"Onların nasıl katil olduklarından çok, nasıl ‘Akıllı ol...' diye bağırdıklarını, nasıl erkek olduklarını, niye kasıldıklarını, ne diye gerindiklerini daha yakından görmek için..."
01 Mart 2018 15:12
Bazılarımızın sözü zamanın aşındırıcılığına dayanır. Geçerlilik sınavını vermek, sahici olmak ve hakikate denk gelmekten kaynaklanır bu dayanma gücü. Öngörüye, sağduyuya, billur ve derinlikli bir zekâya delalet eder. Aynı zamanda tespitlerin eskimediğini, yani bir şeylerin pek de değişmediğini gösterir. Sosyolog-yazar Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabı işte bunların tamamı ve çok daha fazlasıdır.
İlk baskısını yaptığı 2008’den bu yana giderek daha çok tartışıldı, daha çok paylaşıldı Sürüne Sürüne Erkek Olmak. Akademiyi soyut kuramlardan mütevellit korunaklı bir fanus olarak kurgulamayan, tam tersi, hayat gerçeklerini sınamak üzere günlük rutinlerin karşısına çıkaran bir bilim kadını hiç şüphesiz hakikati iliğinden yakalar. İşte bu “erkeklik eşikleri” hakikati, militarizm ve milliyetçiliğin son sürat tırmandırıldığı bugünlerde yeniden ince ince okunmayı hak ediyor.
Kitabın yazıldığı yıllarda da iklim yine aynı tehlikeli bileşimi içeriyordu. Tam da bu yüzden Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Agos Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in barış adına çıktığı yolda 19 Ocak 2007 günü gazetesinin önünde öldürülmesi sonrasında hâlâ savurduğu tehditlerle ekranda beliren Yasin Hayal’in suretiyle başlıyordu. “Televizyonda O’nun suretine hayretle ve azapla bakarken karar verdim bu işe. Sert kılmaya çalıştığı gergin yüzünü gösterip ‘Akıllı ol…’ diye bağırdığı zaman. Titredim. Ülker Sokak’ta travestilerin camlarını indiren, ortalığı ateşe boğanların bakışlarını hatırladım hemen. Ve Bursa’da ‘trolara ölüm…’ diye bağıran taraftarların yüz ifadelerini… Sonra ‘Akıllı Ol…’ üslubuyla gerilen suretler ve kadınların iyi tanıdığı başka anılar üşüştü zihnime. Ben bunlarla ne yapacağım didinirken, ‘bir bebekten katil yapan zihniyeti’ sorgulama çağrısıyla başladı yolculuğum. Bu ‘katile’, bu ‘erkeğe’, bu ‘çocuğa’ feminizmin penceresinden bakmak istedim.”
İşte bu şekilde gösterdi Pınar Selek militarizmin, milliyetçiliğin, ırkçılığın ve ataerkinin o ortak ağlarını. Ülker Sokak’tan bahsetmesi boşuna değil. Sosyal bilimleri hayatın atar damarından birebir deneyimlere dayalı olarak kuran Selek 1996’da rant uğruna yaşadıkları mahallede, evlerinde abluka altına alınan, sonunda burada yaşayamaz hâle gelen transların yaşadığı o büyük linç harekatını ve buna karşı verilen mücadeleyi doğrudan sokağın yine birebir tanıklıklarla Maskeler Süvariler Gacılar –Ülker Sokak: Bir Dışlanma Mekânı başlığı altında araştırmış, “Ben bu çalışmayı yaptığımda, 25 yaşındaydım. Yırtıldığım, sarsıldığım, yeniden doğduğum yıllardı. Ülker Sokak, bu parçalayıcı kaos içinde, benim bugünkü şekillenmemi doğrudan etkileyen en önemli deneyimlerimden biriydi” demişti. Bunu Türkiye’de barış kültürüne katkısı olmuş kişi ve örgütleri yine yakın tarihin tüm toplumsal ve siyasî deneyimlerini ele alarak işlediği Barışamadık adlı kitap izledi.
Onun kitaplarını Gezi Direnişi günlerinde park forumlarında okurduk… Ne de olsa o, sokağın ve dayanışmanın gücüne çok önceden inanmış, düzenin bireyi edilgen kılma mekanizmalarını bir bir ifşa etmiş, kurban rolünü reddedenlere ilham vermişti. Başka bir hayat gibi bugünden bakınca, değil mi?..
