Hep Sondan Başlar’a yazılmış bir eleştirimtırak

"Hep Sondan Başlar, kronolojik bir roman değil ama karmaşık olmaya çalışıp sürprizlerle okuru faka bastırmaya uğraşan, anlaşılmazlık perdelerine bürünüp derinmiş havası yaratmaya çalışan bir kitap hiç değil. Zaman ve mekânda serbestçe dolaşırken olay örgüsünün kurulumuna bizi de katan bir anlatımı var. Hikâyeyi, hikâyenin kahramanlarıyla birlikte örüyor okur."

24 Eylül 2020 18:30

J.R.R. Tolkien 1948 yılında C.S. Lewis’e yazdığı bir mektupta şöyle demiş:

"Ben bir eleştirmen değilim. Bir eleştirmen de olmak istemiyorum.* (…) Çünkü ben genellikle sadece “beğeni”yi dile getirmeye çalışıyorum, evrensel bir geçerliliği olan eleştiriyi değil. (*Her ne kadar geçerli ve makul bir şekilde etkileyici de olsa, “eleştiri”nin söyleyecek özel bir şeyleri olan yazarların ayağına bağ olduğunu düşünüyorum. İp cambazlarının çok çalışmaya ihtiyaçları olabilir ama eğer bir denge teorisi geliştirmeye kalkarlarsa, zarafetlerini kaybetmeye başlarlar (ve muhtemelen düşerler). Gerçekten bunun bir yazar olarak senin ayağına bağ olduğunu düşünüyorum."[1]

Eleştiri konusundaki fikirlerim sanırım Tolkien’inkinden de sert. Eleştirilerin okurları güttüğünü, eserleri de sınırladığını düşünüyorum. Edebiyatın şanındandır, aynı metni okuyup ayrı yorumlamak mümkündür. Hatta öyle de olmalıdır. Yeter ki yorumunuz öyle işkembe-i kübradan çıkmasın. Yorumunuzu destekleyebilecek açıklamalarınız olsun. Ben böyle yorumladım çünkü… diyebilesiniz.

Neden mi böyle bir girizgâh? Hayatım boyunca bu kadar karşı çıktığım bir şeyi yapmaya kalkışmanın verdiği vicdan azabıyla muhtemelen. Hayatımda ilk kez eleştirimtırak bir şey yazıyorum bu kadar karşı olmama rağmen ve bunu önce kendime izah edebilmem lazım. İşin aslı, böyle bir şeye kalkışmamın nedeni Hep Sondan Başlar’ı okuduktan sonra içimde bastıramadığım bir dürtünün peydahlanmış olması. Kitap hakkında hissettiklerini yaz, diye. Benimkisi bir inceleme yazısı veya tam anlamıyla bir eleştiri olmayacak. Bu, hayatının otuz beş yılını edebiyat içinde geçirmiş, çeviriler yapmış, biraz da kendi yazmış birinin, okuduğu ve etkilendiği bir kitap hakkında hissettiklerini paylaşması olacak.

Neden böyle bir kaygıya düştüm, onu da peşin peşin söyleyeyim. Bence bir ilk roman olan Hep Sondan Başlar hakkında yeterince yazılmıyor, çizilmiyor. Roman fark edilmeden bir köşede unutulursa ya, diye telaşlandım.

Kitabı edebi tercihlerini beğendiğim bir arkadaşımın tavsiyesiyle okudum; o bana tavsiye etmeseydi muhtemelen farkına bile varmayacaktım ve bana hiç dokunmadan geçip gidecekti. Okuyunca belki de bir çevirmen olarak beni en etkileyen şeylerden biri kitabın üslubu oldu. Meslekî deformasyon da diyebiliriz buna; muhtemelen sıradan bir okurdan daha hassas oluyor insan dilin kullanımı ve bu kullanımla bir üslup yaratılması konusunda.

Evet, yazarın keskin bir üslubu var! Onu hemen ayıran bir üslubu. Kendine has bir söyleyiş tarzı. Evet, son zamanlarda gitgide tekdüzeleşen, birbirini tekrar eden, dilin kıvrak kullanımından uzaklaşmaya başlayan veya zorlama bir üslup yaratmaya çalışan anlatımlar arasında hemen dikkat çeken bir üslubu. Gördüğüm kadarıyla bir süredir Türkçenin düpdüzgün kullanılması, bütün cümlelerin ütülenmişçesine dümdüz olması gerektiği düşünülmeye başladı. Bütün cümlelerin kurallara uyması gerektiği ve böyle olduğunda da bunun iyi bir metin anlamına geldiği yönünde yaygın ve yanlış bir yaklaşım var. Devrik ve düşük cümleler bir hata olarak algılanıyor adeta. Okumayı yavaşlattığı düşünülür oldu. Hatta maalesef bazı yayınevleri çok yaygın olmayan ve bilinmeyen kelimeler kullanılınca da rahatsız oluyor, okurları zorlamak istemiyor. (Puslu Kıtalar Atlası’nın son basımlarında Osmanlıca kelimelerin hemen yanına parantez açılarak yeni Türkçelerinin yazıldığını duymuş, kitabın bütün akıcılığının, büyüsünün bozulmuş olduğunu düşünmüştüm. Öyle olup olmadığının sağlamasını yapmamıştım, sonradan böyle bir şeyin aslı astarı olmadığını öğrenince sevindim, yayınevinin günahını aldığım için de üzüldüm.) Oysa bana soracak olursanız insan her kitapta bir kelime öğrenip kenara koysa hiç fena olmaz.

