Kardeşinin bekçisi: "Evde çekilmiş filmlerin düzyazı hâlleri"

Cinnet veya cinayetle de bitebilen çok katmanlı bir öykü; bütün aşk ve bağlılık öyküleri gibi biraz sakil, biraz da acıklı belki: kardeş...

04 Ocak 2018 14:28

Geçmişin mahremi, geleceğin bilinmezliği karşısında dururken potansiyel bir müttefik, ıssız dünya üzerindeki ilk eş: kardeş. Düşman bir dış dünyaya karşı genlerce tanımlanmış ilk doğal yandaş, hatta belki de ilk arkadaş. Aynı kazadan (doğum) sağ çıkmış iki yolcu veya aynı afetin (aile) iki kurbanı, en küçük kültürel birime mensubiyet vasıtasıyla deneyim ortaklığı. Birbirinin bekçisi olan iki kişi. Cinnet veya cinayetle de bitebilen çok katmanlı bir öykü; bütün aşk ve bağlılık öyküleri gibi biraz sakil, biraz da acıklı belki.

Sinir krizinin eşiğinde: Franny ve Zooey[1]

“İki elin sesi var. Peki bir elin nesi var?”[2]

J.D. Salinger, her bir mensubu diğerinden zeki ve yetenekli çocuklarına dair hikâyeleri âdeta bir dizi gibi geliştirdiği Glass öykülerinde kardeşliği ortak bir deneyim, aileyi ortak bir damar olarak ele alır. Bütün Glass hikâyelerinin başında da ilk yazdığı “Muzbalığı için Mükemmel Bir Gün”[3] gelir, kardeşlerin en büyüğü ve muhtemelen en hasarlısının, Seymour Glass’ın öyküsü; Glass’lerin evrendoğumu bir bakıma bununla gerçekleşir. Seymour’un geçirdiği -savaş, yaşam ve insanlardan menkul- buhran sırasında ateşli bir silahı şakağına dayayıp da tetiği çekmesi, bu kurmaca evreninin Büyük Patlaması gibidir: Her şeyin başlangıcı, sonu, nihai anlamı, devamı. Bütün Glass öyküleri, işte bu merkezî olayın çevresinde dolaşır; Franny ve Zooey de istisna değildir, onların da yaşamları bir hayaletin gölgesinde serpilir. Bu ikisi, bu olaydan beslenir.

Franny ve Zooey, J.D. Salinger, Çeviri: Ömer Madra, Yapı Kredi YayınlarıFranny küçük, Zooey büyüktür. Franny, Glass kardeşlerin en küçüğüdür. Bu önemlidir, zira yaş, kardeşlik hiyerarşilerinde çoğu zaman belirleyicidir. Aynı deliler evinde büyümüş iki çocuktur bu ikisi, iki küçük dâhi. Franny, günün birinde bir buhrana girer ve tabir caizse dünyadan düşer. Yüksek bir yerden aşağıya ya da cennetten dünyaya düşer gibi değil de, işgal ettiği alanda daha fazla ayakta duramayacak hâle geldiği için düşer. Ayakta duramaz hâle geldiği için. İndiği yer, annesinin evindeki kanepedir; çok da yabancı bir yer değildir hani. Franny, evin dışındaki her şeyi anlamsız bulmakta, dış dünyanın her köşesinde insanların zehirli egosunu görmektedir. Esasen yaşama tutkuyla, hem de bir çocuğun saf tutkusuyla bağlıdır ve dört bir yanı saran kofluğu ilk defa fark etmiş, hayal kırıklığından ötürü de nefesi kesilmiştir. Pek çok kayıp ruhun yaptığını yapar o da, kendinden daha yüce bir güce, daha ulu bir varlığa sığınır; bir duada arar kurtuluşu, durup dinlenmeksizin dua etmeye başlar. Bu eylemi anne babasının evinin oturma odasında gerçekleştirmesi ise son derece manidardır aslında… Ev adıyla bilinen tapınağın aile dinine mensup en küçük ve sofu üyesi. Tanrı sesini duyuyor mudur bilinmez ama annesi battaniyesini getirir.

