin/etkileniyorsun? YerKuşAğı biraz da bir yanıt olabilir mi bu cehenneme?

YerKuşAğı’nın bir yanıt olabileceğini hiç düşünmedim ama “dışarısı”, “dünya”, “doğa” ve “insana” dair sonsuzca soruya açıldığını söyleyebilirim. Olan bitenden, o dünya diye oldurduğumuz başlı başına insanca şeyden hırpalandıkça YerKuşAğı’nı bana yazdıran sınıra varmış bulundum. Etrafımdaki her şey, herkes ölüyor da ben hiçbir şey yapamıyormuşum gibi bir hisle, telaş içinde duvardan duvara çarparken önce kendi dilimi ısırdım. Zamanı, şimdiyi olduran dilimi, doğayı çerçeveleyen süsleyen, hayvanları sevgiyle ehlileştirip hizaya çeken, bedenimi eve sığıştırıp tüylerimi döken dilimi burarak bir çileyi çözmeye koyuldum. Bu kadar ileri gitmiş, başı göğe ermişken insandan bir canlıya varabilir miydim? Her devrilen ağaçla, çengellere asılı hayvanlarla, yerinden yurdundan edilen, çocukluğu, ölümü alı konulan sayısız varlıkla besleniyordu utancım. Utanmanın bile iştahla ilgisi vardı. Korkudan geri geri adımlarken başka bir şeylerin yakınına düştüm, uzaklaştıkça bütünlenen bir yere. Ardından daha da geriye ilk ağaca, otlara, yaşamın sularda başladığı zamana dek çekildim, bir ata aramıyordum, tam tersi her türlü soylulaştırmadan kurtulmaktı gayretim. Hayatta olmanın dahası hayatta kalmanın yalınlığını bir başka şeyin, canlının yerine geçmeden kavrayamazdım.

YerKuşAğı’nın kendi içinde bir ritmi, bir akışı var; yavaşlanıyor, hızlanıyor, ama hiç aksamıyor, dursa bile bu da bir şeye denk geliyor. Okurunu da yol aldıkça bu ritme uymaya ikna ediyor, neredeyse hipnotize ederek, metnin bir parçası kılıyor. Metnin kendiliğindenliği beni en çok çarpan şeylerden biri oldu. Nasıl yarattın bu hâli? Niyetlendiğin bir şey miydi? Başta metnin kendisini sana yazdırdığını söyledin. Nasıl ilerledi her şey?

Bu söylediklerin çok etkileyici, YerKuşAğı’nın ritmini öyle tarif ediyorsun ki onu yazarken kapıldığım seslerle birebir örtüşüyor. Duyulmak böyle bir şey olsa gerek. Sanırım bu senin de sözünü ettiğin kendiliğindenlikle ilişkili. Elbette bir hatta pek çok düşünceyle, arayışla, ağrı ve dürtüyle, sayısız soruyla başladım yazmaya fakat söze nasıl çevrileceğini bilmediğim bir akışa kapıldım. Aslında bu Ahraz’da da çok farklı değildi, sağır dilsiz İsrafil’i yazmaya başlamış, birden sırtında dünya yüküyle dolaşan Adile adlı bir kadınla karşı karşıya kalmıştım. YerKuşAğı’nda ise nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu; bir karanlığa düşüp günlerce orada gözlerimin açılmasını beklediğim oldu ya da hiç tanımadığım bir varlığın peşinden tuza vardığım. Yazdıklarım hep ses olarak kalıyordu kulağımda hâlâ öyle. Belki de bu sesleri susarak çağırdım başıma, uzunca bir zaman içe çekildim, otu, taşı, ses veren her şeyi dinledim. Zaten çok zamandır kuşlara kapılmıştım, onlar ne zaman ortaya çıkıyor, nerelere tünüyorsa ben de orada susuyordum. Elbette geride makinelerin, inşaatların, yüksekten düşenlerin, betona çarpanların ve bitmeyecek bir savaşın uğultusuyla vardı bütün sesler. Duyduklarımı yazıyordum, bu arada gürültüye yenik düştüğüm de oldu, bedenimin olan biteni taşıyamadığı zor zamanlar da. Her şeyin sonunda geriye dönüp baktığımda YerKuşAğı’nı bir solukta, hızla değil ama durmamacasına yazdığımı söyleyebilirim, o soluğu yıllarca içimde tutmuş olsam da. Şimdi bunlardan bahsederken ben deyişim, YerKuşAğı’nı kendi üzerimden anlatışımda da yanlış bir şeyler olduğunu seziyorum. Onda benden öte olan şeyle ilgiliyim aslında. Bu yüzden YerKuşAğı’nı yazan olmaktan çok onun bana kendini yazdıran olduğuna inanıyorum.