Bu bir ilk roman ama evet, bir üslubu var. Kendine has bir dili var. Kendi içinde bir müziği, bir ritmi, devrik ve yarım kalan cümleleriyle samimiyet yaratan bir akıcılığı var.

“Ben ki, artık muteber bir şair addediliyorum düşün ki, benim işimden daha eski, söylemesi ayıp ancak orospularınki. Bu kadar tarihine rağmen, aşk şiiri yazmaya kalktığım zaman bir gör beni! Tarihin bütün sayfaları, papirüsten parşömene üstüme üstüme geliyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Yine düşün ki, bu sadece aşkı şiire dökmeye çalıştığım zamanki halim. Peki, bu denli zavallı bir zat âşık olursa nice olur, hiç düşündün mü? Eminim ki, düşünmedin.” (s. 238)

Hep Sondan Başlar, kronolojik bir roman değil ama karmaşık olmaya çalışıp sürprizlerle okuru faka bastırmaya uğraşan, anlaşılmazlık perdelerine bürünüp derinmiş havası yaratmaya çalışan bir kitap hiç değil. Zaman ve mekânda serbestçe dolaşırken olay örgüsünün kurulumuna bizi de katan bir anlatımı var. Hikâyeyi, hikâyenin kahramanlarıyla birlikte örüyor okur. Her okur kendi derinliği ölçüsünde, kendisine bir hikâye çıkartıyor kitaptan aslında.

Shakespeare’in başarısının, bütün karakterlerine aynı mesafede olmasından kaynaklandığını düşünmüşümdür hep. Yani iyiyi iyi yapayım derken, kötü karakterini yüzeysel bırakıp çamur atmaz ona. Ona daha az konuşma hakkı vererek kendini savunmasına engel de olmaz. Kötü karakterini konuştururken de bakarsınız konuşan Shakespeare’dir ve söyleyecek çok şeyi vardır. Yazar “yaratıyorsa” eğer eserini, en azından iyi ile kötü karakterini ayırmayan, birini kayırmayan, hepsinin hakkını veren bir yaratıcıdır Shakespeare. O yüzden Lady Macbeth’i bile anlayabilirsiniz, handiyse hak verirsiniz. Suat da böyle bir karakter mesela, yazar onun da hakkını teslim etmiş. Ve bunu ustalıkla yapmış, yani Suat’ın yanlışlarının nedenlerini anlamamızı sağlarken, bunu abartıp cılkını çıkartmamış, tam dozunda verebilmiş. O bağlamda bütün karakterleri gerçekçi ve gerçek. Hepsi bu hayatta var olan, rastlanabilecek insanlar. Yapılan yanlışlar da, tıpkı hayattaki gibi, makul sebeplere dayanıyor. Hepsinde kendinizden bir parça bulabiliyorsunuz.

Yazar, söylemiş olduğum gibi hikâyesini tek bir ağızdan anlatmıyor. Ana hikâyeyi, herkes kendi hikâyesini anlatırken, okur olarak biz anlıyoruz. O yüzden birlikte örüyor insan hikâyeyi, demiştim. İyisi ve kötüsü, doğrusu ve eğrisiyle bütün karakterlerine aynı mesafede kalabilmeyi başarmasının bir nedeni de bu olsa gerek. Hatta romanın başından anlayamıyor insan başkarakterin kim olduğunu. Kitabın ilk bölümünü bitirip ikincisine geçtiğimde, “aa, hikâye kitabıymış, ben roman sandıydım” dediğimi bile hatırlıyorum. Her bölüm biri tarafından, kendi ağzından anlatılırken tabiidir ki kendi görüş açısından anlatır yaşananları. Her bölümün başkarakteri kendisidir aslında. Ve hatta belki herkes kendince okurken romanı, kendi başkarakterini farklı seçebilir bütün içinde. Benim için Ece’yse, bir başkası için Suat veya Timur olabilir. Roman belli bir dönemde, yani altmışlı yıllarla iki binli yıllar arasında yaşanmış bazı olayların, yaşayanlar tarafından anlatılmasıdır. Bir iç muhasebedir. Herkesin bir iç muhasebesi.