Şimdi şiddetin, baskının, adaletsizliğin, savaş çığırtkanlığının orta yerinde işte bir kez daha onu okuma vakti. “Onların nasıl katil olduklarından çok, nasıl ‘Akıllı ol...’ diye bağırdıklarını, nasıl erkek olduklarını, niye kasıldıklarını, ne diye gerindiklerini daha yakından görmek için araştırmaya başladım” diyen Pınar’a yönelme vakti. Ataerkil düzen içinde erkekliğin kuruluş sürecinde askerlik hizmetinin etkilerine yoğunlaşan çalışması, özellikle erkeklik miti ile şiddet ve iktidar ilişkileri arasında sıkışan erkek kimliğini feminist bir bakış açısıyla anlamaya ve anlatmaya çalışıyor ısrarla. Tam da ihtiyacımız olduğu hâliyle…
Askerlik deneyimlerini erkek kimliğinin oluşumu ve iktidar ilişkilerinin üretilmesindeki rolü açısından ele alan çalışmasında sözlü tarih yöntemini benimsemişti Pınar Selek. Hiç eskimeyen bu kitap, farklı sınıfsal, kültürel, ideolojik geçmişe sahip değişik yaş ve meslekten 58 erkekle yapılan görüşmelerden oluşuyor.
Selek, erkeklerin kendi deneyimlerini doğrudan bir kadına anlatmalarının zorluğunu da kaale alarak bu aşamada Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar’dan destek almış. Ama işin en çarpıcı yanı, erkek görüşmeciyle de olsa otosansürün devreye girmesi. Bakmayın davul zurnalı, kornalı, konvoylu uğurlamalara, sıra kayıtlı görüşmelere geldiğinde türlü kaygıların devreye girdiği ve görüşülen kişilerin isimlerinin açıkça yayımlanmasından çekindikleri ortaya çıkıyor. Selek bu noktada şu önemli tespitte bulunuyor: “Böyle bir kaygının varlığı bile, tek başına, araştırmanın sorduğu sorulara bir yanıt değil mi? Deneyimlerin açıkça paylaşılamaması, bunların nasıl bir psikolojiyle taşındığını açık ediyor. ‘Askerlik’ toplumsal ilişkilerde çokça konuşulduğu için ‘tabu’ sayılan bir konu değil ama korkulan bir konu... Korku bir yana, acıların, mağduriyet deneyimlerinin, zayıflık hallerinin sınırsız paylaşımı kadınsılığı çağrıştırıyor. Genellikle erkekler, ‘erkeklik’ mitinin ağırlığı altında sessizleşiyorlar; kendi hayatlarının önemli bir kesimini kolay anlatamıyorlar; özellikle duygularından açıkça bahsedemiyorlar; kendi özellerine dair kadınlar kadar rahat konuşmuyorlar. Yapılan görüşmelerdeki paylaşımların kapsamı ve derinliği, birçok gerilimi açık ediyor ve bunlar toplumla paylaşılmak istenmiyor. Bu travma, fıkra gibi sürekli anlatılarak atlatılmaya çalışılıyor ama söz konusu süreçle yüzleşmek, hem de toplumun önünde yüzleşmek çok zor oluyor.”
Pınar’ın bütün bu kayıtlarla ilk baş başa kaldığında görece aynılık içinde yakaladığı benzersizlik da çok çarpıcı: “Metinleri okurken, ilk başlarda aynı hikâyeleri okuyormuşum hissini yaşıyor, kimin deneyimini okuduğumu şaşırıyordum. Sonra aynı metne yeniden baktığımda, her erkeğin kendi macerasını, tıpkı kadınlar gibi, yapayalnız ve kendine göre yaşadığını gördüm. Aynı ‘tezgâhtan’ geçen, aynı söylem içinden konuşarak neredeyse aynı sonuçlara varan erkeklerin hayat hikâyeleri, buna rağmen benzersizdi. Bu benzersizlik, tekil bir ataerkillik durumunun olmadığını, sürekli devinen siyasal süreçlerin ve iktidar ilişkilerinin yarattığı özgün toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin mevcudiyetini bir kez daha gösteriyordu.”
Askerlik sürecinin ‘adam etme’ işlevini, beyanlar içerisinden değerlendiren çalışma, görüşülen kişilerin abartılarını ve çelişkilerini de bir veri olarak kabul ediyor. Pınar bu noktada neyin nasıl hatırlanıp ifade edildiği içerisinde saklı olan gücü açık ediyor: “Deneyimlerin, toplumsal beklentiler ve normlarla kişisel kaygılar arasında bir yerde durduğunu, çeşitli çarpıtmalarla da karşılaşacağımızı öngörüyorduk. Yalanın da bir iletişim biçimi olduğunu kabul ettiğimiz için, aslında ne yaşandığını değil, bir deneyimin nasıl bir söyleme dönüştüğünü, hatta erkeklerin neyi nasıl abarttığını, gizlediğini, hayal ettiğini ya da olduğundan farklı sunduğunu merak ettik.”
