Sütçü’nün ettikleri

"İnsana o özlediğimiz eski, basit, yoğun okuma zevkini tam tattıran bir roman bu. Şiddetin, terörün, milliyetçiliğin, kutuplaşmanın, haklı tarafta olsanız bile haklılığı taşımakta nasıl tökezleyebileceğinizin çok yalın ve acımasız bir portresi..."

24 Eylül 2020 17:30

Anna Burns’ün Sütçü romanı Ağustos ayında Duygu Akın’ın çevirisiyle Türkçe yayınlandı. (İthaki Yayınları)

Sütçü her şeyden önce bir dil romanı. Kuzey İrlanda’da IRA terörünün zirve yaptığı, iç savaşın en yoğun günlerinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu ilk planda dilin kıvraklığıyla aktaran bir kitap.

O kıskaçta yaşamayı dilin kıskaçlarıyla gösteren, kuşatılmışlığı dilin dolambaçlarıyla yansıtan, gerçekliği çarpıtan o vahşeti ve hayatı cehenneme çeviren kötülüğü dili eğip bükerek temsil edebilen, özetle dili çok ustaca kullanan, ayrıca derin bir kara mizahla, her şeye rağmen de tutkuyla ve sevgiyle yazılmış bir roman.

Dilin baş kahraman olduğu bu kitabı Türkçeye kim nasıl çevirecek diye merak ederdim, Duygu Akın’ı kutluyorum. Bana göre birkaç ufak talihsiz istisna dışında, ki bir tanesine değinmeye çalışacağım, rahat okunabilir, akıcı bir dil kurabilmiş kitabı çevirirken.

Anna Burns’ün bu romanıyla 2018 yılında Man Booker ödülünü kazanıncaya kadar pek az tanındığını (ki bu üçüncü romanı) üstelik kronik rahatsızlığını dahi tedavi ettiremeyecek ölçüde dar gelirli olduğunu öğrenmek beni şaşırtmış ve üzmüştü.

Sütçü’yü yazmak, onun hayatını değiştirmiş.

Mekân, Kuzey İrlanda. Belfast’ta, büyük olasılıkla 1970’lerin sonunda bir zamandayız.

On sekiz yaşında isimsiz bir genç kadın kahramanımız var. Kitapta hiç kimsenin adını bilmiyoruz. Bu sayede herkes bir lakapla tanınıyor.

Belli tip davranışları örnekleyen takma isimler (Tabletçi Kız), kişinin belirgin bir özelliğini yahut takıntısını belirten tamlamalar (Nükleer Çocuk), bir akrabalık yahut  ilişki türü tanımlayan lakaplar (Üçüncü Kayınbirader, En Eski Arkadaş ) son derece güzel bir mizah unsuru sağladığı gibi bazen çok etkileyici bir eleştiri zemini de kuruyor.

Nitekim “sütçü” de aslında süt dağıtmakla hiç ilgisi olmayan, İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’na üye üst rütbeli bir paramiliter bölge sorumlusunun lakabı. Kahramanımız olan genç kıza musallat, onu taciz ediyor, evli bir adam olduğu halde onu metresi yapmaya talip, ama gayet metodlu, sabırlı, planlı bir şekilde yapıyor bunu, aceleyle üstelemiyor, kabalaşmıyor, yavaş yavaş kuruyor ağını. En olmadık yerde karşısına çıkıyor, onu zehirli diliyle kuşatıyor, bazen arabasına davet ediyor, onu koruyacağını ve ona hayatı kolaylaştırabileceğini ima ediyor.

Kızımızın hem bu tacize hem de içinde yaşadığı korkunçluğa karşı geliştirebildiği tek savunma, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak. Kendini olabildiğince sakınıyor, adama tek kelime etmiyor, arabasına binmiyor, kimseyle dertleşmiyor –çünkü ona inanacaklarından şüpheli– dolayısıyla susuyor, içine kapanıyor, diğer kötülüklere de mümkün olduğunca değmemeye çalışarak günü atlatmaya çabalıyor, fakat onu kuşatan gerçeklik, bu yöntemle baş edilecek bir gerçeklik değil.

Hele bir kaçış yöntemi var ki, onu koruyacak yerde, tersine hedef haline getiriyor. Bu yöntem de, kitap okumak. Ama öyle sıradan kitap okumayı kast etmiyoruz. Kızımız sokakta yürürken de kitap okuyor. Yürüyerek şehir merkezine, işe giderken, eve dönerken, sürekli gözü kitapta.

