"Meselem beni sürüklüyor"

Algan Sezgintüredi: Hikâye anlatmakla ilişkim pek harala gürele bir mücadele: biçemde özellikle müşkülpesendim; kolayına anlaşamıyor, bayağı kavga ediyoruz

18 Ocak 2018 13:56

Yazı insanın en özel yeteneklerinden biri belki de. Meramı anlatmanın en kişisel yolu. Algan Sezgintüredi’nin yeni romanı Süperben, kendi hâlinde yaşayan bir adamın mütemadiyen “neden ben” diye sorguladığı anları anlatıyor. Kurtarıcı olmanın fevkaladeliği bir yana, başına gelenlere anlam vermeye çalışıyor Cengiz. Çevirmen, editör ve yazar Algan Sezgintüredi ile hem Süperben’i hem bugünün öfkesini ve naifliğini konuştuk.

Bugüne dek polisiye romanlar yazdınız. Şimdi ise fantastik bir öykü anlatıyorsunuz. Farklı türlerde yazma arzunuzu nasıl açıklarsınız? Macera isteği mi? Kendini yenileme güdüsü mü? Anlattığınız öykünün sizi sürüklediği yol mu? 

Keşke doyurucu bir şeyler söyleyebilsem ama “tempolu öyküler” tercihim bilinçli değil: rahatlıkla öyle geliyor, öyle yazıyorum diyebilirim. Neden öyle geliyor, okumaya baştan sona maceralı çizgi romanlarla ve mizah dergileriyle başladığımdandır belki. Şu türde yazmalıyım gibi bir derdim yok. Ama şimdiye dek, evet, sevdiğim iki türde yazdım. Hoş, ögelerin varlığı ve yoğunluğuna rağmen ne polisiyelerime tam polisiye ne de Süperben’e tam fantezi veya bilimkurgu diyebiliyorum. Denmeli mi, ondan da emin değilim. Ama evet, öykü ya da “meselem” beni sürüklüyor diyebilirim. Galiba.

Süperben'in girişinde saklanarak anlatan biriyle tanışıyoruz. Bununla birlikte yakınlarından tepkiler alıyor. Niye anlatıyor, niye saklıyor? Acaba roman kahramanınızda sizden bazı izler de var mı? Sizin yazmak ve hikâye anlatmakla ile aranızdaki ilişki nasıl sürüyor? 

Genel anlamda neden yazılır, neden çizilir, neden şarkı söylenir sorularının formüle dökülebilecek yanıtı veya yanıtları vardır belki; “Şudur” diyebilecek kadar bilmiyorum. Nöroloji araştırmalarında bilgiden dedikoduya, fikirden öyküye, başkalarıyla bir şeyler paylaşmanın beyindeki haz merkezlerini coşturduğunu biliyorum ama. Bunca tweet, fotoğraf paylaşma, vesaire o yüzden. Yazmak ve okumak da bunla bağlantılıdır herhalde. Bir de yazmak veya herhangi bir sanat ürünü vermek, resim veya müzik yapmak mesela, tarifi en azından bana imkânsız gelen bir kaşıntıyla bağlantılı bence. Süperben’in kahramanı Cengiz’in yaşadıklarını saklaması da anlatması da kişiliğiyle, algısıyla ve başına gelenlerden, onlar sayesinde yahut yüzünden çıkardıklarıyla bağlantılı. Deneyimleri susmasını, vicdanı konuşmasını söylüyor. Cengiz’de benden izler, parçalar var, evet ama bacak problemi haricindekilerin tahminini okuyanlara bırakmayı yeğlerim. Hikâye anlatmakla ilişkim pek harala gürele bir mücadele: biçemde özellikle müşkülpesendim; kolayına anlaşamıyor, bayağı kavga ediyoruz. Okuduğunuz Süperben mesela, kitabın yirmi ikinci hâli.

