Şule Gürbüz Hiç kimsemizdir!

Şule Gürbüz eleştirisine yanıt: Öyle miymiş?’in grotesk bible kapağı Gürbüz’ü “tarikat lideri” yapmaz, sokağa inecek reise de pek benzemiyor o. Şule Gürbüz bir şeyimiz olmak istemiyor...

12 Mayıs 2016 14:00

Bir derdim var diyor Şule Gürbüz, “Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu.” Diğer dertlere benzemiyor, “Dili çözülen dert, anlatılabilir dert, hele anlaşılabilir dert” değil bu, o “sosyalleşmenin bir başka yoluydu, bir tür tavlaydı ya da dama.” Onun derdi sessizlik istiyor, “Suskun olmayan hiçbir derde zaten yakınlığım yoktu” demesi ondan.

Oysa Öyle miymiş eleştirisinde Ahmet Ergenç, (yazıyı buradan okuyabilirsiniz) Gürbüz'ün başta herkes gibi olmasını istiyor (haksızlık mı ediyorum?), sonda çete lideri. Cioran'ın Ezeli Mağlup’u ile Rancière’nin Suskun Söz’ü arasında durduğunu görmüyor. Saat tamir etmeyi öğrenmeye başladığında doğan çocukların şimdi üniversite mezunu olduklarını, Dolmabahçe ile Topkapı'nın saatlerinden artık suskun sesler gelmeye başladığını hesaba katmıyor. Edebiyattaki sanatın okuru suskun bıraktığı yerde başladığından, Flaubert’in tam da bu yüzden dışarıyla bağı olmayan konusuz bir kitap yazmak istediğinden (Rancière) söz etmiyor. Yazarın okurla diyalog kurmak yerine hasbıhal etmeye (hasbî halini arz etmesi anlamında) ihtiyacı da olabileceğini, on sekiz yaşında lise talebesi iken yazıp getirdiği kitabında Murat Belge'nin bunu da fark ettiği için (“‘Genç bir yazarın ilk eseri’ denecek, ‘juvenilia’ kategorisine sokulacak hiçbir yanı yoktu Kambur’un. Olgun bir yazarın elinden çıkmış, acemiliği, sakarlığı olmayan, olgun bir metindi”) o ilk eserin basılmasını sağladığını görmezden geliyor. Oysa susacağı söze muhtaç okurun ne tarikat liderini ne çete reisini, Gürbüz’ü dinlemesi bundan. Gürbüz’ün de “Koca Galip”i (Şeyh Galip’i) dinlemeyi bilmesindeki süreklilikle ilgili. Şule Gürbüz bir şeyimiz olmak istemiyor.

Diyelim Tim Parks’ı (Kader) yeni okumuşsunuz, diyelim Hesse ile dinlenmek istemişsiniz –İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez. Ardından David Eggers’in asıl sözü David Gates’e verdiği Barthelme’nin Kırk Öykü’nün önsözüne bir daha bakmışsınız. Artık eminsinizdir, Türk edebiyatının son dönem eserleri –hepsi değil- “Türk edebiyatı” ile açıklanamaz. Sonra da Ahmet Ergenç’in Şule Gürbüz eleştirisine rastlamışsınız, ve "öyle miymiş?" demişsiniz. O ben olayım. Olabilirsem. Olmamış derseniz biliyordum derim, mutlaka mahcup olurum.

Öyle miymiş? adını bir soru-cevap olarak okumuştum. İçi de öyleydi, okumam doğruydu. Hiç alâkaları yokmuş gibi duran dört bölüm; “Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?”, “Hayır Demeden İtiraz”, “Öyle miymiş?”, “Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum” okuyup bitirince Öyle miymiş? dedirtmek için yazılmışlardı. Önceki kitaplarından bana kalan bir cahil hoca (Rancière) üslubunun devamıydı bu -Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders’e hep ihtiyaç duyan biri olarak Gürbüz’den yine ders almıştım. Yeniden okudum, ders tekrarı –Ergenç’e teşekkür ederim.

Hakkında konuşmak ondan okuduğumuzu, duyduğumuzu nakletmektir. Anladım deriz, bu, şu! Ergenç’in yaptığı bu, benim de. Kambur, Zamanın Farkında ve Coşkuyla Ölmek başlıkları iddialı kesif metinlerdi. Fotoğraf veren, röportaj yapılan bir yazarın metinleri. Sorduklarında çok uzun anlattı Bir+Bir’e kendini; olmuşum halini, olan halini, bir şey olmak istemediğini, olmakta olduğunu.

