Sürgünde son uyku: Demir Özlü’nün ardından

"Demir Özlü, okurları için önce bir kent öykücüsü, Freud’un gündüz düşlerini yaşatan bir düş gezgini ve henüz hiçlikten haberi olmayan Türkiye okuru için nihilist edebiyatı yaratmaya çalışan mücadeleci bir yazardı… Bu mücadele yalnız edebiyatını değil yaşamını da biçimlendirmiştir."

15 Şubat 2021 11:15

Demir Özlü vatandaşlıktan çıkarıldığında yayımlanan sayısız gazete metninden birinde, “Yönetimlerle yazarlar çekişmesinde daima yazarlar haklı çıkmışlardır,” diye yazmıştı Ahmet Oktay. Demir Özlü de buna inandı sürgünlüğü boyunca ama bu haklılığın da can yakan bir yanı vardı şüphesiz.

Türkiye’nin bu yolla kaç yazarının, sanatçısının ölüm haberini aldığı bilinmez ancak netice hiç değişmedi; yine ülkece kaybettik. Kimi için sadece 1950 kuşağı yazarlarından ismi anımsanan biriydi, ayrıca Tezer Özlü’nün ağabeyi. Ama bununla birlikte gerçekte kimdi Demir Özlü?

1935’te İstanbul’un Vefa semtinde doğan Demir Özlü, memur anne-babasının idealizmi sonucu, kardeşleri Tezer Özlü ve Sezer Duru’yla arnavut kaldırımlı, içine kapanık çeşitli kasabalarda büyümüş. İlk ve ortaokul öğrenimlerini de böylece İzmir’in Ödemiş ilçesinde tamamlamış. Ne tuhaf ki yıllar sonra çocukluğunun geçtiği bu kente, 17. İzmir Öykü Günleri’yle onur konuğu olarak döner. Ortaokul döneminde klasikleri okumasının yanında Özlü’nün edebiyatla yaşamı boyunca sürdüreceği birliktelik asıl Kabataş Erkek Lisesi’nde başlıyor. Burada yazma yolculuğuna şiirle çıkmış ancak bu şiirler arkadaşlarıyla çıkardığı dergilerde kalmış.

1950’li yılların değişen edebiyat ortamında ilk ürünlerini veren, biçim ve içerikte alışılmışı kırmayı başaran gençlerden biridir Demir Özlü. Arkadaşlarıyla çıkardıkları Mavi ve a dergisi bu bağlamda dönemin kültürel ortamına tanıklık etmemizi ve “bunalım edebiyatı” adı verilen akımın ilk ürünlerini görmemizde mühim kaynaklardır. Demir Özlü’nün Fatih’te yaşadığı süreçte, Tezer Özlü’nün de bahsettiği zengin kitaplığıyla anılan buradaki odası 1950 kuşağından birçok şaire ve yazara ev sahipliği yapmıştır. Fransız dili öğrenimi sırasında tanıştığı ve sonradan yakın arkadaşı olan Ferit Edgü, Adnan Özyalçıner, Ahmet Oktay, Orhan Duru, Sezer Duru, Onat Kutlar, Leylâ Erbil, Edip Cansever, Ülkü Tamer gibi birçok şair ve yazar ortak çabalarıyla bir kuşağın unutulmaz olmasını sağlamıştır.

Bir önceki kuşak tarafından başlarda pek anlaşılmayan, yer yer saçma bulunan metinler yazmakla ve edebiyatı anlamsızlığa, bireyciliğe sürüklemekle suçlanan bu yazarlar, verdikleri mücadele sonucu 1950 edebiyatının hâlâ okunmasını ve bir akım olarak görülmesini sağlamışlardır. Fransızca metinleri ilk elden okuyan ve bunun üzerine tartışan, varoluşçuluğu Türk edebiyatına taşıyan, bohem bir yaşam tarzı başlatan yazarlardan Demir Özlü, işte bu kuşağın olmazsa olmazıdır.

