Tuğrul Eryılmaz: Spor okunuyor, ekonomi koyunca bankalar reklam veriyor, şuradan para geliyor diye diye her şey küçüldü. Patrona para kazandırmak için yapıldı bunlar ama olan gazetelere oldu
06 Aralık 2018 14:15
Gazeteci Asu Maro’nun mesleğin duayen isimlerinden Tuğrul Eryılmaz’la gerçekleştirdiği söyleşi kitabı 68’li ve Gazeteci okurla buluştu. Tuğrul Eryılmaz, 1950’li yıllardan başlayarak Diyarbakır, İzmir, Ankara, Londra ve İstanbul’da geçen hayatının önemli duraklarını paylaşıyor okurla. Ama bu hatırat hiç de kişisel değil. Eryılmaz, yaşadığı her kentle kurduğu ilişkiyi, dönemin tarihsel ve toplumsal dinamikleriyle bezeyerek anlatıyor. Yalnızca, 68’in devrimci gençlik önderlerinin ya da medyanın önde gelen isimlerinin değil, 50’lerin Diyarbakır’ının, 70’lerin Londra’sının ruhunu da taşıyor Eryılmaz’ın anlattıkları. Ve tabii geride kalan 40 yılda Türkiye’de medyanın geldiği yeri, İstanbul fonuna yerleştirerek anlatmayı da ihmal etmiyor. Eryılmaz’ın yaptığı, bir tür "sivil" tarih anlatıcılığı. Onunla çalışanların hitap etmesi gerektiği gibi söylersek, “Tuğrul Bey” ile hem kitabı konuştuk hem de Türkiye’de kültür-sanat gazeteciliğinin geldiği noktayı masaya yatırdık.
Kitabın sunuş bölümünde Asu Maro, sizinle bir nehir söyleşi yapma fikrinin hep olduğunu söylüyor ama siz buna nasıl ikna oldunuz?
Basının içinde bulunduğu durumdan o kadar rahatsızım ki anlatamam. O zaman “Bir yerinden bu işe takılabilir miyim, bir katkım olur mu” diye düşünüyordum. Böyle bir şeyin iyi olacağını düşündük. Yıldırım Türker’in kafasında böyle bir fikir oluştu. Asu da buna zaten gönüllüydü. Böyle bir şey yapacaksam sadece Asu Maro ile yapabilirdim ve yaptık. İnsan olarak solculuğu anlatmak istedim aslında…
Oldukça geniş bir zamana yayılmış söyleşiler. Başlık başlık mı ilerlediniz yoksa akış mı belirledi kitabın içeriğini?
Akış belirleyecekti ama Asu çok zekice bir şey yaptı ve “Bunu kent kent mi düşünsek” dedi. Diyarbakır, Ankara, Londra, İstanbul, İzmir ne haltsa. Kitabın bütün kurgusu Asu Maro’ya ait. O benden ne koparacağını biliyordu. İletişim’de de iyi bir editöre denk geldik. Kıvanç Koçak’a… Bana kalan abuk sabuk konuşmak oldu.
Bazı insanların tarihsel karakterler olduğunu bilirsiniz ama onlar bunu anlatmadan göremezsiniz ya da birileri onları bu bağlama oturtmadan. 50’li yıllarda Diyarbakır’dan başlayarak ülkenin politik, ekonomik, kültürel ve ailevi kodlarına dair çok çarpıcı gözlemler aktarıyorsunuz. Hem bu kadar kişisel bir tarih anlatıp hem de bunları toplumsal bir zemine yerleştirmek ancak içselleştirme ile olur sanıyorum. Nasıl içselleşiyor böylesi bir anlatı mahareti?
