Artık taşra diye bir yer yok veya taşra dediğimizde nereye baktığımız ve neleri gördüğümüz tartışmaları bir yandan sürerken, diğer yandan taşrayı anlatan anlatana. Peki, anlatılan gerçekten taşra mı...
08 Ekim 2015 15:00
"Bir söz dedi canan ki keramet var içinde,
Dün geceye dair bir işaret var içinde.
Meyhane mukassi görünür taşradan amma,
Bir başka ferah başka letafet var içinde."
Yüzyıllar önce böyle demiş şair Nedim, buraya iki beytini aldığımız gazelinde. Dışarıyla içerinin farkını gösteren, “taşra” sözcüğünün de yer aldığı bu beyitte, adı geçen sözcük başka bir anlamı imliyor ama o anlam bugün genişleyerek adeta her yeri ele geçirmiş görünüyor.
Ülkenin dörtte birinden bile az bir nüfusa sahip -ki o nüfusun önemli bir bölümünün taşradan ne farkı var, o da ayrı konu- kısmının, geride kalan büyük kısmı küçük görmesini, hatta yok saymasını nasıl yorumlamalı? Romanın bu topraklardaki ilk örnekleri orada verildi, gazeteler orada çıktı, yazarlar oradan yetişti diye mi? Böyle bir şey mi var, kim kimi küçük görüyor diye soranlar oluyordur amma bu sorular taşradan oldukça “kasvetli” görünüyor.
“Anadolu’nun bağrından çıkıp” merkeze yerleşenlerin geride bıraktıkları yere bakışlarındaki bu “tatsızlık” nereden kaynaklanıyor acaba? Kendilerini taşranın dışında tutarak farklı bir tatmin duygusu mu yaşıyorlar? Bilinçaltının sürdürdüğü, tekrarlayıp durduğu bir temize çekme çabası mı? Aynı kitapları okumuyor mu taşradakiler? Okuduklarını anlamıyorlar mı yoksa? Doğrudur, okuduklarını ve ondan kendilerine kalanları oturup tartışacakları, düşüncelerini daha elle tutulur hale getirebilecekleri bir ortamdan uzak olmaları onların da en büyük derdi sayılır. Peki, bu şanssızlığı düşüncenin ve yaratıcılığın önüne geçecek kadar büyütmek de önemli bir sorun değil midir? Yoksa yanlış kitapları, okunmasa hiçbir kaybın olmayacağı kitapları mı okuyor taşralı yazar çizerler? Merkezdekilerin rahatlıkla ulaşabildiği kitaplara taşradakiler ellerinin altında internet varken her nasılsa ulaşamıyorlar mı acaba, böyle mi düşünülüyor? Merkezde konuşulanlar uzaktan pek duyulmuyor olabilir ama durum ortada. Edebiyatın merkezi dil iken, neden bu tartışma yapılır ikide bir, neden ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilir?
Artık taşra diye bir yer yok veya taşra dediğimizde nereye baktığımız ve neleri gördüğümüz tartışmaları bir yandan sürerken, diğer yandan taşrayı anlatan anlatana. Peki, anlatılan gerçekten taşra mı?
Bu soruyu bir de şöyle sormayı deneyelim mi? Her yer taşra olmadı mı zaten? Ya da her yer aynı olmadı mı?
Yoksulluk mudur taşra? Bir yerin taşra olup olmadığını yoksul sayısına bakarak mı anlarız? Bilgisayar karşısında oturan çocuklar ve gençler kendilerini pencerelerinden görünen ıssız kasaba sokağına bakarak taşrada mı görüyordur?