Peki neydi bütün bu ‘süründüren’ ve süründürdüğü oranda bellekte ve dilde türlü şekillere sokulan deneyimler? Sistematik dayak, küfür ve onur kırıcı muamele bu tornanın olmazsa olmazları. Mecburen tekmil verilen ağaçlar, herkesin ortasında işitilen ve ‘namus ile şeref’ kodunda işkence gibi algılanan küfürler, hele bir de otoriteye boyun eğme zorunluluğundan ötürü sineye çekildiğinde sürünme duygusunun ta kendisine dönüşüyor. Kaldı ki cezaların içinde gerçekten yerde sürünmek de var! Pınar buradaki mesajı, kitaba da adını veren haliyle şöyle açmış: “Anlatımlarda, sürünmenin çeşitli halleri açığa çıkıyor. Bir yandan, gündelik hayatta kullanılan anlamıyla çekilen ‘eziyetleri’ özetliyor, bir yandan en uçtaki aşağılanma konumunu ifade ediyor, bir yandan da otoriteye itaat eden varlığı çağrıştırıyor. Sanki ‘adam olma’ Ya da ‘pişme’ süreci, kelimenin her anlamıyla ‘sürüne sürüne’ gerçekleşiyor.”
Anlatıcılar eşliğinde ilerlerken koğuştaki erkek erkeğe toplumsal ilişkilerde üretilen hiyerarşi ve iktidar mekanizmasına, farklı coğrafya, sınıf ya da askerlik süresi gibi kriterler üzerinden oluşan gruplaşmalara, birbirinden sancılı cinsellik ve eşcinsellik deneyimlerine ortak oluyoruz. Kitabın bir diğer önemli özelliği “Ya sonra?” diye de sorulmuş olması. Eve dönüşle birlikte askerlik hizmetinde öğrenilen şiddet ve itaat deneyimlerinin “sivil hayat”taki yansımalarına bakıyoruz. Bu noktada derlediği bilgilerin işaret ettiği yalın gerçeği şöyle özetlemişti Pınar: “Sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor... Ağlamaması, dişlerini sıkması gerektiğini çocukluğunda öğretmişlerdir ona. Sünnetinde bile gizlemiştir gözyaşlarını. Babası döverken, öğretmeninden şamar yerken, sokakta kavga ederken gözyaşlarını gemlemiş, aksi halde yerin dibine girmiştir. Askerlikte de, akan gözyaşlarına rağmen, ağlamayı unutmaya zorlanır. İnsan ağlamayı unutursa ne olur? Ağlatır.”
Kitabın gösterdiği hakikat öylesine güçlü ki, macerası bambaşka mecralarda sürüyor. Tiyatro Alesta ekibinin aynı isimle sahnelere taşıdığı oyun, 2015’ten bu yana farklı şehirlerde izleyiciyle buluşmaya devam ediyor. Romanların, hikâyelerin tiyatroya uyarlamaları bilinir de, bir sosyoloji kitabından oyun nasıl ve neden çıkarılır, işte bu sorulası bir sorudur. Yanıt biraz da tanıtım metinlerinde gizli:
“Yaşayanlar olarak zorbaların, zincirin, baskının ve dayatılan kimliklerin ağır yükünün altındaki bu dünyada nefes alıyoruz. Gözümüzü açtığımız andan itibaren toplumun üstümüze yıktığı mı, yoksa bizim korunmak için devirip, altında kaldığımız bir kimlik midir bu bilinmez. Tarih boyunca süre gelen bu sistemin bir yıkım olduğunu gören ve aktaran Pınar Selek’in araştırmasından yola çıkarak, sistemin tavanı yüksek, yatakları dar koğuşlarında olup bitenlere eğiliyoruz.”
Kitabı oyuna uyarlayarak yöneten Orçun Ucal, sürecin başlangıcını şöyle anlatmıştı söyleşimizde: “Bu kitabı ilk okuduğumda, kafamda fotoğraflar belirdi. Acaba oyuna dönüştürmeyi başarabilir miyim derken, hocam dramaturg Handan Salta’nın yoğun teşvikiyle karşılaştım. Pınar Selek’le iletişime geçtim. Bana ilk söylediği şey, bu fikirden çok heyecanlandığı oldu. ‘Bekliyorum’ demesinden yaklaşık sekiz ay sonra, metni ona yolladım. Çok duygusal bir süreç oldu. Ardından ekip olarak kitabı birlikte okumaya giriştik ve zamanla metin üzerinden gitmeye başladık. Türkiye’de erkek olmanın zorlukları aslında tiyatroda çok da fazla işlenmiyor. Bu kitap, tam bunun için yapılmış bir araştırmaydı.”
