Edebiyat, salt metin olarak okunmak için değil tarih olarak yaşanmak için vardır ve her yeni okuyuş tarih olma hakkını geri kazanmak demektir çünkü. Talih şiirde tarihtir
06 Ekim 2016 13:30
Edebiyat, tarih için değil insan için vardır ve çokça tarih insana karşı icat edilmiştir. Hele tarihsellik işin içine karıştığında, bu kez insana karşı insan gibi daha çetrefil bir meseleyle karşılaşıyoruz. Tarih ve tarihsellik boynunu metne kaptırdığında sözün gözünü de karartır. Ancak, şair, zamanla metin ile şiir arasındaki farkı ayırt eder. Metin, ancak yazı olduğunda, kültürel geçmişi giyindiğinde açığa çıkarken, şiir yazı olmadan, ona rağmen ve ondan önce var olur. Geçmişe değil ilk olana “ilerleyen” kafa karışıklığından kurtulur. Şiir tekilliğe, bireye doğrudur. Kelimeyle irtibatı da bu özerk doğasından gelir.
Tarihi, sonunda söylenceye bağlayan zorunlulukla, şiiri sözün eline veren ontolojik zorunluluk bu noktada kesişiyor. Çokça birbirine karıştırıldı bizde tarihi şiire taşımakla, şiirin kendiliğinden tarih olması. Oysa teorik olarak da, Türkçe baştan beri söze yakın bir dildir ve şiir biçiminde doğmuştur. İlk yazılı kaynaklar, içerdikleri tarihi bilgilerden öte şiirsel öbeklerle doludur. Tarihsellik belki aklın ve kültürel tecrübenin ürünüyken, şiirin tarih olarak belirişi dilin gücü ve karakteridir. Şairin de elbette. Ece Ayhan şiirini, tarihe ait sayarken Mehmet Âkif’i tarihsele, metin olana kaydetmemiz bu yüzdendir. Ve buradaki karşıtlık kültüreldir, estetik değil. Ki kültür çokça amaç olduğu halde estetik hep sonuçtur.
Şiir, tarihsel olanın içinde değil tam da tarih olarak açığa çıkarken, dili ve onun yüklendiği tecrübeyi sadece dışa vurmaz geleceğe de taşır. Tarihsellik doğası gereği geçmişe dönmek zorunda olduğu halde, şiir hiç de geçmişe bakmadan, ancak geçmişi eleyip düzleyerek, yükünden arındırıp ruhunu sarınarak ilerler. Gelecek, şiirin tarih olarak ereği değil, ifade edilmesi gereken zorunluluğu olarak kavramlaşır. Yoksa, bugün gelecek diye görülen, ileride geçmiş olacaktır. Şiir bu çelişkiye, tuzağa düşmeksizin geleceğe göz kırpar sadece. Yahya Kemal şiirinin, geçmişe değil geleceğe bakmasıyla ve tarihselci değil tarih olmasıyla yetmedi bugün de temalarından bağımsız, estetik karakteri sebebiyle yaşıyor olmasıyla tipik bir örnektir. Kurtuluş Savaşı Destanı’yla Nâzım Hikmet bu vasfı hak eder. Şair, her zaman karmaşık, çokça yönlendirilmiş tarihi bilgiyi dil ve yaratıcılıkla tartarak onun ruhunu tarih olarak geri alır. Dileyen buradan yüksek felsefe üretir.
Dilsel salınım olmasaydı ve şiirin yüksek duyuşu içimizde çalkanmasaydı, olaylar dizisinin hepten mahkûmu olurdu şiir. Oysa şiir, tarihi aktüaliteyi olay olma vasatından olgu olma yüksekliğine taşıyandır. Şiiri tarihsel olanın yanında, içinde, uzağında veya yakınında değil de, kendisi olmanın vasfı içinde bulmamız bu yüzdendir.
Temalarını, enerji ve varlık gerekçelerini tarihsel olandan alma tuzağına düşenler, tarih olma hakkını çoktan yitirirler. Tarihsel olan, metnin ve anlatının, mantık ve tutarlılığın, şahıs ve mekan yanında belli bir zamansallığın da mahkûmudur. Şiiri, roman, öykü, tiyatro gibi edebi türlerden ayıran, envanter dışılığıdır. Bu türler doğaları gereği örgülü, bağlamlı ve bağlıdırlar. Şiir ise, kelimenin ilk hali gibi, hacimsiz, harfsiz, şekilsiz, bağımsız ve özgürdür.
Bunca büyük edebiyat eserine rağmen tarihteki kafa karışıklığı devam ediyorsa ne yapacağız? Şüphesiz yine edebiyata bakacağız. Edebiyat, salt metin olarak okunmak için değil tarih olarak yaşanmak için vardır ve her yeni okuyuş tarih olma hakkını geri kazanmak demektir çünkü. Talih şiirde tarihtir.