Müslüm Gürses’in konserlerinde kendilerini paralayan gençler nerde şimdi? Herkes yaşadığı hayata uygun müzik dinliyordu sanki. Kaportacı çırağının ya da bir inşaat işçisinin dinlediği müziğin ne olduğunu biliyorduk bir zamanlar. Onların, hadi bir taşralı gibi söyleyeyim, şarkı yerine birtakım sözleri hızlıca tekrarlayan gençleri dinlemeleri, hatta aynı müziği yapmaya çalışmaları pek de tahmin edilebilir bir şey değildi. Arabesk müzikle kendini paralayanlar bulundukları alanı terk ederek farklı tarzdaki müzik dallarının açtığı alana toplaşmaya başladılar gibi geliyor bana. Taşra böyle böyle yer değiştiriyor, kılık değiştiriyor, hatta değiştirdi demeye getiriyorum. Peki, taşra tasını tarağını toplayıp öbür tarafa, gıpta ederek baktığı merkeze taşınınca yok mu oldu, yoksa gittiği yerde yeni bir taşra mı kurdu?
Ben hiç köyde ya da kasabada yaşamadığım halde kimi okurlar tarafından köylü zannedildim. Oysa şehir çocuğuydum ben. Üstelik ömrümün büyük bölümü Ankara’da geçti. Öykülerimde, köylüleri, kasabalıları, küçük şehrin insanlarını anlattığım için, insana yaklaşımımdan çok onların yaşadığı mekânlar göz önüne alınarak “taşra” vurgusu ön plana çıkarıldı. Benim derdim taşrayı değil insanı, varoluş sorunlarını, hayatı anlamak ve anlatmak iken taşra kavramı adımın ve yazdıklarımın hizasına konuldu, öyle konuşuldu, yazıldı. Bana, sen taşrayı yazıyorsun dedikleri zaman farkına vardım taşranın. Taşra diye bir yer olduğunu, bizim taşrada yaşadığımızı ve taşralı olduğumuzu bize merkezdekiler söyledi. Oysa ben Ankara sokaklarında dolaşıp duran içe kapanık ve yapayalnız bir delikanlının ürkek bakışlarında görmeye çalışıyordum dünyayı. Evine ekmek götürmek için çırpınan bir babanın gecekondusuna bakarken gördüklerini görmeye çalışıyordum. Onlar da kırgındı, onlar da ümitsizdi, öfkeliydi, sevgi ya da nefret doluydu. Onlar da sevdikleri için ağlıyor, duygularını dile getiremiyor, yalnızlıktan bunalıyordu. Yağmur her yerde aynı yağıyordu, yapraklar aynı şekilde hışırdıyordu. Sessizlik her yerde aynı sessizlikti. Suskunluklar merkezde farklı mı yaşanıyordu? Herkes “kafayı dinlemek” için kendini “dışarı” atmıyor muydu?
Taşra neresiydi o halde? Sadece duygularımızda ve düşüncelerimizde olan bir yer miydi?
İyi eğitim almış “taşralı” gençler dünyayı bilgisayarlarının karşısında avuçlarının içine alarak yeniden yaratıp yorumlamıyorlar mı? Yazdıklarının bir ucu taşraya değiyor veya taşrada dolaşıyor diye, öykü ve romanlarındaki siyasi ve toplumsal alt metinler görmezden mi gelinmeli?
Öyle bir kavram var ki elimizde, öldürüp öldürüp yeniden var ediyoruz. Yok derken de ondan söz ediyoruz; var derken yok saydığımız gibi…
Kendilerini merkeze koyanlar taşrayı tartışıp dururken, taşrada olduklarını sananlar işlerine bakıyorlar. Nitekim taşradan yazan, taşrayı yazan yazarların sayısı hiç de azımsanmayacak sayılara ulaştı günümüzde. Özellikle öyküde, taşrada dolaşan kitaplar önde gidiyor.