Zooey, Franny’yi biraz küçümser. Büyük erkek kardeşlerin küçük kız kardeşlerini küçümsediği gibi, sevgiyle karışık bir büyüklenmeyle, sahiplenmeyle küçümser onu. Ne ki, küçümsemekle kalmaz, anlayış da gösterir. Bununla da kalmaz, onu sağaltacak konuşmayı yapma görevini üstlenir, zira Zooey, onun abisidir, bu görev -annesi tarafından- ona verilmiştir. Zooey’nin Zooey ya da Franny’nin abisi olması mühim değildir aslında, bu öyküye göre hiçbir şey yeterince mühim değildir; mühim olan yegâne gerçek, Franny’nin aydınlanma ânında bize de ifşa edildiği üzere sevgidir. Bir kanepeye uzanıp yaşamın sığlığına hırslanarak tespih çeke çeke anlam aramak epey bir lükstür aslında, hani neredeyse şımarıklık bile denebilir. Gelgelelim Glass ailesinin fertleri, zekâ gibi, yetenek gibi ya da sağduyu gibi belli lüksleri zemin edinmiştir. Franny ve Zooey de, bu zeminde büyüdüklerinden, ailenin kaderinden kaçmayı beceremeyecektir.

Hayatın anlamsız olduğunu ilk kavrayan Franny değildir elbette. Bu kavrayış, çağdaş dünyada olgunlaşma adı verilen sürecin bir noktasında uğranması zaruri bir durağa işaret eder. Yüce benliğinin sandığı kadar yüce ve dokunulmaz olmadığını ilk fark eden de o değildir muhakkak… Fakat Franny, hassasiyetini bir miğfer gibi taşır ve bu zayıf donanımla dışarıdan gelen baskıya dayanamayarak yere yığılır. Duasını bir mantra gibi tekrarlamaktadır: “Rab İsa, merhamet et bana.” Kalp atımı duasına, kelimeleri kozmik bilince karışır. Yine de aydınlanmasını sağlayan, Zooey’nin ona yaptığı konuşma olur, Zooey’ye göre her şey dokunaklıdır şu dünyada, en sevimsiz, en berbat şeyler dâhil ve İsa ya da Buda aynı kişidir, aynı kusurlu, aynı hasarlı, aynı ihtiyaçlı kişi… Herkes tek kişidir ve tek kişi herkesi içerir. Her şey o tek kişiyi sevmekle başlar ve her şey birdir. Zooey, bunları, hayatın anlamını arayan kardeşine, aynı evde olmalarına rağmen telefonda bildirmiştir, zira en yakın mesafelerde konuşlanmış kişiler, en yakın tanımlı ilişkiler iletişime en kapalı, ezber mekanizmalarına en sıkı sıkıya dayalı olanlardır; aile söz konusu ise eğer, yanı başındakiyle gerçekleri, saf gerçekleri konuşmak mümkün değildir. Belki de trajedi, salondaki kanepeye yatmış ağlaya hıçkıra dua eden kız kardeşte değil, iki kardeşin arasındaki bu mesafede yatmaktadır ama işin bu kısmı, gölgede bırakılır. Kendileri ise bu dolaylamalı durumu şöyle özetlemektedir: “...birbirimize yakın kan bağıyla bağlıyız ve bir tür deruni aile diliyle, iki nokta arasındaki en kısa mesafenin neredeyse tam bir daire olduğu bir çeşit geometri ile konuşuruz.” Hikâyenin de gösterdiği gibi mektuplar, mesafeler karşısında işe yarayabilir; mektup yazmaya üşenenler ise her zaman ahizeyi kaldırıp konuşabilir. Öte yandan herkes bir olsa bile yine de önce kendi sesine kulak verir.

