Graham Allison, Tukidides’i nasıl anlar, günümüz dünyasına nasıl aktarır? ABD ve Çin ilişkileriyle alakası nedir?
26 Ekim 2017 13:50
Destined for War: Can America and China Escape Thucydides's Trap? (Savaşa Gidenler: Amerika ve Çin Tukidides Tuzağından Kurtulabilecek mi?) Graham Allison’ın (77) beş yıllık çalışmasının ürünü. Kitap bu yıl Mayıs sonunda piyasaya çıktı ve kısa sürede ABD’de en çok satanlar listesine girdi. “Tukidides Tuzağı” aynı zamanda, Allison’ın başkanlığında, Harvard Kennedy School’a bağlı Belfer Merkezi’nde konuyla ilgili yürütülen projenin de adı. Kitap ve proje öylesine ses getirdi ki, Allison Mayıs 2017'de, gelen bir davet üzerine, kontrat, resmî belge, doküman vb. dışında pek bir şey okumadığı ortada olan Trump’ın ev sahipliğindeki Beyaz Saray’da, konu ile ilgili bir brifing verdi. ABD Savunma Bakanı James Mattis ve ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı H. R. McMaster’ın, kitaba ilhamını veren Antik Yunanlı tarihçi Tukidides’i okuduğunu biliyoruz. Mattis bir konuşmasında, McMaster ise New York Times’a yazdığı bir yazıda, devletlerin neden çatıştığı üzerine Tukidides’in “Melian Diyaloğu”ndan alıntı yaparak üç sebebi şöyle sıraladılar: korku, onur ve menfaat.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, henüz Kasım 2013’de, içlerinde eski Birleşik Krallık başbakanı Gordon Brown, eski İtalya Başbakanı Mario Monti ve bir grup Batılı milyarderin bulunduğu bir kafilenin Beijing’i ziyareti sırasında, düzenlediği davette “Tukidides tuzağından kaçınmak için hep birlikte çalışmalıyız” dediğini biliyoruz. 2015’te ABD gezisi sırasında Seattle’da yaptığı konuşmada “Dünyada Tukidides tuzağı diye bir şey yok. Fakat büyük devletler birbiri ardına yanlış stratejik hesaplar yüzünden, hatalar yapıp, kendilerini bu gibi tuzaklara düşürürler” diyerek ikinci kez Allison’ın ortaya attığı kavrama referans verdi. Çin’in eski Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi Wang Xuexian’da Tukidides tuzağından haberdar olan Çinli devlet adamlarından. Kitap şu sıralar Çin’de Politbüro’da üyelerin favori kitaplar listesinde.
Bu yaz Harvard Kennedy School’da Allison’la beraber, Pulitzer Ödüllü (2003) bir yazar- akademisyen de olan, ABD eski Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi Samantha Power ve akademisyen- tarihçi Niall Ferguson’ın katıldığı, Allison’ın kitabı üzerine bir panel düzenlendi. Geçtiğimiz günlerde de New York’ta, kendisi de Çin üzerine bir kitap yazmış olan, Allison’ın hocası, Çin’e 1970’lerde ilk resmî ziyarette bulunarak ABD- Çin diplomatik ilişkilerini başlatan, tarihin gördüğü en büyük diplomatlardan Henry Kissinger (94) ve Allison’ın bir araya gelip kitap ve günümüz ABD- Çin ilişkileri üzerine konuştuğu bir toplantı tertip edildi.
Peki kimdir bu Tukidides, nasıl bir tuzaktır bu? Allison, Tukidides’i nasıl anlar, günümüz dünyasına nasıl aktarır? ABD ve Çin ilişkileriyle alakası nedir?