Yağmur Gölgesi’yle Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü alan Senem Dere (Tepe), yaşayan herkesin ölü olduğu bir kasabadan, odalarda dolaşan rüyalar, rüyalarda dolaşan insanlardan hikâyeler anlatıyor bize. Kendi sonsuz rüyalarına başkalarını davet edip üstlerine kapıyı kapatıyor bu insanlar. Babalar susuyor ve ayakkabılarıyla konuşmaya başlıyorlar bir süre sonra. Kimi zaman bir göl soyunuyor anlatıcı rolüne ve bize hikâyeler anlattıkça bütün ölü şeyler yaşamaya başlıyor. Yağmurların alıp götüreceğine inanılan bir kasaba dönüp dolaşıp önümüze geliyor ve kahramanların taşıyamadığı onca acıyı, onca yükü, şaşkınlıkla, her paragrafta biraz daha çoğalan büyük bir şaşkınlıkla biz taşımak zorunda kalıyoruz. Masallardaki prensesler nasıl konuşmazlarsa Senem Dere’nin kadın kahramanları da pek konuşmuyorlar. Çoğunlukla “bir pencere yetiyor onlara.”
Sığ Suyun Balıkları ve Vicdan Saatleri adlı öykü kitaplarıyla iyi bir taşra anlatıcısı olduğunu kanıtlayan Abdullah Ataşçı Dağda Duman Yeri Yok romanıyla bir tren dolusu taşralıyı unutmaya çalıştığımız gerçeklerin derinlerine taşıyarak şaşırtıyor hepimizi.
Yozgat’tan yazan Mustafa Çiftçi (Bozkırda Altmışaltı, Ademin Kekliği ve Chopin) ve kalemini Uşak dolaylarında gezdirerek bize seslenen Deniz Arslan (Rehavet Havası)’ın anlatıcıları konuşkan, dahası konuşmayı seven taşralılar olarak çıkıyor karşımıza.
Üniversite defterini kapatmış ya da üniversitenin döndürüp dolaştırıp memleketlerine attığı, akranlarına benzemedikleri, fabrikalarda veya şurada burada iş bulup görücü usulüyle baş göz edilmeyi istemedikleri, hatta herkes gibi İstanbul takımları yerine daha kıyıda köşede kalmış futbol takımlarını tuttukları için yabancılaşmış işsiz gençlerin anlattıkları dokunaklı hikâyeler yürek burkuyor Rehavet Havası’nda. Tuhaf hayalleri var bu gençlerin ve hayatlarına yön vermekte güçlük çekiyorlar. Birbirlerinden güç almasalar hesaplaşacaklar aslında ve inanıyorlar bir gün kendilerini kuşatan çemberleri kıracaklarına. Çemberler kırılınca bu insanlar merkezdekilere mi dahil olacaklar diye sormadan edemiyor insan…
Nurullah Kuzu Kırkyama, Ebru Askan Beni Kim Sevsin, Murat Uğurlu Buralar Bıraktığın Gibi, İsmail Özen Günler Ne Kadar Kısaldı, Necip Tosun Ansızın Hayat, Müzeyyen Çelik Kamu Baş Rüyacısı, Semrin Şahin Güvercinler Zamanı, Ercan y Yılmaz On Üç Sıfır Sıfır, Ercan Kesal Peri Gazozu… Bu adlara ve kitaplara daha pek çok ad ve kitap eklenebilir elbette. Bunlar en yenilerden bazıları.
Kafka’dan Hasan Ali Toptaş’a, Coetzee’den Yusuf Atılgan’a, Flaubert’den Tarık Buğra’ya, Faulkner’dan Yaşar Kemal’e, Çehov’dan Sabahattin Ali’ye, dünyadan ve Türkiye’den pek çok örnek verilebilir taşra söz konusu olduğunda.
Ve bir soru daha: Nuri Bilge Ceylan taşralı mıdır?
Evet, taşra orada, kahvehanelerinde büyük bir keyifle içebileceğiniz demli, tavşan kanı çayları, terzihanelerinde veya berber dükkânlarında kapılıp gidebileceğiniz tatlı sohbetleri ve gün yüzüne çıkmamış nice hikâyeleriyle beklerken, bize de onu tartışmak ve yazmak düşüyor…