Orçun’un bahsettiği duygusal süreci iliğimden biliyorum. Çünkü Pınar’ın en büyük gücü ağlar örerek, başka türlü birbirine teğet geçecek insanları buluşturmasıdır. Orçun’un sözü, dileği halen kulaklarımda: “Pınar, bize hep destek oldu. Onun gelip bu oyunu mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyorum ve istiyorum. O da ‘Biliyorum, izleyeceğim’ dedi. Hâlâ da bütün gelişmeleri bildiriyorum ona oyunla ilgili” diyor ve duygulanarak ekliyor: “Onu bekliyorum, herkes gibi…”
Son olarak bu ara başlığı da atmak istedim. Neden onu beklediğimiz iyi bilinsin diye. Sıkça dediğim, demekten hiç vazgeçmediğim bir cümledir bu. Birini sevdiğimizde soyadını bir kenara koyarız. Ve belki binlerce aynı isimli insan arasında onu kendi ismiyle biriciğimiz kılarız. Sevmek, bu açıdan yalınlaştırıcı ve bir o kadar kapsayıcıdır.
Pınar’ı, Pınar Selek olduğu yıllarda, bana kendisi de artık Hrant Dink olmuş Hrant tanıştırmıştı. Bir diğer ağ örücü yani… Hayatının iki buçuk yılını yok yere yutmuş cezaevinden yeni çıkmış olan Pınar “Nerede kalmıştık?” dercesine, inatçı ve inançlı bir gururla hayata orta yerinden dalmıştı. O gün de gözlerinde iki parlak yıldızla Agos’a gelmişti. Hrant beni kolumdan tuttu ve kelimenin gerçek anlamıyla bizi birbirimizin üzerine attı. Atış o atış.
“Patates kumundan bitki yetiştirdim” dediği cezaevi açıklamalarını okuduğumda Pınar artık benim arkadaşımdı. Ben bir yolu tersten gittim anlayacağınız; önce Pınar’ı sevdim sonra Pınar Selek’i. Ve Pınar, bitki yetiştirmediği zaman kendisine yapılanları, yaşatılanları çok çok uzun zaman hiç anlatmadı...
Oysa işkenceden psikolojik savaşa, kişilik katli girişimlerinden, iftiralara nasıl da uğraştılar onunla. Işıldadıkça inat diye, daha da çok… O da yine patates kumunda yetiştirdiği bitkiler misali emeği ve umuduyla direndi. Çoklarına ilham olarak.
“Mısır Çarşısı bombacısı” kod adlı o komplo yirminci yılını geride bıraktı. Komplonun ilk yılında doğan çocuklar üniversiteli oldu. O gün bugün söyleyeceğim aynı: Olmayan suçun savunmasına girişilmez, zul gelir. O yüzden Pınar’ın mahkemede dedikleri savunma değil sistem ifşasıydı. Buraya aktardığım gibi:
“Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir antimilitarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki, sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır”.
Nasıl da tanıdık değil mi? Acı bir tebessümle onaylayacak, kendi yaşadıklarınla sağlamasını yapacak kadar tanıdık çoğumuz için. OHAL’den bu yana keyfi uygulamalara, hukuksuzluğa kılıf dahi aranmıyor. Aynı dönemde Afrin’e ilahi ironi gereği “Zeytin Dalı” adı verilen bir harekat düzenlenmiş; başta HDP’li siyasetçiler olmak üzere muhalif pek çok kesim hapiste rehin tutulmakta, gazeteciler, avukatlar, öğrenciler, akademisyenler barış dedi, hakkıyla işini yaptı, düzenin faşist, totaliter yanını açığa çıkardı diye, özgür, adil bir ülke düşleyip bu uğurda emek verdi diye akla ziyan iddianamelerle “içerde”, kadınlara tacizde, tecavüzde, çocuk istismarında, hayvana eziyette sınır kalmamış… Dernekler, bağımsız yayın organları kapatılmış ya da kuşatılmış. Kanun Hükmünde Kararnameler göz göre göre haksızlığı kaldıramayan nice insanın intiharı ya da sürgünü olmuş. Çok ruhu küstürmüş.
İşte bu cehennem tablosunun bütünlüğü, sistematik kötülüğün kendini inşa ettiği o girift kanallar Pınar’ın hem kendi hayatından bildiği hem de Sürüne Sürüne Erkek Olmak başta olmak üzere bütün kitaplarında önümüze serdikleridir.
Yazılmamışları yazmaya, dışlanmışları aramıza katmaya, bir de oyunları bozmaya geldi o. Bu tutarlılık da onu çok sahici, çok sahici her insanın olduğu gibi kimileri için çok tehlikeli yaptı. Çünkü küskün ruhları önce kendileri sonra birbirleri ile buluşturma gücü var onun. Ülkesinden fiziken uzakta olsa da yanıbaşımızda olma mucizesi. Bir onun yapabileceği.
İşte bundan bekliyoruz Pınar’ı. Bundan ve çok daha fazlasından sebep bekliyorum Pınar’ı. Bundan yazıyorum onu bıkıp usanmadan. Sevgi nedir, emek nedir bilinsin, ha bir de iki kadın o vapura binsin diye…
Düşmana inat, böyle.