İçinden geçtiğimiz dönemin edebiyata nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz? Sıkıntılı, baskıcı dönemlerin edebiyat ve sanatta yeni buluşların yapılmasına zemin oluşturduğu söylenir. Sizce Türkiye'den böyle bir açılma hâli beklemek mümkün mü? Buradan sonra edebiyatın kendine seçeceği yola ilişkin ipuçları oluşmaya başladı mı? 

Süperben, Algan Sezgintüredi, April Yayıncılıkİhtiyaç, icadın anasıdır, doğru. Açılma mı, kaçış mı, icat mı, yenilik mi, edebiyatımızdan bahsediyorsak ipucundan bizzat kendisine, hepsi var bence. Okura, kitleye ulaşıp ulaşmadığı ki ulaşamadığına inanıyorum ve ne yapılması gerektiği, üç beş satırla anlatmaya kalkışamayacağım ayrı meseleler. Ama var. Harikadan rezile pek çok eser üretiliyor, deneniyor. İnternetin getirdiği kültürel dönüşüm sayesinde sadece üretenler değil, tüketenler de gelişiyor. Su akar, yolunu bulur: Böyle bir soruyu gerektirmeyecek kitaplar, oyunlar, filmler var ve daha fazlası da olacak.

Hem yazıyor hem çeviri ve editörlük yapıyorsunuz. Edebiyatla haşır neşir olmanın yanında ona maruz kaldığınız söylenebilir. En çok hangi tarzı seviyorsunuz? Çevirmeyi özellikle sevdiğiniz yazarlar ya da türler var mı? 

Çeviri ve editörlük işlerinde tarz ayırma gibi bir lüksüm yok. Hoş, okurken, kişisel hazzım anlamında okurken de tarz ayrımı yapmam. İki iş de zor ve özellikle sevdiklerim üzerinde çalışmak kişisel anlamda ilave sorumluluk getirdiği (sevdiğimin hakkını vermek, sevdiğimi başkalarının da sevmesini sağlayabilmek) için daha zor oluyor. Ama elbette zevkli; yakındığımı düşünmeyin. Hemen her kitapta yeni bir şeyler öğreniyorum; her iki işimin de en sevdiğim yanı bu.

Peki, nasıl bir editörsünüz? Nelere dikkat ediyorsunuz bir kitap üzerinde çalışmaya başladığınızda?  

Çevrilmiş bir kitabın üzerinde çalışırken türün gerektirdiklerinden, çevirmenin yazarın sesini yakalayıp yakalayamadığından hedeflenen okurun beklentisine kadar pek çok hususu dikkate almak gerekiyor. Çeviri, malum, çok zorlu ve tam anlamıyla hakkının verilmesi neredeyse imkânsız bir uğraş. İstisnaları var elbette ama bence çeviri önce doğru, sonra güzel olacak. Özgün bir metne editörlük yapmaksa benzer noktaları bulunmakla birlikte, diğerinden farklı. Yazara değişiklik önermeniz söz konusu olabiliyor mesela. Her ikisinde de sadece kişisel beğeniyle çalışma tuzağına düşmemek gerekiyor ama.

Süperben'e dönelim. Le Guin'e, Asimov'a, Vonnegut'a ve Wells'e selam veriyorsunuz. Vonnegut'un sizde ayrı bir yeri olduğunu tahmin etmek zor değil. Çevirmek suretiyle siz de ona ve metinlerine emek verdiniz. Onda ne buluyorsunuz? Bu dört yazarı hikayenize dâhil etmenizin özel bir sebebi var mı? 

Vonnegut’un hümanizmine hayranım. Alay ediyor, üzüyor, tokatlıyor, güldürüyor ve hepsini muazzam bir insancıllıkla, minicik, çirkin ve kocaman ve güzel olduğumuzu bilerek yapıyor. Karakterlerine merhamet gösteriyor ki bence gerçek romancılığın ölçütü odur. Süperben, kitapta Cengiz’in de vurguladığı gibi, bir Vonnegut “özenmesi.” Ona öykünerek yazmaya çalıştım. Asimov, Wells ve Le Guin ise inanır mısınız, bilemiyorum, kendileri geldiler. Öyle planlamamıştım başta. 