Fazla kitap okumanın zaten anormal sayıldığı, üstünlük taslamak gibi görüldüğü bir kültürde, hele iç savaş yaşanıyorsa, terör zirvedeyse, devlet güçleriyle o devlete karşı çıkan “retçiler” sürekli sürtüşme ve vuruşma halindeyse, bu gerçeklikten kaçmaya çalışmak, hem de kitap okuyarak kaçmaya çalışmak, o sıkışmış cemiyetin asla hoş görmeyeceği ve affetmeyeceği bir şey, belki de en büyük günah.

Bunun bir meydan okuma yahut başkalarını hiçe sayma gibi algılanması işten bile değil, bu yüzden damgalanmak da kaçınılmaz.

Nitekim, kızımız da bu yürürken okuma alışkanlığı nedeniyle, yaşadığı “retçi” mahallenin “dışlanmışları” arasında sayılıyor.

Burada minik çeviri notuma geliyoruz. Burns’ün kullandığı “beyond the pale” deyimini çevirmen “sınırı aşmışlar” diye Türkçeye aktarmış. Mantık doğru. Söz konusu olan, bir topluluğun normal ve kabul edilebilir saydığı davranış kalıplarının dışına çıkmak, “anormal” yani norm dışı davranmak, yani kabul sınırlarını aşmak. Ancak Türkçede  bunun yarattığı sonuçla, yani dışlanmakla karşılık bulması, bölgenin anormal sayılan kişilerinin “dışlanmışlar” diye tanımlanması, bence daha doğru olurdu. Çevirmenin aynı bağlamda birkaç kez kullandığı “meczuplar” kelimesi bile daha uygun olabilirdi.

Kahramanımız sustuğu için, kimseye fikir danışmadığı yahut bilgi vermediği için, mahallede hakkındaki dedikodular ayyuka çıkıyor, dedikodunun en kötücül düzeyde geçerli olduğu bu sıkışmış cemaat, onun sütçünün metresi olduğuna çoktan inanmış durumda, annesi de öyle inandığı için sürekli peşinde, ona nutuklar çekiyor, gerçeği söylese bile ona inanmıyor, böylece kimsenin de artık inanmayacağı anlaşılıyor. Kahramanımız iyice zor durumda.

Bu arada, kendinden daha büyük üç kız ve üç erkek kardeşle, kendinden daha küçük üç kız kardeşin tam arasında doğduğu için lakabı da “ortanca kız kardeş”.

Kürtajın tabu olduğu koyu Katolik bir kültürde kadınların en az onar çocuk doğurduğu bir dönemdeyiz. Üstelik kardeş ölümleriyle, kardeş sürgünleriyle, kardeş hapisleriyle yaralanmış, olaylardan fazlasıyla nasibini almış bir ailenin kızı.

Bu travmalar yüzünden, erkek arkadaşıyla ilişkisini bile güzel yürütemiyor. Onlar birbirleri için “belki erkek arkadaş” ve “belki kız arkadaş” olmaktan öteye gidemiyorlar ve ilişkileri de “belki ilişki” olarak çeşitli çıkmazlara giriyor.

Kitabın sonlarına doğru, kahramanımızın ilkokuldan beri en yakın arkadaşı, hatta şimdilerde hayatında kalan son ve tek yakın arkadaşı, kendisi de faal bir paramiliter olan “En yakın arkadaş”, ona bir ayar çekmek ihtiyacı hissederek kızımızı buluşmaya çağırıyor ve ona durumu güzel özetliyor.

Kahramanımız “yürüyen kız” yahut “okuyan kız” olarak dışlanmışlar arasında yerini aldığını ilk kez öğrenmenin şokunu yaşıyor.

“En yakın arkadaş” ise ailesinde tek kişinin bile sağ kalmadığı, öylelikle radikalleşmiş, ama hâlâ eski dostuna değer veren bir genç kadın.

“En yakın arkadaş” romanda o noktaya kadar küçük harfle “sütçü” diye bilinen paramiliter adamdan ilk defa büyük harfle “Sütçü” diye söz ediyor, bunun yüksek payeli ve özel bir takma isim olduğunu ilk defa anlıyoruz. “Ortanca kız kardeş” de ilk defa anlıyor.

“En yakın arkadaş”ın şu sözleriyle, kahramanımız gerçek durumunu nihayet bütün açıklığıyla kavramaya başlıyor:

“...hem yürürken okuma işini yapıyorsun, hem neredeyse ifadesiz dolanıyorsun, hem de karşı tarafa bir şey vermiyorsun, bu da yetersiz kalıyor. Bu yüzden onlar da seni bırakıp sıradaki kişiye geçmiyor. Evin başına yıkılır arkadaş” dedi, “mağrurluğu bırakmazsan. Seni mağrur görüyorlar çünkü. Sırf Milkman’le yatıyorsun diye…” “Yatmıyorum!” “...Yattığın sanılıyor diye, mağrurluk yanına kâr kalır gözüyle baktığını sanıyorlar. …. Ama şunu bil ki ...onlar açısından zor hattın içine düşmüş birisin.”