“Birazdan çıkarım yukarı. Çıkmasam yukarı? Sadece burada dursam?

Neden sadece yazmaya, okumaya ayıracağın bir hayatın yok Suat? Neden bin bir gereksiz iş hep senin üstünde? Neden hep böyle kendi kendine konuşup durursun? Bu düşünceler kirletiyor kafamı, sadece şiir yazmak istiyorum, hem de en kafiyelisinden.” (s. 39)

Kitabın olay örgüsü hiç duyulmadık bir hikâye değil. Zaten romanda önemli olan bu olayların kendisi değil, olay örgüsünün bize aktarılış, anlatılış biçimi. İşleniş biçimi. Okurun yaşananlara inanabilmesi. Detayların okuru rahatsız etmemesi. Olayların okuru ikna etmesi. Madem Shakespeare’le başladım, onunla devam edeyim. Shakespeare’in son yazdığı piyes Fırtına hariç, hiçbir eserinin olay örgüsünün kendisine ait olmadığı söylenir. Bütün yazdıkları hep kendisinden önce yazılmıştır, Romeo ile Juliet dahil, Romeo ile Juliet olarak üstelik. Ama bir tek onunkiler hatırlanır. Neden? Anlatış biçiminden. Anlattığı hikâyeden değil. Bunun en önemli sebeplerinden biri de biraz önce de anlatmaya çalıştığım gibi insanlarının gerçek olması bence. İşte Taçlı Yazıcıoğlu’nun karakterleri de o kadar ikna edicidir, bildik bir hikâyeyi o kadar güzel anlatırlar ki, insan her ne kadar bambaşka bir hayat yaşamış olsa da kendini o olayların bir parçası hisseder. Kendinden bir şeyler bulur. İnsanın evrenselliğidir buradaki payda. Olaylar, yaşayış biçimleri değil, insanların o iç muhasebeleri, yaşadıkça etraflarını anlamaya çalışmaları, olaylara ve çevrelerine uyum sağlamaları veya sağlayamamaları, kendilerini bulmaları veya bulamamalarıdır.

“İşte böyle, yazmaya ara verdiğimde paragraf aralarına çiçek koysam daha iyi olur sanki. Çiçekler her zaman güzeldir. Ara verirsem kafamı daha iyi toparlayabilirim. İlk bilgisayarla mı tecrübe etseydim acaba? Belki sonra temize geçiririm. Ece geçen gün tecrübe etmeyi denemek diye düzeltti. Bilgisayarda olursa silmek mümkün olur. Bunda silemiyorum. Nasıl düşünürsem öyle.

Ne çok kelime değişiyor dilde! Gerçi Ecem sayesinde hiç Türkçe kitap sıkıntısı çekmedim, ama yaşamak farklı. Hizmetkâr bile ‘yardımcı’ olmuş. Vaktiyle ben ona anadilini öğretirken, şimdi o…” (s. 137)

“Peki kızma, devam edeceğim yazmaya, iyi de olmaya çalışacağım. Gece yatarken düşündüm, eğer Ece bunları okursa bir gün, belki o kadar da kötü bir şey olmaz. Kim istemez ki, annesinin bir zamanlar gerçekten neler düşündüğünü, hangi iştiyakla hareket ettiğini? Belki sonra bütün bunları da teferruatlı da anlatırım. Hatta bir gün belki bilgisayara geçerim. Ama şimdi kâğıt kalem kullanmak daha rahat sanki. Ellerim ağrısa da…” (s. 154)

“Gençliğin kokuları burnumda, Ece’ye tekrar baktım. Acı dolu güzel yüzüne, Tunç’a yaslanmasına, arada gözlerinin dolmasına… Bu Ece’ydi. Ece asla benim kadar budala olamazdı.

Daha mı çok görüşseydik onunla? Fazla muhabbet, tez… Hem ada dostlukları adada… Böylesi daha iyiydi. Görüşmeyince ayrılık da olmazdı.” (s. 235)

Bu bildiklik hissini veren nedenlerden biri yazarın karakterlerine tarafsız ve gerçekçi yaklaşımıysa, biri de üslubu. Dili kullanış biçimi. Samimi, sohbet eder gibi anlatımı. Hani eve eski bir arkadaşınız gelmiş, yıllardır görmüyorsunuz, hayatlarınız bambaşka yönlerde ilerlemiş, bambaşka noktalardasınız. Bilmem kaç yıl sonra kaldığınız yerden muhabbetiniz başlıyor. Başından neler neler geçmiş. Demlemişsiniz bir çay, bir yandan o anlatıyor, bir yandan siz dinliyorsunuz. Öyle samimi, insanı içine çeken, akıcı bir üslup. Olaylar belki size uzak ama bir o kadar da yakınınızda.