Olmak’ta tevazu ile kirlenmiş bir iddia vardır, oluş’ta vakar. Şule Gürbüz vakurdu. Aklıma gelen eski bir örnek Necip Fazıl’ın Sâmiha Ayverdi’den beklediğine aldığı karşılıktır. Sokağa çıkıp reis olması gerektiğini söylediğinde, “Ortaya çıkın, inin artık saklandığınız kuleden...” diye kışkırttığında, Ayverdi ona “Ben münzevi değilim ki... Hem prensip olarak inzivâdan pek hoşlanmam da... Eğer bir tecerrüd lâzımsa, bunu kesret dalgalarının çalkantısı ortasında yapmak da mümkündür” demişti. Gürbüz, vakarda Ayverdi’nin (sorunlu antikomünizmini bir yana koyarak) dalga boyundaymış gibi geliyor bana.

Edebiyatın hakikati bir suskun sözdür. Hikmeti “tarikat lideri” veya “çete lideri”nin söyleme biçimine benzer suskunlukta saklı. Risk içerir, ama rızkı riskindedir, onunla mütenaim olur, nimetlenir. Zaten de rızk Arapçadan Batı dillerine geçtikten sonra risk olmuştur.

Edebiyatçı yönüyle Nietzsche ile Pearl Buck arasında duran (ilkiyle mücadele eder ikicisiyle sakinleşir) Ayverdi, üstüne gelmeye devam ettiğinde Necip Fazıl’a “Bence bu dünyada her işi ehline bırakmak ve her kâr sahibini, üstüne almış olduğu vazifesi içinde seyretmek lâzımdır. Binaenaleyh ben de size hak vereyim, siz de bana...” diyerek kapatmıştı mevzuu. Üstlerine giderseniz kapatırlar size kendilerini.

Her okur bir düşünceye uzanır. Sonunda gidip onun yanına uzanmaktır hayat (Parks, Kader, Demirkubuz, Kader veya Kor), ya da coşkuyla ölmek –öyle miymiş? diye diye. Durduğu bir yer var Gürbüz’ün, bu anlamda modern, hatta premodern –ona kalırsa Seyrek Yağmur’da da Barış Bıçakçı öyle. Bir yandan da artık akışkan modern’in (Bauman) içindeyiz ama –gemide değiliz, gemi yok. Gemimiz gölgemiz, bilinçdışı bilgemiz (Jung), suskun sesimiz. Onunla konuşabiliriz. Gürbüz bunu yapıyor. Bolaño'nun, Bıçakçı’nın; Bernhard, Iyer, Cioran gibilerin yaptığına benzer bir şey. Bernhard’dan reis mi olur Allah aşkına!

Kimin/neyin yanına uzanacağımız kader kavrayışımıza bağlı, aktif ya da pasif. Bunu açıklamak Parks’ın Kader’inde Mr. Burton’ın dediği kadar zor gerçekten: “Kargaşa kuramıyla kişiliği, kaderi kavrayışımızı birleştirmek. Farklı topluluklara ve farklı topluluklar içindeki farklı bireylere veya aynı topluluk içinde farklı rollere ve ilişkilere göre bütün farklı öngörülebilirlik ufuklarını nihai ve reddedilmez biçimde açıklamak. Ne müthiş bir katkı olurdu!” Demirkubuz’un Kader’inde Bekir’deki kavrayış Uğur’daki anlamayışın, Kor’unda Ziya’ya karşı Cemal ile Emine’nin kavrayışı birlikte anlamak istemeyişin yanına uzanır. (Bu anlamayış/anlamak istemeyişleri spoiler içermesin diye açıklayamıyorum).

Dostoyevski hayranı Cioran haklı, bütün bu işleri roman ve psikolojiyle açtık başımıza. Bir kahraman aradık sonra onu anlamak, tanrı olmak istedik. Ararken ve isterken çok yorulduk ama tanrı olmaktan da vazgeçmedik. “[Roman] Edebiyatın orospusu oldu. Hiçbir utanma kaygısı duymaz, ihlal etmediği özel yaşam yoktur. Aynı saygısızlıkla, çöp sepetlerini bilinçleri karıştırır. İşi gücü kapıları dinlemek ve dedikodu olan romancı sessizliğimizi hırgüre çevirir. İnsandan kaçan biri bile olsa insani olan romancıyı heyecanlandırır, dalıverir ona. Mistiklerin, çılgınlıklarının, ‘gayri insanilikleri’nin yanında ne kadar da bayağı!” (Var Olma Eğilimi)

Modern olma heyecanıyla yaptık her şeyi. Yapa yapa bitirdik. Tükendik. İroni, romana ve psikolojiye sığınarak idare etmeye çalışmamızda. Bizdeki örneği Tutunamayanlar olan epik modern’e (Gürle) rağmen öyle kolay da idare edilemiyor ama –şarap ya da şiir de olmasa (Baudlaire) işimiz yaş.