Ahraz, Deniz Gezgin, Sel YayıncılıkTuz dediğin tam ne senin için? Hem metin anlamında hem de kendi yolculuğunda? YerKuşAğı’nda da beşerden arınmanın yolu olarak çıkıyor karşımıza...

Tuz, en az can suyu kadar hayati değil mi? Hem çözünen hem de çözen olduğundan arı ve arıtan. Yalnızca tatla ilgili değil tüm duyularla ilişkili olmalı ama en çok dille buluşuyor zihnimde. Hem organ hem de bağ olan dilden söz ediyorum. Biri bizi hayvan oluşumuza yaklaştırıyor tuzu yalayan uzvumuz o, diğeri de bizi beşerden kılan tuzla yanan yaramız. Körelmiş hissimizi, duyargalarımızı geri getirecek bir hatırlayışa muhtacız. Bu hatırlayış bana kalırsa bilinçle olacak şey değil yani bu diklikte zor. Karanlıkta görebilen alçakgönüllü varlıklar olduğumuz bir zaman vardı. Burnumuzla yer arasındaki mesafenin henüz açılmadığı o zamanda karıştığımız, karşılaştığımız şeyleri hatırlama olasılığında çözücü imge tuz. İnsan varlığını diğer tüm canlılardan ayırarak kendine mermer beton bir yüzey yarattı. Bu cansız ve sert şeyde ilerlemesi kolaydı. Ellerini kaldırıp iki ayakla yürümeyi akıllıca buldu. Ehlileşerek ve ehlileştirerek çoğalan soyunu doğa sevgisiyle besledi. Bu yüzden doğa dediğimizde insanın olmadığı ama insanca yaratılmışı görüyoruz. Çevrelediği tek varlık insan. Geriye kalanlar yani diriler zaten ona karışık. Omurganın övünç, dikelmenin haysiyet sayıldığı yerdeyiz, korkarım sonumuzu da dil getirecek. Yabana atılacak şey değil diye diye mideye indirdiğimiz, iç ettiğimiz ne varsa altında kalacağız.

“…bunu görecek bir karabatak olmasa bile (…) onun teleğinden bir tüy olsun dönüşüp yaşayacak, belki organsız bir sucul olup soluk alıp verecek” diyorsun bir yerde… Umut mu bu?

Ne umut ne de umutsuzluk, olan ve olacak olan şey, yaşamın doğal döngüsü. Kimileri bunda ölüm görüyor oysa Hagrin’in de söylediği gibi gerçekte insandan başka hayatını kaybeden yok. Öyleyse umuda da ihtiyacımız kalmıyor sanki.

Romanda “yokyer” e doğru bir gidiş var; yokyer neresi? Bir neredelik karşılar mı bahsettiğin şeyi bilmiyorum ama…

Yokyer, yer olmayan dolayısıyla olmayan çünkü oldurulmamış, dil dünyasından uzak. Çocukların, hayvanların, delilerin ve yabanların bildiği, geçebildiği bir eşik. Onlar isterse onun içinde yuva da kurulabilir, oyun da. Öyle bol bereketli capcanlı yersiz bir şey. Duvarların çatlağından uzanan yabani otlar gibi hiç beklenmedik bir yerden de gösterebilir kendini.

Tüm bu olan biten, kuş bakışıyla, yer kavgası” diyorsun. Neredeyse bütün metni sırtında taşıyacak güçte bir cümle bu. Gerçekten o kadar mı?

Kuş bakışıyla “o kadar”. İnsan her şeyin merkezine kendini koyduğundan beri ortak bir yaşamın olağan akışından uzak. Neye, nereye baksa kendini gören suretine baka baka yeri oyan üst üste öznelerden ibaretiz. Adımız, soyumuz, mülkümüz, kimliğimiz, sayısız personamızla külçe gibiyiz. Bu biriciklik de lanetimiz, diğer tüm canlıların dilinden koptuğumuz gibi birbirimizi de anlayamıyoruz. Söz bu yüzden gürültü. Ağzımızdan çıkanı bir kendi kulağımız işitiyor. Hiç unutmuyorum kuşların uykuda da uçabildiklerini haber yapmışlardı. Aynı günlerde her yeri karalanmış bir gök haritası paylaşılıyordu, gökyüzündeki uçak hareketlerini gösteren bir şemaydı bu. Bir an düşündüm epeydir kimse rüyasında uçtuğundan söz etmiyordu. Ve buna hiç şaşmıyorduk. Ağırlık meselesi de buradan geliyor, yere daha güçlü basan kavganın kendince galibi. Dert ediyorum bunu, yeri olanın mutlaka bir yerinden ettiği de olacak.