“Aman canım, boş verelim artık bu tatsız konuları. Şimdiki zamana geri döneyim. ‘Şimdi’ her zaman daha ilginç. Bak geçende ne oldu?

Bir süre önce rastlantı eseri, geçmişte seninle ilişkisi olan eski bir tanıdığıma rastladım. Hoş, güzel, oldukça da akıllı bir kadın. Zevklerin de, karakterin de pek bir sabit kalmış! Laf lafı açtı, ona da benzer bir yalan söylediğini öğrendim. Yalnız bu sefer ‘Sevgilim var’ demişsin.” (s. 73)

Kitapta takdir etmeden geçemeyeceğim bir konu da, yazarın bir kadın olmasına rağmen erkek karakterlerine olan hâkimiyeti. Erkek karakterlerin diyalogları, düşünceleri, hisleri… çok cesurca, çok güzel yakalanmış ve aktarılmış. Genellikle erkek egemen dünyada, ister istemez edebiyatçılar da daha çok erkek. Ve onlar kadın karakterlerini konuştururken bu çok doğal karşılanıp, yaptıkları hep doğru bulunurken, kadın edebiyatçılara fazladan bu konuda da yüklenilir ya, bence Taçlı Yazıcıoğlu’ya yüklenemeyecekler.

“Yağmur kesilmişti, ama hava soğuktu. Kasım ayından niye bu kadar nefret ederim ki? Hangi ayı severim? Ne bileyim!

‘Hangi rengi seversin?’, ‘Burcun ne?’: Nefret edilesi kadın soruları bunlar.

‘Sana ne kızım rengimden, burcumdan?’ diye patlamaya az kalır. Sormayan kadın var mıdır? Niye bana rastlamaz? Nerede o mükemmel, o sıra dışı, extraordinaire kadın? Varsa da sana mı âşık olur sünepe Suat? Olur. Aslında olmaz ama, ben onu âşık ederim. İllaki ederim. Vallahi de ederim, var mısın iddiaya? O sünepeliğin vardı ya oğlum Suat, çoktan mazide kaldı.” (s. 37)

Birkaç katman var romanda. Bir ana olay örgüsü. Bir İstanbul’un hikâyesi. Bir de altmışlardan bu yana toplumun evrilişi. İstanbul’un hikâyesini aslen İstanbullu olmayan biri nasıl anlatabilir, diye aklınıza takılmasın. Attilâ İlhan değil midir en güzel İstanbul hikâyeleri anlatan bir İzmirli olarak? Kitapta arka planda bir İstanbul yaşar. Yaşadığını hissedersiniz. Silik bir fon değildir sadece. Ve altmışlar ile iki binler arasında gidip gelerek yaşar.

Kitabın alacağı olumsuz eleştirilerden biri de yeterince karamsar olmaması, bu yüzyılın kaosunu yansıtmaması vs. olabilir. Son dönemdeki edebi eserlerin çoğunda bu umutsuzluk, karamsarlık ve bunlara dikkat çekmek amacıyla insana bir tokat atıp da kendine getirmek için kullanılan şiddet unsurları gerekli gereksiz, bol miktarda işleniyor, malumunuz. Ve öyle bir noktaya geldi ki, mutluluktan, huzurdan bahsetmek “out” oldu adeta. Yeterince karamsar değilse, yazdığınız hikâye veya roman ve dahi şiir “yüzeysel” olarak görülmeye başlandı. Bunları yapmıyorsanız sanata, edebiyata ihanet ediyorsunuz diye kabul ediliyor sanki. Buna cevabı Ursula K. LeGuin’in ağzından vermek istiyorum:

“Ne yazık ki bizler artık neşe sözcüklerini pek dile getirmez olduk. Tüm tebessümler mazide kaldı (…) Sorun şu ki bizim kötü bir alışkanlığımız var, ukalalar ve entellerin özendirdiği kötü bir alışkanlığımız: Mutluluğun budalaca bir şey olduğunu farz ediyoruz. Bize göre yalnızca ıstırap, üzerinde konuşmaya değer, yalnızca kötülük ilginçtir. Sanatçının ihaneti diye kabul ettiğimiz şey şu: kötülüğün bayağılığını ve ıstırabın korkunç sıkıcılığını kabullenmeyi reddetmek.”[2]


[1] Humphrey Carpenter, The Letters of J.R.R.Tolkien, London, HarperCollins, 1995.

[2] Ursula K. Le Guin, The Ones Who Walk Away From Omelas, New York: Harper Perennial.