Barthelme, mesela, bir anlatı devrimcisi olarak, modern dışına çıkış teşebbüsüne verilen adların hiçbirini sevmez. “‘Postmodernizm’, ‘üstkurmaca’, ‘kurmacaüstü’, ‘süperkurmaca’. Son ikisi korkunç; bence ‘postmodernizm’ içlerinde en az çirkin, en betimleyici olanı.” Sonra onu da beğenmez, “‘Postmodernizm’ [ancak] kronolojik bir belirleyici olarak kullanışlıdır tıpkı ‘on sekizinci yüzyıl’ gibi, öte yandan belirli bir estetiğin nitelendirmesi olarak işe yaramazdır tıpkı ‘Barok’ gibi.” (Gates). Der ve gerisini okura bırakır.

Gates’in Barthelme için dediği şu: “Beckett gibi Barthelme de iyi beslenmiş zevkini ve geniş kapsamlı bilgeliğini, bunların nihai boşunalığını vurgulamak üzere kullanır.” Gürbüz de onlardan, “Hiçbir kesinlik ya da güvenlik sunmayan”lardan.

Gürbüz’ün epik modern masalında birçok başka şey gibi “vaaz”ın da parodisi, yeknesak cehaletin hicvi varken o anlatıdan “vaaz” çıkarmak mahsus dile bigane olmakla mı ilgili acaba? Ne Nietzsche ve Heidegger’i ne de “Koca Galip”i anlayan, anlamadan tekrarlayanları anlayan ama onlara tapanları yadırgayan bir üstdil var Gürbüz’de. Bu dilin kimi okurda bir “ümitsizlik”, “tıkanıklık” duygusu yaratması anlaşılabilir. Ama onun bunu “biraz yakın tarih bilinci, biraz gündelik hayat okuması, biraz çağdaş felsefe (mesela Foucault)” ile aşacağını düşünmek, ondaki eksiği Foucault’da bulmak, onun gibileri okumadığı için “büyük modernizm”de takılıp kaldığını sanmak sanki asıl “modernist” takıntı gibi görünüyor. Ergenç'in sevdiği anlaşılan bölüm, “Hayır Demeden İtiraz”, "Göz çok sonra kullanılacak bir şeydir. Atla da gör. Atlarken görme, atlamadan görme, atla da bir gör, biz de bakalım. Böyle değil midir? Değil midir? Böyledir.” diye biter ve yeni fasla “Öyle miymiş” diyerek geçer. Bütün geçişler ikirciklidir.

Öyle miymiş?’in grotesk bible kapağı Gürbüz’ü “tarikat lideri” yapmaz, sokağa inecek reise de pek benzemiyor o. Ergenç'in Gürbüz okuması “güçlü yanlış okuma” (Harold Bloom) örneği gibi göründü bana.

Donald Barthelme, Kırk Öykü, Monokl Edebiyat, 2015.
E.M. Cioran, Var Olma Eğilimi, Metis, 2016.
Harold Bloom, Etkilenme Endişesi, Metis, 2008.
Hermann Hesse, İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez, YKY, 2016.
Jacques Rancière, Suskun Söz, Monokl Yazın, 2016.
Jacques Rancière, Cahil Hoca, Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders, Metis, 2014.
Meltem Gürle, Ölülerle Konuşmak, Shakespeare’den Joyce’a Tutunamayanlar’da Edebi Miras Meselesi, İletişim, 2016.
Sâmiha Ayverdi, Mülâkatlar, Kubbealtı Neşriyatı, 2005.
Şule Gürbüz, Öyle miymiş?, İletişim, 2016.
Tim Parks, Kader, Kanat, 2004.
Editörün notu: Başlıktaki "Hiç kimsemizdir" yazarın isteğiyle öyle yazılmıştır.