Öyle ki Sartre’ın Bulantı adlı kitabından esinlenerek ilk kitabı Bunaltı’yı (1958) yazmıştır. Öyküleri ve romanlarıyla okuru, yarı gerçek bir yaşamla, düş edebiyatıyla tanıştırdığı gibi tam anlamıyla bir kent yazarı olarak okuru, metinlerindeki pastanelere, meyhanelere, sinemalara ve şimdi yerinde olmayan kimi mekânlara sürüklemiş, âdeta bir gezi rehberi olmuştur. İşte bu yüzden ne zaman 1950’li ve 60’lı yılların İstanbul’unu, Pera’sını okumak istesek sisli bir fotoğrafı andıran öyküleriyle Demir Özlü gelir akla. Ona minnet borçlu hissetmemiz gerektiğini düşündüren asıl neden de, öyküleri ve romanlarıyla hatıraya dönüşen bir zamanların İstanbul’unu anlatması, bir okuru olarak beni de henüz bitmeyen bir yolculuğa çıkarmış olmasıdır. Belki bu yüzden Refik Durbaş da “İstanbul Hatırası” adlı şiirinin başında Demir Özlü’yü anar:

Gül kurusu renginde bir akşamdı
Kasımpaşa sırtlarından inen
–Demir Özlü hikâyesini yazmıştı
İşte böyle bir akşam üzeri
Yüreğinin gül kurusu kokusuyla
İndi şair de Sirkeci’ye

Aykırı karakteri yalnız edebiyatta değil yaşamında da hatırı sayılır değişikliklere yol açmıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Paris’te felsefe öğrenimi görmüş ve ülkesine dönmüştür Demir Özlü. Aynı fakültede asistan olmuş ancak siyasi faaliyetleri gerekçesiyle görevine son verilmiştir, o da avukatlık yapmaya başlar. Parti değişikliğinden beri süregelen Türkiye’nin gergin siyaset ortamı, Demir Özlü gibi birçok kişinin kendi ülkelerinde düşünmelerine ve yazmalarına başlı başına bir engeldi.

1971’de tutuklandıktan sonra gönüllü sürgününü başlatarak İsveç’e yerleşti. 1980 darbesinin ardından vatandaşlıktan çıkarılması, Özlü’nün yaşamının sonuna dek İsveç’te kalmasına sebep oldu. Sürgün hayatına zemin hazırlayan sebepleri ise yıllar sonra Ahmet Oktay’ın teşvikiyle yazdığı Sürgünde On Yıl adlı eserinde uzunca anlatır:

İçinde yaşadığım ortamdan soğumuştum. Cumhuriyet okullarında, cumhuriyet ilkelerinin en çok oturmuşluk, kararlılık kazandığı bir dönemde eğitilmiş; ardından da hukuk öğrenimi sırasında, eski kuşaktan sağlam öğretmenlerin eğitimine rastlamış; Türkiye’nin gelişmesi, en uygar Batı ülkeleri düzeyine ulaşması konusundaki ideallerin etkisinde kalmış birisi olarak, ne kamu güçlerindeki paralize oluş, ne de ortaya çıkan cinayetlerdeki vahşet ve ilkellik niteliğine alışabilecek gibiydim.”

Umutsuzluk ve üzüntü içinde Stockholm’e gidişi, kimileri için rahat bir yaşama kavuştu yorumlarına sebep olsa da kendi deyimiyle bir türlü ısınamadığı o yerde, ayrı düştüğü süreçte bile İstanbul kentini ve Beyoğlu’nu merkeze alan metinler yazdı, sürüldüğü ülkesinden birçok ödüle layık görüldü. Yine ne tuhaftır ki Demir Özlü’nün vatandaşlıktan çıkarılması bir kopuşa ya da sessizliğe yol açmamıştır, tersine edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri haline gelmiştir o.