İki elin sesine dönecek olursak eğer, iki elin sesi alkıştır pek tabii… Ya bir elin sesi nedir?

Yıldırımlar ve melankoli: Laura ve Tom[4]

“Yo, hayır, daha doğrusu, bedenime musallat olmuş/ Benim demek zorunda kaldığım bir hastalıksın.”[5]

Tennessee Williams’ın 1944 tarihli Sırça Kümes’i, “anı oyunu” olarak geçer. Burada da bir buhran vardır geri planda; manevi olanı bir yana, basbayağı maddi bir buhran. Bu buhran uyarınca çekilen sefalet, aile fertlerinin boylu boyunca koltuklara uzanıp hıçkırmalarına mani olur. Hayır; bu ailede hüsran ve hayal kırıklığı, kahramanların bağırlarında yaşar. Zaten, “hatıranın toplaştığı yer, insanın gönlüdür” der yazar sahneye dair notlarında; karşımızdakiler, gerçek yaşamdan değil, gönülden, gönülde yatan anılardan aksetmiştir. Bu nedenle her şey biraz buğulu, biraz da büyülü gibidir.

Laura, Tom’dan büyüktür; fakat Laura, çocuksu diye nitelenen ruhuyla, abla kimliğinden uzak sayılır. Evin nüfusu üç kişidir; bir zamanlar hayattan bir şeyler ummuş olsa da beklentilerinde yaya kalmış, rahat bir yaşam düşlemişse de eşi tarafından ortada bırakılmış anne Amanda, hayatının yoksunluğuna sinemaya, filmlere kaçarak direnmeye çalışan küçük oğul Tom ve onun çekingen, hastalıklı, bir ayağı topal, romantik, hassas ablası: Laura. Laura, günlerini plak dinleyerek ve sırça hayvan bibloları koleksiyonu yaparak geçirmektedir; kendi kırılganlığına işaret eden, saf ve romantik varlığını imleyen, başkalarınca tamamen faydasız damgası yiyen bir uğraş. Laura’nın kırılma ânı, lisedeyken beğendiği gencin, bir yakınlık kuracakları umuduyla Tom tarafından eve davet edilmesiyle başlar ve en değerli biblosunun gerçekten kırılması ile son bulur. Amanda Tom’a, kız kardeşinden sorumlu olduğunu, onun hülyalı, kayıp, kopuk hâllerini yola koymak, onu bu bataklık gibi yaşamdan kurtarıp almak için bir eşe ihtiyacı olduğunu söylemiş, Tom’un Laura’nın durumunu gözetmeden uzak hayaller, farklı düşler peşine düşemeyeceği yolunda hüküm bildirmiştir. Tom, bu bağlamda Laura’nın bekçisi ilan edilmiştir. Ne olursa olsun, bu üç karakteri birbirine sımsıkı bağlayan çektikleri sefalet ise, birbirinden fersah fersah uzaklaştıran da kendilerine özgü düş kırıklıklarıdır; her biri, kendi düş kırıklığı evreninde yapayalnız, bir başına yaşar gider. Laura’nın kendi kabuğundan çıkmaya dair son umudu, çerçevesini Tom’un çizdiği hazin akşamda tuzla buz olan tek boynuzlu at biblosu gibi paramparça olur. Oyunun kapanışında Tom, ailesine sırtını dönüp uzaklara, çok ama çok uzaklara gitmiş olduğunu söyler; istese bir yerlere yerleşip kalacağını, ama bir şeylerin onu kovaladığını söyler, belki de, der, sırça bir biblodur bu… Geride bıraktığı kız kardeşinin dokunaklı hatırası, her gittiği yerde karşısındadır, yıldırımlarla aydınlanan dünyada mumlar yakan Laura, Laura’nın anısı. Yine de sevgi, bu genç adamı evde tutmayı başaramaz; bu bağlamda, herkesin eksik, herkesin kusurlu ve ihtiyaçlı olduğu dünyada kimseye yoktur kimseden fayda; herkes kendi kamburunu kendi taşır.