Tukidides (MÖ 460-395), Atina ve Sparta arasında milattan önce 5'inci yüzyılda yıllarca süren ve büyük bir yıkımla sonuçlanan Peleponnes Savaşları’nın tarihini yazan antik yunanlı tarihçi. Bizim bildiğimiz anlamda tarihi, yani tarihsel kanıtları bir araya getirerek, olguların nasıl ve neden olduğunu ve etkilerini analiz eden ilk yazar. Birçokları, yazdığı tarihe söylence ve rivayet de katan Herodot yerine “tarihin babası” unvanını Tukidides’e veriyor. Yine birçok modern tarihçi ve siyaset bilimci için, tarihî realiteye uygun olmasa da (anakronik), realpolitikin de kurucusu o. Peki Tukidides için bu savaşın önemi ne?
Leo Strauss, Tukidides’in Peleponnes Savaşları Tarihi’ni yazmadaki amacını kitabın ilk cildinde belirttiğini söylüyor; “Gelmiş geçmiş en büyük Yunan savaşı olduğunu düşündüğüm için yazdım”. Kitabın zamandan azade bir etkisi olacağını ekliyor; “Eserimi yalnızca şimdi takdir kazanacak bir metin olarak değil, tüm zamanlara hâkim olacak şekilde yazdım”. Tukidides güç ilişkilerinin nihai formu olduğunu düşündüğü savaş ve Yunan savaşlarının en büyüğü olduğunu düşündüğü Peleponnes savaşları üzerine yazıyor. Savaş en büyük harekettir. En büyük Yunan savaşı bir zamanlar Yunanlıların da içinde yaşadığı barbarlığın yanı sıra Yunanlılığı yani inceliği, nizamı ve cesareti de içinde barındırıyor. En büyük Yunan savaşı, aynı zamanda, tarafların en zengin ve en güçlü olduğu noktayı temsil ediyor. Medeniyet, barbarlık, en büyük güç, en büyük hareket ve güç ilişkilerinin nihai hâli. Tukidides’in evrensel olma iddiasının arkasında bunlar yatıyor.
Graham Allison, Tukidides’in Peleponnes Savaşları Tarihi’nden sıklıkla alıntılanan bir cümleden, yine bir evrensellik iddiası ile Tukidides Tuzağı dediği bir büyük fikir yaratıyor; “Atina’nın yükselişi ve bunun Sparta’ya aşıladığı korku savaşı kaçınılmaz hâle getirdi.” Allison, güç ilişkilerini politikanın başlıca belirleyeni olarak alıp, Batı siyasal düşüncesinde yaygın kabul gören savaşın önceliği teziyle dış politikayı değerlendiriyor. Tarih boyunca yükselen büyük bir güç ve hâlihazırda var olan bir büyük gücün karşılaşmasının savaşı kaçınılmaz hâle getirdiğini söylüyor. 1500 yılından başlayarak, günümüze kadar yaklaşımında ortaya koyduğuna benzer 16 durum tespit ediyor ve bunlardan yalnızca dördünde tarafların savaştan sıyrılabildiğini, 12’sinin ise savaşla sonuçlandığını belirtiyor. ABD ve Çin ise günümüzde, tarif ettiği durumun iki tarafını meydana getiriyor. Yükselen Çin ve kurulu güç ABD’nin menfaatlerinin çelişmesi bir hayli olası ve taraflar niyet etmese de savaşın kaçınılmaz olduğu bir aşamaya gelebilirler. İşte bu durum Allison’ın “Tukidides Tuzağı” dediği duruma tekabül ediyor. Peki, egemen süper güç ABD ve yükselen süper güç Çin savaştan nasıl kaçınabilir? Allison, kitapta, bağımsız değişken olarak aldığı bir gücün yükselmesi ve dengeleri bozması (nüfuz, üstünlük, liderlik) ve bağımlı değişken olarak aldığı savaş etrafında bu soruya cevaplar arıyor. Çin’i (yükselen Atina) ekonomik durum, bilimsel ilerleme, teknik ve örgütsel altyapı gibi konularda objektif göstergeleri baz alarak değerlendirmeye tabii tutuyor ve gücün subjektif algılama biçimlerini (Sparta’ya aşıladığı korku) anlamaya çalışıyor. Çin’in diplomatik yaklaşımlarını analiz ediyor ve savaştan kaçınmak için tavsiyelerde bulunuyor.