Elbette Demir Özlü, okurları için önce bir kent öykücüsü, Freud’un gündüz düşlerini yaşatan bir düş gezgini ve henüz hiçlikten haberi olmayan Türkiye okuru için nihilist edebiyatı yaratmaya çalışan mücadeleci bir yazar. Bu mücadele yalnız edebiyatını değil yaşamını da biçimlendirmiştir. Bunaltı’nın ardından yazdığı Soluma adlı kitabıyla 1963’te TDK Öykü Ödülü’nün sahibi oldu, sürgünde yazdığı Stockholm Öyküleri’yle 1989 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Bir Yaz Mevsimi Romansı ile 1990’da Orhan Kemal Roman Armağanı’nı aldı, 1997’de yayımlanan İthaka’ya Yolculuk ise yılın kitabı seçildi ve Yunus Nadi Roman Ödülü’ne lâyık görüldü, Amerika 1954 ile de 2004’te Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Bunun yanı sıra anlatı türünün yerleşmesinde Bir Beyoğlu Düşü, Berlin’de Sanrı ve Kanallar adlı kitapları etkili oldu. Daha sonra Ferit Edgü ve Mehmet Seyda ile mektuplaşmalarının kitap halini alması Demir Özlü’nün uzaktaki yaşamı ve yakınımızdaki edebiyatı için epey bilgi veriyordu okurlarına. Kendi deyimiyle gençliğine yakılan bir ağıt, yirmili yaşlarına atılan bir çığlık olan ve 1985’te Ferit Edgü’nün yardımıyla yayımlanan Bir Beyoğlu Düşü’nün, Özlü’nün edebiyatında apayrı bir yere sahip olduğunu düşünmüşümdür hep.

Kitap yayımlandıktan iki yıl kadar sonra Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Hayallerim Aşkım ve Sen” filminin bir kısmında da Özlü’nün Beyoğlu düşüne yer verilmiştir. Berlin’de burs aldığı kısacık bir zamanda yazdığı bu anlatı, kentini ve kendini arayan bir yazarın iç dökmesidir. Yıllardır peşini bırakmayan gençlik düşlerinin dile getirilmesi. İşin aslı şu ki Demir Özlü’ye verilen burs, Berlin’e dair bir metin yazması içindir. Ancak o yine büyülü bulduğu Beyoğlu’nu yazmıştır. Daha sonra yayımlanan Berlin’de Sanrı adlı kitabıyla da bu isteği yerine getirir.

Bir Beyoğlu Düşü, yirmili yaşlarında Maldoror gibi kederli bir gencin sanrısıdır. Tüm geleneği yaşatan aile evinden, Vefa semtinden çıkıp Beyoğlu’nda Tünel’e yakın bir apartmana taşınan gencin varoluş öyküsüyle kuşağının bir resmini çeker Demir Özlü. Kapak resmini Ferit Edgü’nün seçtiği bu incecik kitap, süreci ve sonucuyla baş dönmesine, birkaç saatlik düş görümüne denk düşer. Demir Özlü’nün yazarken düşe yattığı kanısına varmama neden olan bu metin, geleneği kırmak adına okuru harekete geçmeye sevk eder, benlik meselesi, bireyin özü, mutlak gerçek, düş ve bunalım –özellikle şu günlerde içine düştüğümüz sıkıntı– üzerinde odaklanır.

Hızlı değişim içinde kendini çıplak bulan bireyin uykuya dalışı, Özlü’nün yarattığı yarı gerçek yeni dünya bugünkü okurlara ve yazarlara da eşik olmuştur şüphesiz. Demir Özlü’yü okumak sadece geçmiş zamana ait bir metni okumak değildir, bir dönemin bakış açısını, edebiyat anlayışını ve o dönemi çevreleyen tüm koşulları, yazmaya neden olan çıkmazları, bir kuşağın düşün hayatının alternatif okumasıdır.

Eğer yanılsamasız bir yaşam, hayatın gerçeğini tanıyarak yaşamaksa, hiçbir şeydi bu. Evet, bu gerçek yaşam, gerçekten hiçbir şeydi.”

Yarattığın düş dünyasıyla bize gerçek dışında bir ihtimal daha olduğunu hatırlattığın için teşekkürler Demir Özlü.

•