 

Ortanca kız kardeş’in içine düştüğü bu zor hattan nasıl çıktığı, romanın da hikâyesi. Kahraman bütün bu olayları ve hayatının bu dönemini bize sonradan anlatıyor, aradan geçen zamanın sağladığı mesafeyle ve perspektifle bakarak hikâye ediyor yaşadığı deneyimleri.

Anna Burns bu anlatım yöntemini seçerek, kahramanına olayları yaşarken anlatıyor olsa asla sahip olamayacağı bir gözlem ve tahlil gücü kazandırmış. Artık tecrübe edinmiş ve her şeyi bilen, bakış açısı ayrıcalıklı birinci tekil şahıs bir anlatıcı var karşımızda.

Bu roman bir büyüme ve yetişkinliğe adım atma romanı değil, yani “bildungsroman” okumuyoruz, bu bir geriye dönüp hatırlama, geçmişi anlatma romanı. Çok büyük olasılıkla Anna Burns’ün geçmişinden gözlemler içeriyor. Tiplemeler çok canlı ve çok başarılı.

Romanın çok hoşuma giden birkaç ögesi daha var. Birisi, kadınların durumunu ve rolünü çok güzel betimlemesi. Belli ki, erkeklerin dünyasındaki bütün o böbürlenmeye, dayılanmaya ve şiddete rağmen, o koşullarda ortalığı gerçekten çekip çevirenler, herkesi ayakta tutanlar ve hayatı asıl yönetenler kadınlar.

Mahallede gelişen ve tabii kötü gözle bakılan ufak kadın hareketinden ve feministlerden tutun da, bütün gününü dua etmekle geçiren, ama asıl gerektiği zaman herkesin yardımına koşan şifacı kadınlara kadar, günlük hayatı her boyutuyla omuzlarında taşıyan, hastaları ve yaralıları iyileştiren, paramiliterler baskıyı çok arttırıp fazla ileriye giderse onlara kafa tutan, devlet güçlerinin sokağa çıkma yasağını çiğneyen, her haksızlığa baş kaldıran, gene kadınlar.

Ortanca kız kardeşin annesi de böyle bir kadın.

Romandaki çetrefil anne-kız ilişkisi ve aile dinamiği, ikinci en sevdiğim unsur.

Hem çatışarak hem sevişerek, kuralsızlık içindeki sıkı kurallarla boğuşarak, hayatta kalmaya çalışan bir anneyle bir kızın mücadelesi bu. Dul annenin gençlikten yarım kalmış aşkı da tamamına eriyor romanda, bu sefer sahici sütçü, gerçekten sütleri dağıtan bir karakter söz konusu. 

O da dışlanmışlardan birisi ve onun lakabı “kimseyi sevmeyen adam” ama bu haksız bir lakap, çünkü bu sahici sütçü, kahramanımız dahil herkesin yardımına koşan, gerçekte sevgi dolu, ancak kendi tarafında bile olsa baskıya ve tahakküme asla taviz vermeyen, dolayısıyla da bunu hak edenlere ters davranmakla ün yapmış birisi.

Anna Burns bu çarpıcı tiplemelerle çok gerçekçi ve çok özgül bir mikrokozmos yaratmış ve bu küçük dünyada, büyük dünyanın her güçlüğünü ortaya serdiği gibi, kişisel dramları da etkileyici şekilde kesiştiriyor birbiriyle.

Kitabın diğer sevdiğim unsuru tam da bu, politikadan hiç söz etmeden, kimin haklı kimin haksız olduğuna asla değinmeden, taraf tutmadan, çıkışsız bir politik çılgınlığı ve insanların üzerinde yarattığı korkunç etkiyi bütün çıplaklığıyla, anatomi dersi gibi masaya yatırıyor.

Romanın bende hiç beklemediğim kişisel yankıları da oldu.

1980’li yılları İngiltere’de geçirdiğim için, büyük şehirde her an bir terörist saldırı olabileceği tehlikesiyle yaşamayı ilkin Londra’da öğrendim, sonradan, 1990’larda Türkiye’de terörün, iç savaşın, kutuplaşmanın, biz ve onlar ayrımının, bizim taraf-karşı taraf çatışmasının başka boyutlarıyla tanıştım.

Londra’da oturduğum yıllarda ise sürekli izlediğim haberler, çevremdeki gelişmeler, gördüğüm filmler ve tiyatro oyunları, okuduğum başka kitaplar, Kuzey İrlanda’nın kaderiyle ilgili zaten yakın bir aşinalık yaratmıştı. Anna Burns’ün kitabı o hatıraları canlandırdı.