Allison’ın, Çin’in diplomasisini anlamak içinse başlıca kaynakları Henry Kissinger ve yaşadığı dönemde Allison’ın yakın arkadaşı olan, dünyanın en önemli Çin gözlemcisi olduğunu söylediği Singapur’un kurucusu ve ilk başbakanı (1959-1990) Lee Kuan Yew (1923-2015). Çin’in diplomatik yaklaşımlarını anlamada diğer referansı ise bu iki isim kadar parlak değil.
ABD ve Çin’in farklı diplomatik yaklaşımlarını tespit etmek için, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması’nda (1996) ortaya koyduğu Konfüçyusçu medeniyet tezi üzerinden, bu uzak kültürün, ayırt edici özelliklerini inceliyor. Batı Medeniyeti- Konfüçyüsçü Medeniyet ikiliğinden hareket ediyor. Hatırlayalım; Huntington savaş sonrası dünyada temel ihtilafların Batı ile Konfüçyüsçü dediği uzak doğu kültürleri ve İslam arasında yaşanacağı kehanetinde bulunuyordu. Konfüçyüsçü kültürü, liberal Batı demokrasileriyle tamamıyla çelişen bir yapı olarak görüyordu. Allison kitabında, Huntington’ın tezinin günümüz siyasal doğruluğuna (politically correctness) kurban edildiğini buyuruyor. Hâlbuki, Huntington’ın bu tezi, diplomatik tarihi anlamasını, Çin’in diplomasi pratiklerini, sözüm ona Konfüçyüsçü kültürel kalıplarla açıklayıp, onların yansıması olarak ele aldığından, aksine zorlaştırıyor. Hâl böyle olunca, esasında diplomasi tarihinden kesitlerle ortaya koymaya çalıştığı Çin’in stratejik yaklaşımları, yalnızca medeniyetler arası farkı özcü bir biçimde ortaya koyan bir argümanı haklılaştırma işlevi görüyor. Başka bir deyişle, yaklaşımı, tersine, diplomatik yaklaşımlardaki farklılıkları ortaya koymak için kullanılan kültürel referansların, diplomasi tarihinden örneklerle doğruluğunun sınanması hâlini alıyor ve ciddi bir diplomatik yaklaşım farklılığı olduğuna dair temel tezini de zayıflatıyor. Bu tip bir yaklaşım ayrıca, çerçevesini ortaya koyduğu kültürel kalıpların, Çin’de başa gelen her yönetim için, bilinçli ya da bilinçsiz, temel bir referans teşkil ettiğini varsayıyor. Sabit olduğunu ve politik eyleme temel teşkil ettiğini varsaydığı kültürel kalıpları ön plana koyarak, diplomatik ilişkilerin temel belirleyicisi olan stratejik planlar, manevralar, konjonktürel gelişmeler ve bu gelişmelere bağlı şekillenen stabil olmayan menfaat ilişkileri ve ittifakları, bu kalıplara tabi kılıyor, ikincil hâle getiriyor ve böylece farkında olmadan önemsizleştiriyor. Burada ikna edici tek kültürel argüman M.Ö. 6’ıncı yüzyılda yaşamış olan ünlü askerî stratejist Sun Tzu’nun etkisi. Ancak bilindiği gibi Sun Tzu’nun etkisi Çin’in kültür dairesini aşmış durumda. Bugün birçok üniversitede kitabı Savaş Sanatı işletme, iktisat, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanlarında strateji ile ilgili derslerde Machiavelli’nin Hükümdar’ı ile birlikte temel okumalar arasında. Dolayısıyla Sun Tzu’nun söyledikleri bir ABD’li, bir İngiliz veya bir Mısırlı için de referans olabilir. Kültürel ögeler, politik karar almada bir belirleyici olarak alınırsa, Çinlilerin, tıpkı İtalyanların Machiavelli’yi içselleştirmesi gibi Sun Tzu’yu diğer toplumlara göre daha fazla içselleştirdiği tespiti yapılabilir.
