Tanpınar'ın şerbeti: Beş Şehir'de bireysel ve kolektif amnezi

Tanpınar, beş şehir üzerinden yaptığı anlatılarda, geçmiş ile yüzleşmeyi değil, unutmanın şerbetini olumlar. Bunu yaparken de tüm bu yaşananların “bir yıkım değil, bir ders’’ olduğunu vurgular. Bu ders elbette ki, her zaman vatanı Türk ve Sünni olmayanlara karşı müdafaa etmenin gerekliliğidir

02 Ocak 2020 12:00

Edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı retoriği çözümlemek, düşün hayatımızı ve politik varoluşumuzu şekillendiren anlatım ve kurguları anlamlandırmamıza yardımcı olacaktır Tanpınar’ın Anadolu ve beş şehri üzerinden, “biz neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?’’ suallerinin nasıl yanıtlandığının ve bu yanıtların arkasındaki anlatının anlaşılması, şu anki başat sosyopolitik söylemlerin beslendiği kaynaklara inmemizi sağlayacaktır. 

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı eserinde, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul üzerinden, kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ve yeni olana karşı beslenen istekliliği ele alır. Bu eserinde her ne kadar mazi ile olan hesaplaşmanın ve anlaşmanın öneminden dem vursa da, eserinin üzerine inşa ettiği “biz" anlatısı, Türk-Sünni tarihinden ve gelecek tahayyülünden öteye geçememiştir. Bu beş şehrin mimarisinde bulunan gayrimüslim izleri, bu şehirlerin demografik yapıları her ne kadar yeniden kurgulanmaya çalışılmışsa da, eserin yazıldığı 1940’lı yıllarda (kitap 1946 yılında basılmıştır) okunabilir hâldedir. Hele ki, Erzurum ve Aşkale’den bahsettiği yazısında, Varlık Vergisi Kanunu kapsamında fahiş ve eşitsiz vergileri ödeyemeyen ve 1943 yılında Aşkale’ye sürgüne gönderilen gayrimüslimlerin varlığından tek bir kere dahi bahsetmemesi, bilinçli bir tercihtir. 

Aslında Tanpınar, Türklük-Sünnilik üzerinden yeniden kurgulanan Anadolu’nun demografik ve mimari yapısının anlatısını, eserin çoğu yerinde bizlere görünür kılar. Bu minvalde eski unsurlardan yepyeni bir âlem yapmaya katkı sunan sanat mucizesine değinir ve şöyle der: 

Dedelerimiz bu mucize ile ve onun etrafına taşırdığı imanla Bursa’nın ve İstanbul’un çehresini değiştirdiler, onları yarım asır içinde halis Türk ve Müslüman yaptılar. Yirmi otuz senelik bir zaman içinde Bursa’nın ve İstanbul’un yıkılmış Şarki Roma manzarası ortadan silindi ve yerini, camileri, medreseleri, hanlarıyla, yumuşak çizgili, elastiki hamleli, kullanıldığı malzemenin güzellik şuurunda kıskanç, yapıldığı şehrin iklimine aynı unsurdan denecek kadar uygun bir mimari aldı. (s.110)

Bu cümlelerde olumladığı, bireysel ve kolektif amnezidir. Ankara’dan bahsederken; stiklâl Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıkmıştır" (s.24) der ve hafıza kaybını yüceltir. Hattâ bize, geçmişin izlerinin bir hamlede nasıl yakılıp kül edilebileceğinin anahtarını da verir ve şöyle der: 

Ankara Kalesi bu akşam saatlerinde bana, bir milletin, tarihinin ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığını, birkaç büyük ve mübarek rüyaya yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti. (s.26) 

Bu süreçlerde, peyzaj ile birlikte en büyük payın mimaride olduğunu kabul eder (s.134). Beş Şehir metninde bunu; “Bir medeniyetten öbürüne geçerken yahut düpedüz yaşarken kaybolan şeylerin yanı başında zamana hükmeden gerçek saltanatlar da vardır. Bir kültürün asıl şerefli tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişmez renklerini giydirmesidir. İstanbul’da ta fetih günlerinden beri başlayan bir mimari, nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimaride aranmalıdır’’  (s. 133) diyerek yansıtır. 