Ama daha önemlisi, son yıllarda Türkiye’de yaşadığım deneyimle roman arasındaki koşutluk. Tıpkı “Ortanca kız kardeş” gibi ben de, uzun zamandır çevremde olan bitenle ilgilenmemeye çalışıyorum, içime kapanarak ve tabii bolca kitap okuyarak ayakta durmaya çalışıyorum ve işin tuhafı yürüyerek okumak, sokakta yürürken okumak ve yazmak benim de sürekli yaptığım bir şey.

Bu davranışımın soruna bir çare olmadığını, hatta daha zararlı olabileceğini bilsem de yapmaya devam ediyorum. Sütçü romanında “Ortanca kız kardeş” de aynen böyle davranıyor, nedeni de ayakta kalabilmek için başka yöntem bulamaması. Tıpkı benim gibi. Gidişe dur diyemeyen bir kırılganlık, bir çaresizlik söz konusu.

Romanda çok sevdiğim bir başka kaçış motifi de, “Ortanca kız kardeş”in sadece on dokuzuncu yüzyıl romanları veya daha eski yapıtlar okuması, çünkü kendisinin de defalarca belirttiği gibi yirminci yüzyıldan nefret ediyor. Hem komik hem acı bir motif bu, üstelik gene bende kişisel karşılığı var, ben de yirminci yüzyıldan nefret ediyorum, daima nefret ettim, ömrümün çok büyük bölümü o yüzyılda geçtiği halde. Bu motif beni güldürdü, içimi acıttı, dahası dönüp kendime tekrar bakmamı sağladı, ki bir romandan bekleyebileceğimiz en büyük başarıdır bu.

Romanı okuduğumda karşıma çıkan böyle benzerlikler, böyle kişisel yankılar, beni çok etkiledi. Ayrıca yazarın bu kahramanın gözünden söz konusu kırılganlığı ve çaresizliği  çeşitli yönleriyle tahlil etmesi romanı daha da güçlü kılıyor.

Anna Burns’ün ilk romanı No Bones, aynı meseleyi bu sefer daha ufak yaşta bir kız çocuğunun ve sorunlu ailesinin çevresinde ele almış. Diğer romanı Small Constructions ise, organize suç işleyen bir ailenin hikâyesi.

Sütçü, bir yandan da İrlandalı kadın yazarların son yıllarda yaptığı önemli çıkışın bir örneği. Anna Burns ve çok sevdiğim bir başka İrlandalı kadın yazar Ann Enright, aynı yaştalar, ikisi de 1962 doğumlu. Diğer tarafta ise ilk romanı Normal İnsanlar ile hemen ilgi çeken Sally Rooney, 1991 doğumlu.

İki kuşak arasındaki fark çok belirgin olmakla birlikte, genel olarak son yirmi beş yılda İrlandalı kadın yazarların bir zamanlar James Joyce ve Samuel Beckett kuşağının başarısı kadar önemli bir edebiyat atılımı yaptıklarını söylemek mümkün. Yapıtlar o eski, modernist dönemde olduğu ölçüde deneysel değil belki, ancak roman sanatına yaklaşımlarında çarpıcı bir kültürel kendine güven, büyük bir yaratıcı rahatlık hemen seziliyor. 

Bu çok önemli bir husus. Dünya edebiyatında zaten, Türkiye de dahil, genel olarak kadın romancıların daha çok öne çıktığı, büyük uluslararası ödüller kazandığı, roman sanatında erkeklerle başat gittikleri, hatta daha ileriye geçtikleri bir gerçek. Dönemin ruhu böyle.

Kadın romancılar nihayet ciddi ölçüde tarih yazmaya, hayatı sorgulamaya, bellek çalışması yapmaya başladılar, toplumsal cinsiyet meselesini de giderek daha çok gündeme getiriyorlar. Sütçü de aslında hem yazarın geçmişe bakışıyla, hem de kahramanın kendi geçmişini anlatmasıyla, tam bir bellek çalışması.

Şiddetin, terörün, milliyetçiliğin, kutuplaşmanın, haklı tarafta olsanız bile haklılığı taşımakta nasıl tökezleyebileceğinizin çok yalın ve acımasız bir portresini çizmiş Anna Burns.

Romandaki karakter ve durum zenginliğine, hünerli ve dolambaçlı olay kurgusuna burada ayrıntısıyla girmem mümkün değil, ancak İthaki Modern dizisinin bu sezonun en okumaya değer çeviri romanlarından birisini yayınladığını, hem de bunu tertemiz, özenli bir baskıyla okura sunduğunu söylemekle yetiniyorum.

İnsana o özlediğimiz eski, basit, yoğun okuma zevkini tam tattıran bir roman bu ve yayınevi de kapak tasarımından, cildin boyutuna, elinizdeki tutuş rahatlığına kadar bu okuma keyfinin tam hakkını vermiş.

•