Allison, toplam üretim, otomobil üretimi, milyarder sayısı, en geniş orta sınıf, yapay zekâ araştırmaları, patent başvurusu, en hızlı süper bilgisayar ve gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) gibi başlıklarda Çin’in hâlihazırda dünya lideri olduğunu rakamlarla gösteriyor. IMF tahminlerine göre, 2024 yılında ABD’nin GSYH’sinin 25.093 dolar olması beklenirken Çin’de bu rakamın 35.596 olduğunu ekliyor. Son üç yıldır ABD basınında Çin ekonomisinin yavaşladığı, ABD’de de ise bir iyileşme olduğu yönünde haberler çıkıyor. Hâlbuki yavaşladığı dönemde dahi Çin her yıl ABD’den üç kat fazla büyüme oranına sahip. Bunların yanı sıra, Çin, dünyanın en büyük akıllı telefon pazarı, en büyük e-ticaret pazarı ve en fazla internet kullanıcısının bulunduğu ülke. Silikon Vadisi’nin Google ve Facebook gibi dünyanın geri kalanının temel dijital ihtiyaçlarını karşılayan hizmetleri sunan büyük şirketlerinin Çin pazarında yer almasına Beijing yönetimi müsaade etmiyor, Çinlilere bu alanlarda hizmet eden Çinli şirketlerin kurulmasını teşvik ediyor ve dünyanın bu en büyük dijital pazarına ABD’li şirketlerin girmesine engel oluyor. ABD için en vurucusu 2008 dünya finansal krizinden sonra, Çin’in günümüze kadar dünyanın büyüme motoru olmaya devam ettiği gerçeği. Günümüzde Çin ve Hindistan ekonomileri Asya’da birbiriyle rekabet eder gözüküyor. Ancak kriz sonrası (2009) Çin her yıl, en az Hindistan’ın GSYH’si toplamı kadar büyüdü. Dolayısıyla Çin ve Hindistan’ı bu çerçevede karşılaştırmak Çin’in yükselişini küçük görmek anlamına geliyor, gerçeği yansıtmıyor.
İngilizcede 16’ncı yüzyıldan itibaren kullanılan Fransızcadan tercüme bir söz vardır; “Roma bir günde kurulmadı”. Çin her iki haftada bir Roma kuruyor. 2011- 2013 yılları arasında Çin’in ürettiği ve kullandığı toplam çimento miktarı ABD’nin 20’inci yüzyıl boyunca üretip kullandığından daha fazla.
Yukarıda sayılanlar gibi birçok rakamla, ikna edici bir biçimde, Allison Çin’in yükselişini ortaya koyuyor. Ancak dünya tarihinin gördüğü bu en büyük oyuncunun sorunlarını görmezden geliyor, üzerinde durmuyor. Bu, kitabın okuyucuyu ikna edeyim derken, kasıtlı seçtiği birtakım göstergeleri öne çıkartarak ekonomik kırılganlığa neden olma potansiyeli olan sorunları sakladığı hissi veriyor, şüphe uyandırıyor.
Çin, artan borç yükü, son üç yılda azalan büyüme hızı, gölge bankacılık, gayrimenkul balonu, aşırı kapasite ağır sanayi üretimi, yıkıcı çevre felaketleri gibi Amerikalılara da tanıdık gelen ciddi sorunlarla yüzleşiyor. Ancak Allison bu sorunları seçmeci bir yaklaşımla, es geçiyor.
2005 yılından itibaren ivme kazanan Çin’in muazzam ekonomik yükselişinin politik yansımaları neler? Çin ve ABD ne gibi konularda çatışıyor ya da çatışabilir?