Peki, bu kavgaya belli bir mesafede durup susmak, yeryüzü “böylesi yüklü ve sıkış tepişken bir şeyleri ezmeden yere basmak” mümkün mü sence?

Dünyada hafifçe var olup da kavgadan sağ çıkmak mümkün mü bilemiyorum, galibiyeti aklına bile düşürmeden hayatta kalmak kastım. Sanırım bedenimizin ve mevcudiyetimizin aldığı bu formla bir şeyleri ezmeden hareket edemeyiz artık. Öyleyse hayal gücümüzü kullanabiliriz ki bunun savaş meydanlarında kahkahalarla küçümsendiğini duyabiliyorum. Bir yeri sahiplenmeden, diğerlerine de yer açarak başka bir şeyin, biz olmayan, bize hiç benzemeyen bir şeyin yerine geçebilirsek, dönüşürsek, sayıklamaktan kurtulur, gürültüden çıkabiliriz. Belki gerçekte ve ancak böyle düşünebiliriz, gezinerek, yerimizde batmadan.

Elbette bu bir devam romanı değil ama aynı anneden doğdukları için kardeş metinler, senin kendine has dilinden mürekkep, aynı denize dökülen iki nehir. Bu kitap Ahraz okuruna ne diyecek sence?

Bu temasın sonuçlarını ben de merakla bekliyorum. Ahraz okurla, beni tamamen dışarıda bırakan kendi meşrebince bir ilişki kurdu ki başından beri en büyük arzum buydu. Ahraz’ın bir uzvu olabilecek şaşırtıcı e-postalar aldım, çoğu çekingen, isimsiz, benimle tanışmaya can atan değil İsrafil’e, Adile’ye, Mavi’ye seslenen kendi başına metinlerdi. Çok etkilendim, bir başıma gördüğümü başkaları da görmüştü demek. Bu, kitabınız çok iyi denmesinden daha kıymetliydi benim için. YerKuşAğı’nın yayımlanmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmişken görebildiğim, ilk karşılaşmada Ahraz okurunda bir şaşkınlık uyandırdığı. Genel olarak duyduğum YerKuşAğı’nın Ahraz’a hem hiç benzemediği hem de senin de tarifine uygun olarak “aynı denize döküldüğü”. Bu bana Ahraz’daki buluşmayı anımsattı, bir aile olmadan kansız kaynaşmayı, benzemeden, çiftleşmeden başka biçimde dolanıp dolaşmayı. Bunun yanında YerKuşAğı’nın zor bir dili olduğunu da şimdiden çokça duydum. İçine girmenin de çıkmanın da zor olduğunu söyleyenler oldu. Hatta YerKuşAğı hakkında çıkan ilk yazıda, Erdem Şimşek okuru ilk yirmi sayfa hakkında uyarma nezaketi göstermiş. Bunu öngörüyor muydum? Evet. YerKuşAğı’nı yazmayı bitirdikten sonra aylarca kenarda beklettim. Bir yangıyla yazmıştım, yatışıp bir daha gözden geçirmeden yayımlanmasını istemedim. Ancak uzunca zaman sonra ilk elime aldığımda girişteki o “zorluğu” görmeme karşın tek bir sesi bile yerinden oynatmak istemedim. Sanıyorum bu YerKuşAğı’nı okuyup bitirenlerle aramızda kalacak, sır değil ama dile getirilemez bir şey.

Peki, şimdi sırada ne var? En azından hayalinde? Neyin kuluçkasına yatacaksın?

Bir kitabı bitirip hemen ardından yeni bir şey yazmaya başlayamıyorum, durmam, duymam gerekiyor. Zaten biraz içe kapanık biriyim bir şey yazarken buna daha çok ihtiyaç duyuyorum. Ardından hiç değilse zihinsel olarak dolaşmam, etrafı görmeye çıkmam gerekiyor. Yazılanın gölgesi de bir süre peşimi bırakmıyor zaten. Buna karşın YerKuşAğı’nı yazmayı yayımından epey önce tamamladım ve bu defa farklı olarak YerKuşAğı beni uyanıp uyanıp bir şeyler karalamaya itti. Bunlardan ne çıkar, neye dönüşür bilemiyorum. Hayalimi sormuşsun, çok tuhaf, bir süredir gözlerimi yumunca yazacağım şeyi değil bir çeşit yeşermeyi görüp duyuyorum. Bu yazılır mı bilmiyorum. Çok nefessiz kaldığımız zamanlar, ne su, ne hava kendi varlığıyla yaşantılarımıza giremiyor, her şey giyinik, bu hâlde yazmak da can havliyle oluyor.