Vicdanını, kırık kalbini, anılarını da beraberinde...

Olağan cinnetler, beklenmedik ihanetler

Sırça Fanus, Sylvia Plath, Çeviri: Handan Saraç, Kırmızı Kedi YayıneviBir kanepe, bir buhran, bir hıçkırık… Edebiyat tarihi, şu veya bu nedenle, kendini kanepeye atıp buhrana savrulan kahramanlarla doludur. Sylvia Plath’in kendi yaşam öyküsünden izler taşıyan Sırça Fanus’ta kurguladığı Esther Greenwood da bu temaya istisna teşkil etmez. Ne ki Esther’in buhranı, spiritüel bir söylevle silinip gidecek ya da eve yemeğe gelecek bir genç adamın uyandıracağı pembe hayallerle bir süreliğine dinecek cinsten değil, epey karanlık, epey dehşetlidir. Öyle ciddidir ki bu buhran, Esther’i bir fanusun içinde yalıtılmış bir hâlde yaşadığını duyumsamaya iter; öyle ciddidir ki, bugün pek çok yerde gayri insanî kabul edilen bir tıbbî girişimi, elektroşok tedavisini gerektirir. Sırça Fanus, bireysel bir hikâyedir; bir ailenin izlerini yer yer taşısa, temelde Esther’e ve Esther’in korkunç yabancılaşmasına, tedavi adı verilmiş süreçteki bireysel deneyimine odaklıdır. Esther’in metin içinde son derece silik kalan bir erkek kardeşi vardır gerçi; hatta Esther hastanedeyken bu kardeş onun ziyaretine gelir fakat kız, onu tanımadığını söyleyerek gönderir; bu, önemli bir husus dahi değildir, zira bu kardeşlik ilişkisinin anlatıda herhangi bir belirleyiciliği yoktur.

Romanın ne yönde ilerleyeceği, açılış paragrafı sayesinde hissedilir; anlatıcı, o yazın Rosenberglerin elektrikli sandalyede infaz edildikleri yaz olduğunu söyleyerek başlar hikâyeye, âdeta kendi başına gelecek olanlara ayna tutarmış gibi. Rosenberglerin infazı, kurmaca bir olay değil, hakikattir ve ilginçtir ki o da bir erkek kardeş motifi içerir; bu kardeş ablasını casusluk yaptığı iddiasıyla ihbar etmiş, onu eşiyle birlikte elektrikli sandalyeye göndermiştir;[6] ancak bu, bu romanın, Sırça Fanus’un konusu değildir. Bilakis, Sırça Fanus, Esther Greenwood’un dünyadan düşerek yere çakılmasını, dağıldıktan sonra yeniden toparlanmasını konu alır, erkek kardeşinden, hayatına giren erkeklerden ve kadınlardan ya da ailesinden azade biçimde, kendi kendine, özgürce... Derin bir soluk alıp yaşamın tek gerçek ritmine, kalbinin böbürlenişine kulak vererek: “Va-rım, va-rım, va-rım.”

Tekil, çoğuldan daha sağlıklıdır belki de, kim bilir.

 

[1] Salinger, J.D. Franny ve Zooey. Çeviri: Ömer Madra, Yapı Kredi Yayınları.
[2] Bir Zen koan’ı.
[3] İlk olarak 1948’de, The New Yorker dergisinde yayımlanmıştır.
[4] Williams, Tennessee. Sırça Kümes. Çeviri: Can Yücel.
[5] Shakespeare, William. Kral Lear. Çeviri: Özdemir Nutku, İş Bankası Kültür Yayınları.
[6] Julius ve Ethel Rosenberg, 1953 yılında New York’ta, Ethel’in erkek kardeşi David Greenglass’in ifadesinin yardımıyla vatana ihanetten hüküm giydikten sonra elektrikli sandalyede infaz edilmiştir.