Nasıl içselleşiyor, biliyor musun? Şunu yaptım ben. Tamamen bağımsız birey olarak çok gayriresmî bir okuma yaptım ben hayatımla ilgili. Ne Alevi oldum, ne Sünni oldum. Ne TKP’li oldum ne Dev Yol’cu oldum ne bilmem ne oldum. Hesap vereceğim insanlar benden siyasal, toplumsal konularda hesap sormazlar, soramazlar. Çünkü çok bireysel bir şey anlatıyorum. Türkiye’de bunun yapılmadığını düşünüyorum. Birey olarak nasıl sosyalist oluyorsun? Çok önemli bu. Kendimi hep sosyalist olarak tanımladım ben. Ama bazı insanlar da örgüt hiyerarşisini sevmiyorlar. Ben de onlardan biriymişim. Eskiden bilebilseymişim belki de en başından anarşist olacaktım. Zaten kendime şimdi "anarko Marksist" diyorum ve kurtuldum. Benden başkası da yok sanırım.
Ergenlik çağından itibaren kendisini sosyalist olarak tanımlayan birinin, bu kadar yıl içinde hiçbir örgütle bağ kurmadan ama hepsine yakın durarak, arkadaşlar edinerek kendini var etmesi zordur. Ama asıl olarak bunu nesnel bir şekilde anlatmak daha zor.
Bunun sebebi ne, biliyor musun? Kendinle barıştığın zaman birçok şeyi çok nesnel anlatabiliyorsun. Çünkü şunu biliyorsun: Kendimi korumak için çok uğraşmadım. Ne birey olarak, ne gazeteci olarak ne de sosyalist olarak. Bunun bir şekilde böyle söylenmesi gerektiğini düşündüm. Bizim çok sevdiğimiz 68’li, 78’li arkadaşlarımız hep böyleydiler. İnsanın tek boyuta indirgenmesi çok korkunç bir şey.
Bu, kitapta da seziliyor. 68’in devrimci gençlik liderleriyle ilgili hatıralarınız, çok daha politika dışı ve günlük hayata dair. Bu insanları biraz da mistik bir hava yaratan politik kabuktan çıkarıp anlatmışsınız.
Hareketler, ideolojiler konuşulabilir ama bireylerin yüceltilmesinin ve oradan giderek bir ağırlık kurmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü bunlar benim arkadaşımdı. Bunu yakalayamıyor insanlar. Sadece yoldaşlarım değildi. Ama aynı zamanda beraber aç kaldığım, sigara çaldığım arkadaşlarımdı. Biz insandık aynı zamanda. Zaten bu kadar iyi insanlar olmasalardı o yaşta devlet tarafından öldürülürler miydi? Bunu anlatamıyorsun. Yani ne kadar güzel aşkları oldu bu insanların. Çoğunu anlatamadılar bile. Aileleri vardı. Çok güzel dostlukları vardı. Biz iyi insan olduğumuz için böyle olduk. Kimse bizim beynimizi yıkamadı ve hakikaten biz özgürlük diye başladık bu işe.
Kitapta en çok dikkatimi çeken şey kentlerle kurduğunuz ilişki. Her kenti dolu dolu anlatıyorsunuz. Dönemi ve mekânları tasvir edişiniz de öyle. Kentlerle ilişkinizi nasıl kurarsınız?
Başka türlü yaşayamıyorsun çünkü. O kenti dolu dolu yaşamazsan kendini yaşayamıyorsun. Kendini bıraktığın zaman kentle bütünleştiğin, kızdığın, âşık olduğun zaman alacağın tavır çok önemli. Ne olur yanlış anlaşılmasın, bir ruh hâli olarak söylüyorum. Benim ödüm patlar köylülük ve kasabalılıktan. Ama kent beni kurtardı. Ben İngiltere’ye gittiğim zaman “Ben şimdiye kadar nerede yaşadım” dedim. İstanbul’u görmüşüm, Ankara’yı görmüşüm ve Londra’da birdenbire ergenlik çağındaki çocuk gibi yeniden başladım her şeye. Bizim bu hakkımızı yedi Türkiye devleti ve egemen sınıfları. Kentsiz olmaz hiçbir şey.