Romanın bir yerinde mütemadiyen sorulan sorularla karşılaşıyoruz. Bütün o sorularla baş etmeye çalışıyor Cengiz. Bir yandan da “neden ben” diyor. “Neden ben” sorusuna verilmiş namümkün bir cevap mı Süperben?

“Neden ben” bizle aynı düzeyde veya daha yüksek başka bilinçli tür ortaya çıkana dek insanoğluna has kalacak ve en derin sorulara yanıt, bulunursa tabii, bulunana dek varlığını sürdürecek, bilinci bizzat simgeleyen nihai sorudur. Gene şimdilik kaydıyla cevabı da bir başka soruyla verilebiliyor: “Neden olmasın?” Kitaptaki sorular, sorulabileceklerin ufak bir bölümü sadece. Bilmediğimiz çok. Dolayısıyla evet, Cengiz’in herhalde pek çok insanı temsilen söylemek isteyip söyleyemediği imdat yakarısına, bir kez daha vurgulamak istiyorum, “şimdilik bildiklerimizle” verilen imkânsız cevap Süperben.

Hastayken yabancılar tarafından iyileştirilen Cengiz, ardından düşmanlaşmış bir dünyayla karşılaşıyor. Yabancının dostluğu ve yakının düşmanlığı bahsinde ne söylemek istersiniz? Acaba yakınlarda olanlar birbirlerini bilmekten yoruldukları için mi koptu bütün bağlar?

Bağlar koptu mu, zannetmiyorum. Gerildiği, epey zorlandığı kesin elbette. Gevşetmenin yolu ise yeni değil: insanlığımızı, merhameti, vicdanı hatırlamamız yeterli olacak. Çok zor değil, çok basit ama çok zorlaştırılıyor. Cengiz’in macerasında esas mesele süper güçleri değil ki zaten güçler kalıcı olmuyor. Esas mesele onca güce karşın merhametli, vicdanlı davranabilmesi. Kitapta da söylediğim gibi, süper gücü kafamızın içinde veya isterseniz yüreklerimizde taşıyoruz. Herkesi sevemeyiz belki ama herkese saygı gösterebiliriz. Yabancının dostluğuna gelince: “Başka ülke(ler)den medet ummak” gibi okunmasını istemem, öyle bir şey değil çünkü: kurtarıcı veya “deus ex machina” beklemenin beyhudeliğinden ve çözümden bahsediyorum ki Süperben’de yardım eden yabancılar, gerçek anlamda yabancılar zaten.

Buradan hareketle şu cümlenizi biraz açalım istiyorum. “Birlikte yaşayamayız; ya bizdensin ya hiçsin kinine karşı ama ben sana ne yaptım şaşkınlığı ve korkusu.” Bu ikisi nasıl yan yana geldi? Bunca öfke ve naiflik aynı toprakta nasıl yetişti? Arada bir siz de sanki bu ülkeyi hiç tanımıyormuşsunuz gibi hissediyor musunuz? 

“Nasıl oldu bunlar” diyenlerden değilim. “Nasıl bu kadar olabildi” diyenlerdenim. Ülkeyi hiç tanımadığım hissine kapılmıyorum ama ister gariplik deyin ister rezillik, olanların bu kadar ayyuka çıkabilmesine ve daha da çıkacakmış görünmesine, evet, şaşırıyorum. Öfke de naiflik de hep vardı; tarihimiz acı örneklerle dolu. Ama ilkinin bu denli patlamasını beklemiyordum. Ürkütücü tarafı, laf anlatılamaz seviyeye doğru tırmanışı ama dünyanın kendisi öyle karmakarışık bir yumağa dönüştü ki ilk bakışta çok alakasız görünebilecek birçok olay başkalarını etkiliyor. Karamsarlık ağır basıyor, evet ama umut yok gibi görünse bile umutlu olmak gerek bence.