“Make China Great Again”, Başkan Xi Jinping göreve geldiğinde ortaya koyduğu vizyonu böyle ifade etti. Ronald Reagan’ın 1980’deki başkanlık seçiminde ortaya attığı, sonrasında ABD başkanlık seçimlerinde birkaç kez daha kullanılan ve 2016’da Trump’ın kampanyasında ikinci kez Cumhuriyetçi bir adayın kampanyasının temel sloganı olan “Make America Great Again” anlaşılan Xi Jinping’in de hoşuna gitmiş. Başkan Jinping’in ortaya attığı sloganın içeriğini Allison dört maddeyle özetliyor; Çin’in, tarihsel etki alanı olduğunu düşündüğü Asya’daki nüfuzunu yeniden tesis etmek, Büyük Çin denilen, Hong Kong, Tayvan ve Macau’nun dâhil olduğu sınırları yeniden kontrol etmek, Başta Güney Çin Denizi olmak üzere komşu denizlerdeki hâkimiyetini tesis etmek ve diğer büyük güçlerin bu politikaya saygı duymalarını sağlamak.
Başkan Xi Jinping ortaya koyduğu hedeflere ulaşmak için belirli stratejileri adım adım uygulayabilen, soğukkanlı bir adam. Ölümünden önce Lee Kuan Yew, onu Nelson Mandela gibi insanlar arasına koyuyorum diyor ve şahsi sorunlarının, muhakemesini ve sağduyusunu etkilemesine izin vermeyen, olağanüstü duygusal tutarlılığa sahip, etkileyici birisi olarak tanımlıyordu.
Öncelikle şunu söylemek gerekir; Çin’in elit liderler grubu, tarihsel etki alanını çok iyi bir biçimde anlayıp, tanımlamış durumda. Tarihsel etki alanı olarak ortaya koyduğu bölgede ABD’nin askeri varlığı, ekonomik nüfuzu ve müttefiklerinin mevcudiyeti, Çin’in vizyonunu uygulamaya geçirmesine nedensel kısıtlar koyuyor. Çin dış politikada askerî ve politik müdahalelerden kaçınıp, ekonomik etkisini artırmak yoluna gidiyor. Böylece rakiplerini savaşmadan elimine edebiliyor. Allison, ABD’li politik karar alıcıların, ABD’den farklı stratejik yaklaşımları olan Çin’i kendileri gibi hareket edecek bir ülke olarak görmekten vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor. Benzer yaklaşımlara sahip olmasının da aksine bir felakete sebep olabileceğini ekliyor. Politik karar almadaki yaklaşımlarda herhangi bir yakınsama olur, Çin, dünyayı ABD gibi görürse savaş ihtimalinin daha da artacağı tespitini yapıyor.
Xi Jinping önderliğindeki Çin’in ABD ile yaşadığı en temel sorunlardan biri Güney Çin Denizi’ndeki ABD donanma ve uçaklarının varlığı. Bu sorun Çin için güvenlik ve altyapı ile ilgili. Allison, konu ile ilgili Kissinger’ın görüşlerine başvuruyor. Kissinger’a göre Çin, ABD’yi Güney Çin Denizi’nden tutabildiği kadar uzakta tutmak istiyor. Burada ayrıca iki ülkenin farklı tarih yorumlarının soruna neden olduğunu belirtiyor. Çin’e göre bu deniz uluslararası değil, tarihte kendisinin etki alanında olan bir yer. ABD’ye göre ise uluslararası sular dâhilinde, dolayısıyla orada varlık göstermek herhangi bir ülkenin iznine tabi değil. Dolayısıyla Çin bunu kendi etki alanına bir ihlal olarak algılarken, ABD uluslararası hukuk açısından askerî varlığının bir sorun teşkil etmediğini düşünüyor. Çin’in, Güney Çin Denizi’ne yapay ada projesi öte yandan devam ediyor. ABD’nin Hawai ile birlikte en eski sömürgesi ve bugün (1898-1946) müttefiki olan ve tarafların karşılıklı anlaşmalarından doğan askerî yükümlülükler taşıyan Filipinler de artan Çin etkisinden rahatsız. Bilhassa Çin’in yapay ada projesine karşı Vietnam’la birlikte provokatif reaksiyonlar veriyor. Bunun yanı sıra, Xi Jinping göreve geldikten kısa bir süre sonra Çin’in başlattığı yeni ticarî yollar yapma girişimi için de ABD askerî varlığı, Çin tarafından tehdit olarak algılanıyor. Yeni İpek Yolu yapma girişimi olarak görülen proje Macaristan ve Polonya’ya kadar uzanıyor ve çok geniş bir coğrafyada ciddi bir ekonomik etki yaratacak kapasitede. Çin, ABD’ye projeye dâhil olması için teklifte bulundu ancak ABD teklifi reddetti. Kissinger bunun bir hata olduğunu ve ABD’nin bu hatadan bir an evvel dönüp projeye dâhil olması gerektiğini belirtiyor.
