Bozkırda Altmışaltı’yla tanıdığımız Mustafa Çiftçi’nin ilk hikâyelerini derlediği Adem’in Kekliği ve Chopin kitabı yayımlandı. Çiftçi, sorularımızı yanıtladı...
06 Ağustos 2015 12:00
Mustafa Çiftci’nin ilk kitabı Adem’in Kekliği ve Chopin yeniden basıldı. Ancak bu edisyon, kitabın ilk baskısından bir hayli farklı: İlk kitaptaki hikâyelerden bir seçki yapılmış ve bunların yanına yeni hikâyeler eklenmiş. Türkiye Yazarlar Birliği en iyi hikâye kitabı, Ceride-i Kantar en iyi yazar gibi ödülleri bulunan Çiftci ile bu “hem yeni hem eski” kitabı üzerine söyleştik.
Adem’in Kekliği ve Chopin ilk kitabınız. Fakat bu baskı, kitabın ilk halinden oldukça farklı. Eklenen ve çıkarılan öyküler olmuş. Dolayısıyla, buna yeni bir kitap diyebilir miyiz?
Yeni bir kitap demek için gereken şeylerin bir listesi var mıdır bilmiyorum ama bence yeni kitaptır. Yeni eklenen öyküler var. Kapak yeni. Hepsinden önemlisi heyecanı yeni. Bazı işgüzar dostlarım “Efendim kitap çıkarmak heyecanı her kitapta azalır,” diyorlar. Hayır, hiç öyle değil. Bu su içmek gibi değil ki artık doydum, kandım, yeter diyesin. Heyecanım eskisi kadar çok ve öyle de kalır umarım...
Kitabın ilk öyküsü “Adem’in Kekliği ve Chopin”. Aynı zamanda kapak da bu öyküden esinlenerek yapılmış. Nedir bu öyküyü önemli kılan?
Hani “tipik” derler ya, öyle bir durum var. Yani “Bu eser her haliyle falanca sanatçının tipik bir eseridir,” demek gibi. Bu öykü de benim hikâyelerim için öyledir. Hikâyemin birçok özelliği burada vardır. Göç, sevda, yoksulluk, gurbet... Bütün bunlar sızım sızım sızılar hikâye boyunca. O açıdan mühimdir. Bir de uzak dünyaların kesişmesi gibi, iki ayrı denizin suyunun birbirine karışmadan dalgalanması gibi bir hal var. Marangoz bir adamın Chopin ile tanışması ilginç oluyor. Ama ben bunu planlayarak yapmadım. Şuraya bir marangoz koyalım, o marangoz şunu dinlesin diye olmadı. Hikâyenin hikâyesi şöyledir: Kardeşim Chopin dinlerken “Abi sen seversin,” diye beni çağırdı, beraber dinlemeye başladık. O sırada benim aklımda sanat galerisi canlandı. Sonrası dökülüp kaleme geldi... Hasılı, bu hikâye böyle mıknatıs gibi bir çok özelliği bünyesine çekmiş bir hikâyedir. Kitaba isim olmayı hak eder yani...
Göç etmek zorunda kalan ve bunun sıkıntılarını yaşayan karakterleriniz var. Bu karakterlerin gerçekle de sıkı bir bağı bulunuyor. Gündelik hayatta karşılaştığınız insanları birer öykü karakterine nasıl dönüştürüyorsunuz?
Hikâye için malzeme toplamak, karakter biriktirmek, gözlem yapmak gibi şeyleri sevmiyorum. Zaten olmuyor da, gün boyunca elinde kalem not defterine bir şeyler karalayıp sonra yazı masasında o malzemeyi işleyen bir adam olmadım-olamadım hiç. Yazmam için en önemli şart; hikâye kişisi ile, olay ile ilgili benim dolup taşmamdır. Ondan sonrası kolay oluyor. Ama bu hissiyat olmadan en güzel kahraman adayları etrafımda dolaşsa, en ilginç konular tepemde uçuşsa olmuyor.
Karşılaşma anlarına büyük önem veriyorsunuz. Örneğin; bir işçinin Chopin’le karşılaşması, yatılı okuyan bir çocuğun portakalla karşılaşması… Bu durum taşradan gelen karakterlerin başına gelince çok daha çarpıcı bir hal alıyor sanırım. Ne dersiniz?
Açıkçası güzel soru. Karşılaşma anları benim kafamda, kalbimde hep müzikli anlardır. Artık kim çalar, kim söyler bilemiyorum ama ardında müzik olan sahnelerdir. Ayrıca taşradan gelenlerin, özellikle eski günlerin imkânsızlığında yeni bir şeyle karşılaşması hem heyecanlıdır hem de hikâyeci için bol malzeme veren bereketli anlardır. Ama şimdi böyle karşılaşmaların heyecanı herhalde azalıyor. Mesela bugünlerde öğrenciler tercihlerini yapıyorlar. Çocuk tercih ettiği fakülteyi hiç oraya gitmeden sanal olarak geziyor. O havayı teneffüs edecek kadar değil belki ama ilk acemiliği üzerinden atacak kadar biliyor. E şimdi bu çocuğun fakülteyi ilk gördüğü anın hikâyesi eski günlerdeki kadar heyecanlı olur mu? Olmaz elbet. Yani taşralının karşılaşması da artık eski tadında, kıvamında değil.
Son olarak da kadın ve erkek karakterleriniz arasındaki farkı sormak istiyorum. Neredeyse bütün karakterleriniz sıkıntılar çekiyor. Fakat sanki kadınlar daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Taşradaki erkek ile kadın arasındaki fark nedir?
Bence taşra erkekten umudunu çoktan kesmiş. Çünkü erkeğe nasihat etmek, ona yol çizmek, akıl vermek işlemiyor. O sebepten erkek nasılsa öylece büyüyor, öylece yaşayıp gidiyor. Ama kadından beklenti çok. Mesela erkek kahkaha atsa karışmazlar ama kadın kahkaha atmasın, gülümsesin isterler; erkek kederlense erkek kederi denir, öylece bırakılır, kadından kederli değil hüzünlü olması beklenir; erkek kurnaz olur, dokunulmaz ama kadın kurnaz değil akıllı olsun istenir; bu liste böylece uzar gider. Ha kadın bu listeyi kaldırabilir mi? Eh kaldırdığı kadar. Çünkü umut kadındadır. Erkeğin yakasını bırakalı çok olmuştur yani...