Medyadaki tarihinize bakınca, bir gazeteci ruhuyla çalıştığınız yerler var, bir de basın emekçisi olarak gidip ücretini alıp çalıştığınız yerler var. Ana akımla ilgili hatıratınız da biraz sosyalist çevrelerle kurduğunuz ilişkiler gibi. İçinde ama parçası değil. Bu kadar uzun süre ana akımda olmak, yönetici pozisyonunda olmak, bu dengeyi sağlarken sizi zorlamadı mı?
Benim için iyi gazetecilik yapabilmek, kendi bildiğimi söyleyebilirim ancak, ana akımda bile olsan, masanın karşı tarafına geçmemek. Yönetici diyorsun, doğru ama ben hiç geçmedim masanın karşı tarafına. Karşı tarafa geçip patronla yemek yiyenler sınıfında olmadım. Hakikaten burada kimseye laf çakmıyorum. Benim patronlarım tanımazlar beni. O zaman da bunu yapmak kolay oluyor. Bir de şu var. Ben her zaman bir gazete, bir dergi aynı zamanda da satmalı ve eğlenceli olmalı diye düşündüm. Bizim Radikal İki’ye koyduğumuz magazinler hep budur. Kendimi şuna teslim etmedim: Ben kendime göre sosyalistim ve şurada durmalıyım. Bir de şu var. Gazeteciliğin kurallarına hep sadık kaldım. Şimdi diyorlar ya, “tarafsız gazeteci olmaz.” Olur. Bir şey anlatıyorsan, herkese söz hakkı ver. Özellikle de söz hakkı olmayan insanlara. Zaten konuyu, büyüteceğin haberi seçerken taraf oluyorsun. Seni yedi yaşından beri takip eden hayaletin kovalıyor. Birden bakıyorsun, diğerleri başka bir şey seçmiş, sen ana konu olarak başka bir şey seçmişsin. Fakat şunu da vurgulamak istiyorum, ister solcu patron olsun, ister patron patron olsun zaman zaman da taviz verdiğim oldu.
Kitapta kendiniz de dâhil kimseye karşı eleştirilerinizi sakınmıyorsunuz. Ancak ana akım medyanın bu hâle gelmesinde, kitapta andığınız birçok ismin ciddi sorumlulukları da var. Siz de dâhilsiniz buna. Ana akımda önemli konumlarda bulunmuş bu isimler konusunda yeterince cesur olmadığınızı düşünüyorum.
Bütün suçları sisteme atamayız tabii ki. Bunca yılda kimseden “devletimiz şöyle iyi, patronumuz böyle mükemmel” diye bir söz duymadım. İnsanların gözü dönüyor bir süre sonra. Daha fazlasını isteyebiliyoruz. Kültür sanat gazeteciliğinden vazgeçtiler bunlar. Spor okunuyor, ekonomi koyunca bankalar reklam veriyor, şuradan para geliyor diye diye her şey küçüldü. Patrona para kazandırmak için yapıldı bunlar ama olan gazetelere oldu. Birileri buna teşne oldu, biz de buna karşı koyamadık.
Tam da bu noktada biraz kültür sanat gazeteciliğini konuşmak istiyorum. Çünkü siz aynı zamanda bu alanda önemli işlere imza attınız. Radikal ekler, Radikal İki, Milliyet Sanat ve daha öncesi… Siz mesleğe başladığınızda, kültür sanat gazeteciliği nasıldı?