ABD ve Çin’i karşı karşıya getirme potansiyeli olan bütün meselelerde üçüncü bir tarafın veya tarafların dahli söz konusu. Çin, Asya’daki etki alanını yeniden inşa etmenin peşindeyken, bölgede karşısına Güney Kore, Japonya, Filipinler, Avustralya gibi ABD müttefikleri çıkıyor. Tayvan konusunu ise Çin bir iç mesele olarak görüyor. Büyük Çin’i yeniden canlandırma projesinin tamamıyla gerçekleşebilmesi için birçok Çinli, Tayvan’ın bir an evvel anakaraya katılmasını istiyor. Bu anlamda Çinli yöneticiler halktan konu ile ilgili baskı görüyor. Allison kitabında Tayvan’ın özgürlüğünün savunulmasından taviz vermeyi tavsiye etmiyor ama aksi yönde bir şey de söylemiyor.
Kuzey Kore ise şu sıralar bölgedeki en canlı sorunun baş aktörü. Çin’in Kuzey Kore ile 1961’de imzaladığı karşılıklı yardım ve iş birliği anlaşması bağlayıcılığını koruyor. Son olarak Çin, Kuzey Kore savaşı başlatan taraf olursa tarafsız kalacağını, ABD ve Güney Kore başlattığı takdirde, Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğine müsaade etmeyeceğini bildirdi. Bu yaklaşım hem Kuzey Kore’ye fevri olmaması için sert bir uyarı hem de ABD ve Güney Kore’ye müdahaleci olmamaları gerektiği yönünde bir gözdağı niteliğinde. Haberlere yansıyan aktüalitenin ötesine geçip büyük resmi görmek gerek. ABD- Kuzey Kore gerilimi olarak yansıyan durum ABD- Çin arasındaki adı henüz net olarak konmamış ihtilafın yalnızca bir veçhesini oluşturuyor. Bu anlamda, “Tukidides Tuzağı” ile Allison 21’inci yüzyılın politik tartışmalarını belirleyeceğini düşündüğü bu çatışmaya bir isim vererek vaftiz babalığı yapıyor.
Denizlerde kazara çıkacak bir donanma çarpışması, Tayvan veya Kuzey Kore gibi üçüncü bir tarafla ilgili bir anlaşmazlık veya üçüncü bir tarafın gerçekleştireceği bir siber saldırının neden olacağı bir yanlış anlama, iki tarafın niyetlerinden bağımsız, savaşın tetikleyicisi olabilir.
ABD dolarının hâlâ dünyadaki rezerv para olması, anadili İngilizcenin bilim dili olması, en yakın takipçisi ile dahi kıyaslanamayacak kadar büyük ve teknolojik olarak gelişmiş ordusunun mevcudiyeti ve Çin’in etki alanı olarak gördüğü bölgede müttefiklerinin varlığı, ABD’nin Çin karşısında başlıca avantajları olarak sayılabilir. Ancak Allison, ABD ordusunun 1945’ten sonra, Kuveyt’in bağımsızlığı ile sonuçlanan 1991 Körfez Savaşı dışında hiçbir mutlak sıcak çatışma başarısı olmadığının altını çiziyor.