Tanpınar, şehirleri anlatırken, hatıraları Türk ve Sünni olmayan insanların varlığından ve onların mekânlarından bağımsız kurgular. Kendi anlatımı ile "bu yeni kuruluşun ilk noktasını, bütün bu yeniyi hazırlamak için dağılmış unsurları içine alacak olan senfoninin ana teminini"(s.50) verecek olan, "Ahlat’tan başlayarak Erzurum’un, Sivas’ın, Kayseri’nin, Konya’nın camileri, medreseleri, kervansarayları" dır (s.50). Tanpınar, beş şehir üzerinden yaptığı anlatılarda, geçmiş ile yüzleşmeyi değil, unutmanın şerbetini olumlar. Bunu yaparken de tüm bu yaşananların "bir yıkım değil, bir ders" (s.59) olduğunu vurgular. Bu ders elbette ki, her zaman vatanı Türk ve Sünni olmayanlara karşı müdafaa etmenin gerekliliğidir. 

Tanpınar, unutmanın gerekliliği üzerine yazdığı metinlerin birinde, Erzurum üzerinden şöyle der: 

Yaralar dinmişti. Araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. İnsan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç. Yeni hayatın eşiğinde Erzurum eskiyi, bir başka âlemi hatırlar gibi hatırlıyordu: Yakıcı yaz güneşinin altında parça parça dökülen, toz haline gelen eski şehirle yeni yapılan beton binalar arasındaki farklar büyüktü. Fakat asıl beni sevindiren, düşündüren şey, istihsalin zaferini gördüğüm noktalar oldu (s. 58). 

Bu satırları okurken, aklıma Kazuo Ishiguro’nun Gömülü Dev adlı eseri geldi. Bu eserde Ishiguro, insanların -sadece bireylerin değil- toplumların ve ülkelerin kendi tarihlerini nasıl hatırladıkları ve unuttukları hakkında bir anlatı oluşturur; bazen unutulması gerekenin geri dönüşünü engellemek,  kolektif amnezinin yaratılmasını gerekli kılar. Ishiguro’nun Gömülü Dev’de kullandığı "sis" metaforu, Tanpınar’ın unutmanın "şerbet"ini çokça andırır. Tanpınar bu şerbeti olumlamak uğruna, "harp yıllarının iskelet takırtıları ile dolu dünyası içinde, dört bir yanı kavrayan yangın ortasında,… ölüm makinası ne kadar güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor" (s.60) demekten bile çekinmez. Tanpınar’ın "biz"i, "öteki" olan; var olmaması gerektiği düşünülen ve yok edilen üzerine kurgulanır. Bu öteki, "büyük orkestranın içinde münferit sazlar gibi kendiliklerinden kaybolmaya" (s.126) mahkûmdur; Tanpınar’a göre zira "asıl yayı çeken ve ahengi gösteren şeyler bizimdi. Bunlar şehrin kendisi, bizim olan mimarlık, bizim olan musiki ve hayat, nihayet hepsinin üzerinde dalgalanan hepsini kendi içine alan, kendimize mahsus duygulanmaları, hüzünleri, neşeleriyle, hayalleriyle, sadece bizim olan zaman ile takvimdi" (s.126). 

Tanpınar, mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağımızı, en büyük meselesi kılar. Olmak hâlinin milli kimlik üzerinden yeniden kurgulanması, bu meselenin en önemli hususudur. Tanpınar’a göre, "hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir ‘olmak veya olmamak’ davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları açmak kâfidir" (s.206). Her ne kadar bu cümlede, arayışın ve kapıları açmanın kâfi olduğunu ifade etse de eserin geri kalanında, kapıları açmayı değil kapıları yıkıp geçmeyi olumladığını okumaktayız. Bir sahne olarak gördüğü tabiatta, "kendi aktörlerimiz ve havamızla doldurmamızı" (s.207) mümkün kılacak bir yapılanma ancak, "biz"den olmayanların bu sahneden atılması, yok edilmesi ile mümkündür. Tanpınar’ın şerbeti, bir ölüm iksiridir. 

 

Kaynak

Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir. 45. Baskı. Dergâh Yayınları, 2019.