Şöyle bir durum vardı. Ben Nokta'da toplum ve kültür sanat haberlerinden sorumluydum. Kültür sanat, bir toplumda siyaset baskı altındaysa, yolları kesilmişse, ona karşı çıkabilecek olanakları da sunar. Boşu boşuna büyük film yönetmenlerine sarılmıyor insan. Oradan bir yerden gidiyorsun. O vakitler kültür sanat gazeteciliği hakkıyla yapılıyordu. Mesela, yurt dışından önemli bir yazar gelir Yaşar Kemal’i görmeye, onun peşinde üç gün geçirirsin. Hafif de magazinleştirirsin. Çünkü okunması gerek. Ama giderek kültür sanat alanı magazine dönüşmeye başladı. Magazine karşı değilim. Ben de çok yaptım. Türkan Şoray’la görüşeyim, Kadir İnanır beni kabul eder mi diye. Ama bunlar bile azalmaya başladı. Sadece sol basında kültür sanat haberciliği yapılmaya başladı. Cumhuriyet gelenek olarak en iyisidir. Sosyalist basının bile ben yeterince bu alana önem verdiği düşünmüyorum. Benim için kültür sanat muhabirleri parlamento muhabirliği kadar önemlidir. O çocukları parlattıklarını çok az gördüm. Ülkedeki para hırsı, kültür sanat düşmanlığı yavaş yavaş bitirdi bu alanı. Öte yandan, açıyorsun gazeteleri, Recep İvedik’ten geçilmiyor. Ama böyle bir gerçek de var ortada. Nasıl baş edeceksin?
Peki, buraya nasıl geldik? Bunda medyadaki kültür sanat bölümü yöneticilerinin de payı yok mu?
Baskı dönemlerinde insanlar fena hâlde sanata sığınırlar. Bir talep de ortaya çıkıyor. Ben İnci Sineması’nda film festivalinde kapılardan dönmemek için nasıl yalvardığımı bilirim. Egemen sınıflar sanatın bu misyonunu geç fark ettiler. Patronlar da ekonomi ve siyasetin daha önemli olduğunu düşünmeye başladı. Kültür sanat kaç para kazandırıyor ki gazeteye? Kültür sanat alanında yönetici pozisyonunda olan insanların– ki birçoğunun kültürsüz olduğunu düşünüyorum, bunların içinde arkadaşlarım da var- buna boyun eğdiğini gördük. Gazetecilerin yayınla ilgili yöneticileri de en kolay bu alandan taviz verdiler. Hep kullandığım bir laf vardır: Bir ülkenin medyası, o ülkenin siyasal ikliminden çok farklı olamaz. Vasat, kâbus gibi dönemlere girdi Türkiye. En iyimser tahminle “bunun okuru yok” diye bir salak karar verdi. Herkes de razı oldu buna. Şimdi yeni gençlere, dil biliyorsa, “dış haberde başlasın, bir de kültür sanata bak” diyorlar. Bunu kim çıkardı, ne zaman çıkardı ben de bilmiyorum.
Ben de 20 yıllık kendi deneyimimden şöyle bir sonuç çıkarıyorum. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren kültür sanat etkinliklerinin büyük sermaye gruplarının arkasında olduğu yapıların elinde toplanması gibi bir durum var. Bu kurumların yaptığı etkinliklerin içeriklerinden bağımsız olarak, kültür sanat haberlerinin de bu kurumlar üzerinde merkezileştiğini düşünüyorum. Bir tür kültür sanatın ana akımı sayılabilecek bu alanın dışındaki yayınevleri, tiyatrolar, galeriler, müzisyenlerin görünmez hâle geldiğini, gazete sayfalarının onlara kapandığını düşünüyorum. TÜSİAD-ekonomi sayfaları ilişkisi bu kurumlarla kültür-sanat sayfaları arasında da kuruldu sanki. Katılır mısınız?
Avangart dediğimiz şey silindi ana akım medyadan. Dram ne biliyor musun Türkiye’de? Biz her şeyin büyüğünü seviyoruz kardeşim. Bu bir Türk hastalığı. En büyük havaalanını yapıyoruz mesela. En büyük olunca satarsın, en büyük yayınevi sensin, en büyük organizasyon sensin… Yahu nereden çıkardınız bunu? Bizim zamanımızda bir motto vardı: “Small is beautiful”, küçük güzeldir! Şimdi bunu dediğin zaman sana düşman gibi bakıyorlar. Şurada Tatavla diye bir sahne var mesela, tiyatro yapıyor çocuklar kaç yıldır. Habire yeni oyun oynuyorlar, ben bile birkaç kere gittim. Genç yönetmenler filmler yapıyor, “ama canım onu kaç kişi izler” diye görmezden geliniyor. Bu korkunç bir şey. Genç bir kadın güzel bir albüm çıkarıyor, sayfaya koyuyorsun, “bunu niye büyüttünüz” diye söyleniyorlar.
