Bir edebiyatçı, kaçınılmaz biçimde “aydın” özelliklerine sahip olması gerektiği için, nereye giderse gitsin heybesinde cesaretini de taşımalıdır…
05 Kasım 2015 15:00
Bundan yaklaşık iki ay önce gene K24’te yayınlanan makalede bir yazar olarak toplumsal hiçbir sorumluluğum yoktur, diye yazmıştım. Elbette bu yazı, içinde yaşadığımız toplumun yazar ve kitaba olan kayıtsızlığını hicvetmek amacıyla ironiyle kaleme alınmış bir yazı idi. Konunun tartışılacak yönü yok. Kendini aydın olarak tanımlayan herkes düşüncesini ‘yazsa iyi olur’dan ziyade, yazmak mecburiyetindedir kanımca. Şöyle ki, toplumu arı kovanı gibi kalabalık bir kümeye benzetirsek, kendi haline bırakılırsa sonsuza dek olduğu yerde biteviye devinmeye devam edecektir. Demek istediğim hiç değişme olmaz. Aydını, bu yığının dışına çıkmış (ileriye gitmiş) ve elinde tuttuğu iple toplumu kendine doğru çekiştiren bir öncü olarak hayal edebiliriz. Bu tekil aydın, bütün toplumu kendine doğru koşturamasa da, adım adım ilerletebilir. Toplumun gelişmişliğine bağlı olarak başka birçok aydın kişi daha çıkıp öne atılır ve toplumu, evet birazcık zorla, ite kaka, ileri doğru çekiştirir. Dünya tarihinde de hep böyle olmuştur. Toplumlar aydınların önderliğinde bir dizi değişikliğe hazırlanmış, uygun ortam bu sayede oluşmuş, devrimler ardından gelmiştir. Kendi kendine devrim görülmüş şey değil.
Aydın tanımının içine yalnızca düşünürler, yazarlar, sanatçılar girmez, fazlasıyla pozitif bilim adamı da girer. Yani fizikçi, kimyacı, biyoloji uzmanı, doktor, mühendis vs gibi. Elbette toplumun ötesine geçip onu kendine çekmek yadırgatıcı, kimi zaman da
Hallac-ı Mansur, Galileo, Lavoisier örneklerinde olduğu gibi tehlikelidir de. Çünkü toplum değişiklikleri hem sevmez, hem korkar ve dolayısıyla direnç gösterir. Direncin bir önemli nedeni de çıkar çarklarının bozulması gereğidir. Bu, hani öyle kolay yutulur bir lokma değildir. Bir de bağnaz tutuculuk vardır ki, aman Allah, obsesif kompülsif bir korkuyla ışığın zerresi dahi gözünü kamaştırır. Dolayısıyla direnç çoğu zaman şiddete dönüşür. O halde diyebiliriz ki bir aydın, çalışkan bir düşünür ve araştırmacı olduğu kadar, gözü pek olmayı da bilmelidir. Demem o ki cesaret, aydın olmanın ayrılmaz unsurlarından bir tanesidir.
Bir edebiyatçı da, kaçınılmaz biçimde ‘aydın’ özelliklerine sahip olması gerektiği için, nereye giderse gitsin heybesinde cesaretini de taşımalıdır. Daha açık bir ifadeyle, düşüncesini –her ne kadar faydalı da olsa- topluma iletmeyen kişiye dense dense yarım aydın denir. Öyle denir çünkü dile getirilmeyen düşünceler toplum açısından yok hükmünde olur ki, kimseye faydası dokunmaz.
Peki, bir yazar siyasi duruşunu eserlerinde mi, yoksa yazılı ve sosyal medyada makaleler, söyleşiler, tweet ya da facebook marifetiyle mi ifade etmelidir? Cevabım çok net! Nasıl uygun görürse. Çünkü her yazarın bir uzmanlık alanı (zorlarsak üslup da diyebiliriz) vardır. Yazar eserine doğrudan siyaset sokmak istemeyebilir ki bu onun haklı seçimidir. Hayatın kendisi başlı başına bir siyasi duruş içerir zaten. Örneğin çocuk kitapları yazan bir yazarın eserine günlük siyaseti katması hem zorlama, hem de yanlıştır. Yazar eserinde çocuklara moral değerler ve özgür düşüncenin yolunu açmakla yetinir ki bu da üstü kapalı bir siyasi gönderme değil midir? Vedat Türkali örneğinde olduğu gibi, üslubu siyasi eserler vermeye yatkın yazarlarsa doğrudan siyasi içerikli eserler verebilirler ki bu da onların haklı tercihidir. Burada tek ölçüt edebî değerdir. Yazar eserinin basit bir slogana dönüşmesine asla izin vermemelidir. Affedilmeyecek bir şey varsa, o da yazarın kendisini eser, yorum ve etkinliklerin tamamında siyaset dışı bırakmasıdır ki bu, kesinlikle aydın duruşuna aykırı bir tutumdur. Bir yazarın aktivist olup olmaması eserlerinin değeri üzerinde olumlu etki yapar mı bilmem ama, onu daha iyi bir insan haline getirdiği su götürmez.
Dolayısıyla yakın gelecekte Suruç, Reyhanlı, Ankara katliamlarını (umarım burada kalır) yazacak yazarlar mutlaka çıkacaktır. Tarihi olayları anlatan kitaplar zaten gelecek nesillerin okuması için yazılır. Evet, hepimiz çok öfkeliyiz. Hepimiz bir an önce barış gelsin, huzura kavuşalım istiyoruz. Hepimiz, elimizden geldiğince haykırıyor, sesimizi duyurmaya çalışıyor, daha fazla genç ölmesin diye telaşlanıyoruz. Ne var ki, bu olayları roman-öykü kurgusu ve hatta araştırma formunda kaleme alırken aceleci ve sabırsız olmamak gerekir. Dönemi tüm çehresiyle kavramak, sindirmek ve yorumlamak için hepimizin biraz zamana ihtiyacı olacak. Bulunduğumuz aşamada aydınlardan önce, devleti yönetenlerin harekete geçip –artık nasıl olacaksa- failleri/azmettiricileri yakalaması, başka katliamları önlemesi, toplumsal barış ve huzuru tesis etmeleri beklenir. Sanat ve edebiyat daha sonra, her şey açıklığa kavuştuktan sonra... Laf aramızda, şiir hemen yazılabilir, sıcağı sıcağına bir türkü yakılsa çok da güzel olur.
Üslubumun eserlerimde doğrudan siyaseti konu etmeye elverişli olup olmadığını bilmiyorum. En azından senelerce emek verdiğim uzmanlığım başka türlerde gelişti. İleride ne olur bilinmez, ama şimdilik söz konusu katliamları daha hünerle yazacak meslektaşlarımdan okumayı tercih ederim. Ne var ki, bu benim her fırsatta: “Yerin Dibine Batsın Faşizm!” diye bağırmama engel teşkil etmiyor.