Öyle görünüyor ki, 1945’ten sonra içinde yaşadığımız dünyanın uluslararası kurallarını tek başına belirleyen ABD, Çin ile kuralları yeniden müzakere ederek yazmak zorunda kalacak. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası kurumlar aracılığıyla, egemenlik alanını, kendi siyasî sınırlarının ötesine meşru biçimde taşımayı beceren ABD, uluslararası kurumlardaki dominasyonunu az da olsa kaybetti, kaybediyor. Çin, Birleşmiş Milletler’de barışı korumak amaçlı dünyanın çatışmalı bölgelerinde 3000 asker bulunduruyor ve 8000 asker daha göndereceğini bildirdi. Ayrıca, Birleşmiş Milletler’in barışı korumak için kullandığı bütçenin yaklaşık %11’ini de karşılıyor. Çin’in BM içindeki artan etkisi bu kurumu ya dönüştürecek ya da ortadan kalkmasına neden olacağa benziyor. Yakın zamana kadar uluslararası kurumlar, devletler üstü yapılar olarak devletin varlığına tehdit olarak görülüyordu ancak tersine birden fazla devletin kendi topraklarındaki egemenlik hakkını domestik taleplerle uyumlu olarak dış müdahale olmaksızın tatbik etme isteği ve bu hakkı kendi siyasî sınırları dışına yani belirli bir etki alanına doğru genişletme hırsları, bu kurumların ciddi bir biçimde değişmesine veya ortadan kalkmasına neden olacak gibi gözüküyor. Yeni birtakım uluslararası kurumlar ise stabil olmayan güç ilişkileri ve ittifaklar ile ortaya çıkıp, şekillenecektir. Bu noktada, ABD ve Çin en büyük iki aktör olarak karşımıza çıkıyor.
Allison, Çin’in, iki güneşin olduğu bir dünya fikrini veya ABD’nin, muhtemelen kendisinden daha üstün bir süper gücün varlığını kabul edip, onunla birlikte yaşamayı rasyonalize etmesi daha mı zor diye soruyor. Bu rasyonalizasyonu sağlamak için iki tarafın da en parlak beyinlerinin işe koyulması gerektiğini belirtiyor. Ancak Washington’ın bu sorunla baş etmek için henüz yeterli hazırlığı olmadığını söylüyor.
Son olarak Allison, Hollywood’da ABD-Çin savaşı üzerine bir film çekilse ABD başkanını Trump’tan daha iyi oynayacak bir aktörün bulunamayacağını söylüyor. Her konuda önce Çin’i suçlamayı şiar edinmiş olan Trump savaşa neden olur ve böyle bir film gişe rekorları kırar. Trump’ın yaklaşımını, 80’lerde başarılı bir işadamı iken yazmış olduğu Trump: Art of Deal kitabında bahsettiği müzakere taktiğiyle açıklamak mümkün. Trump, olabilecek en sert yoldan tartışmaya girip, karşı tarafa kararlı olduğunu gösterip sonra müzakere ediyor. Trump’ın kitabını okumanın keyifli bir entelektüel aktivite olmadığına şüphe yok ama kitap dünyanın şimdilik en güçlü adamının nasıl düşündüğünü görmek için oldukça iyi bir rehber. Sıkı müzakere yaptığını söyleyen Trump, “Önce Amerika” sloganıyla Trans Atlantik Ticaret Anlaşması’nı rafa kaldırıyor, Paris İklim Anlaşması’ndan çekiliyor, ülkesini izole ediyor, meydanı Çin’e bırakıyor. Sun Tzu’ya karşı, Puriten İngiltere’den, devrimci ve federalist Amerika’ya, cumhuriyetçi politikacıların ve siyasî düşünürlerin, fikirlerini ve stratejik yaklaşımlarını benimsediğini bildiğimiz Machiavelli’yi ve meşhur öğütlerinden birini, Trump’a birileri hatırlatmalı: “Etrafına kale duvarları örmek tehlikelidir.”