Kültür sanat sayfalarının yalnızca bilineni, çok okunanı, çok satanı değil de göz önünde olmayan ama değeri yüksek işleri de okura ulaştırmak gibi bir sorumluluğu yok mu? Ama biz son 10 yılda şöhretli olanın peşine takıldık. İğneyi biraz da kendimize batırmamız gerekmiyor mu?
Tabii. En ünlü, en büyük değilsen, sana ilgi yok. Ben kendimi de katarak söylüyorum. Genç bir arkadaş albüm yapmış, “tamam bir gönderin de bakalım” derdim. Orada kalırdı hepsi. Ama Sezen Aksu, Bülent Ortaçgil, Nilüfer’den yeni bir albüm çıkmışsa, “ilk röportajı biz yapalım” diye ortalığı yıkardık. Bu da bir hastalık. Tabii, bunları da yapalım ama gençleri niye kullanmıyorsunuz? Öyle güzel gruplar var ki ben daha yeni keşfediyorum. Muhtemelen o vakitler genç muhabirlerden biri bu gruplarla ilgili haber getirseydi, “Oğlanlardan biriyle çıkıyor musun? Kızlardan birine göz mü koydun” diyebilirdim. Çünkü savuşturmak istiyorsun. Bir de hakikaten daraltıldı kültür sanat sayfaları. Bir yandan da birazcık zülfiyâre dokunan şeyler olunca da koyamıyorsun. Beceremedik çünkü. Biraz da bizim geleneklerimizde böyle. Türkiye’de kültür sanat dediğimiz şey hep “tamam güzel de bu kadar kıyamet kopuyor, kim bunu dinleyecek, izleyecek” diye algılandı. Yav sana ne! Sen sun. İsteyen görür. Öte yandan, okurun talebi de çok zayıf oldu. Gerçi artık hiçbir şeye kıyamet koparmıyor kimse. En az uğraştığımız şey oldu kültür sanat gazeteciliği. Hep "yandan" oldu. Ama bu Türkiye’nin gerçeği. Bir tek 80’lerde çaresizlikten sığındık kültür sanata. Yol filmi Cannes’da ödül alınca onu sayfalara koymak için neler yaptığımızı bir ben biliyorum. Sonra artık o kadar uğraşmadığımı fark ettim. Yine çoğundan iyiyimdir, o ayrı. Bir de köşe yazarları var. Niye köşe yazarından okuyayım ben kültür sanat haberini? Onlar da zaten 8-10 kişi, her yeri işgal etmişler. Sanma ki sadece siyasette böyle. Belli gazetelere, dergilere bak bakalım, farklı bir isim görecek misin? Bir de böyle bir hastalık var Türkiye’de.
Bir de içinde bulunduğumuz ekonomik krizde en çok kültür sanat dergileri etkileniyor. Birbiri ardına kapanmaya başladılar. Bu yayınlar kaybolup gittiğinde nasıl bir boşluk, eksiklik ortaya çıkar?
Bu, hayatın her alanını etkiler. Bu neyin göstergesi, biliyor musun? Ne olur Orta Doğulu arkadaşlarım beni affetsin ama Orta Doğulu olmaya gideriz ki, olduk zaten. Boşladığımız şeyler, yıllarca tırnaklarla kazıla kazıla elde edilmiş şeyler. Şimdi birdenbire sen ne anlarsın sanattan, kültürden noktasına geldik. Hiç Türkiye’de yeni soprano çıkmadı mı, biz niye bilmiyoruz? Müzikle ilgili olanlar Radyo 3 dinlesinler. Bütün genç yetenekleri çıkarıyorlar. İnşallah ihbar etmiş gibi olmam, orayı da kapatırlar yoksa.