"İstanbul yüzyıllardır akan, kuvvetli bir nehrin oluşturduğu delta gibidir. Her millet, her türden kültür orada bir aradadır. İşgal bu farklı milletlerden, kültürlerden yönetilebilir, yapay bir ortak şehir inşa etme çabasıydı; nehrin akışının tersine, tarihin kaidesine aykırı bir müdahaleydi; olmadı."
14 Ekim 2021 14:30
Suat Duman’ın ilki geçtiğimiz yıl yayımlanan polisiye roman serisi 1918, yeni bir kitapla yoluna hız kesmeden devam ediyor. 1918 serisiyle birlikte okuyucuyu Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına götüren Duman, bu kez bir köpekbalığı saldırısından hareketle, işgal altındaki İstanbul’da bambaşka bir hikâye kurguluyor.
1918: Bir Hayalet Dolaşıyor’da İngiliz Yüksek Komiserliği’nde önemli bir davet verilirken Kadıköy sahiline vuran, parçalanmış bir ceset tüm şehirde ürkütücü hikâyelerin dolaşmasına yol açar. Nüfusu çoğunlukla 1915 Devrimi’nden kaçan Ruslardan oluşan kimi mahallelerde ise söylentilerin ucu bucağı yoktur. Okuyucuyu oldukça karanlık ve zorlu bir atmosferde uzun bir yolculuğa çıkaran 1918: Bir Hayalet Dolaşıyor, Ferda ve Miette’nin etrafında sınırlarını giderek açan, bir cinayetin arka planında ne tür vahşi hikâyelerin yatabileceğini okura bir kez daha hatırlatan bir roman.
Suat Duman ile 1918 serisi, serinin yeni kitabı Bir Hayalet Dolaşıyor ve polisiye edebiyat üzerine konuştuk.
1918 serisinin üçüncü kitabı Bir Hayalet Dolaşıyor geçtiğimiz günlerde Alakarga Yayınları tarafından yayımlandı. Halihazırda üçüncü kitaba erişen bu seri fikri nasıl oluştu ve gelişti?
Polisiye yazınında gelenektir, yazarın beraber dolaşmayı, okurun da tanıklık etmeyi sevdiği bir dedektif ya bağımsız maceralarda ya da serilerde tekrar tekrar karşımıza çıkar. İlk romanım Cinayet Mevsimi’ndeki karakterim Mehmet Cemil’i ikinci romanda da yazdım yazmasına ama beni bir üçüncüye götürmedi, birkaç yeni macerasını yazmaya giriştiysem de devamını getiremedim. Diğer romanlarım klasik bir dedektifin olmadığı kara polisiyelerdi. 1918’le birlikte hem farklı maceralara koşabilecek bir karaktere hem de uzun soluklu bir seriye dönüşebilecek hikâyeye kavuştuğumu hissettim.
Kitap, oldukça çetrefilli ve bütün dünyanın içerisinde bulunduğu, epey sancılı bir yıl olan 1918’de geçiyor. Sizi bu seri için 1918’e yönlendiren, bu yılı sizin için özel kılan nedir?
Bir tarih olarak bile son derece esin verici. İçinde geçmişin kalıntılarını, geleceğin nüvelerini taşıyor. Bir belirsizlikler yılı. 20. yüzyılı hazırlayan bir laboratuvar. Bir yıl önce dünyanın hatırı sayılır kısmı kıyasıya bir savaşa tutuşmuş, gelecek tahayyülleri rafa kaldırılmışken 1918’de herkes –hemen hemen herkes– dünyanın alacağı yeni çehrenin merakıyla yanıp tutuşuyor. 1919’a gelindiğinde çoğu belirsizlik geride kalmış, inşa sürecine girilmiştir bile. 1918’i ilgi çekici kılan bunların tamamı benim için. Sahipsiz bir şehir, sahipsiz bir halk. İşgale ve ihanete uğramış bir devlet. Dünyanın bütün halkları oradadır adeta, o günlerde İstanbul’a ne olacaksa, dünyanın geri kalanına da o olacaktır. Büyük bir cazibe ve polisiye bir hikâye kurmak için bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
1918 serisi aslında bir dönem romanı/dizisi olarak da okunabilir. İçerdiği tarihî vesikalar, göndermeler ve atmosfer buna oldukça müsait. Dolayısıyla arka planında ciddi bir araştırmanın ve arşiv çalışmasının olduğu da açık. Romanın/serinin arka planında nasıl bir hazırlık yatıyor? Biraz bu kitap özelinde yürüttüğünüz arşiv ve hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz?
Başlangıçta çizgi roman estetiğine uygun bir çatı hayal etmiştim. İlk kitap Kalbim, Kimsesiz Yurdum’da bunun izleri görülebilir. Tarihsel arka plan basit ve tanıdık imajlarla sınırlı kalacak, önde altın çağ polisiyelerinin hepimizin aşina olduğu zeki dedektifi zor muammaları çözecekti. Bu haliyle ciddi bir arşiv çalışması da gerektirmiyordu. Fakat ikinci kitap Ah Dehşet Dehşet Dehşet’le birlikte hikâyenin evreni genişlemeye başladı. Bu da beni 1918 yılının ve İstanbul şehrinin ayrıntılarında daha fazla zaman harcamaya itti. Bir süre sonra daha çok okumaya ve daha az yazmaya başladım. Özellikle günlük hayatın aktarılışı bir problemdi ama sanırım bunu iyi bir şekilde aşabildim. Özellikle dönem romanları bu konuda beni çok rahatlattı. Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları üçlemesi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek ve Türk’ün Ateşle İmtihanı, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Yakup Kadri’nin Ankara ve Sodom ve Gomora’sı… Tarihi kavramakta ve insanı görmekte eşsiz değerde romanlardı. Bunların dışında tabii İstanbul diğer birçok şehre kıyasla iyi kayda geçirilmiş bir şehir. Özellikle belli bölgelerini sokak sokak, gün gün bulabiliyorsunuz. Bunları bir yandan hâlâ okuyorum. Defterlerim notlarla, çalışma masam karakter ayrıntıları ve krokilerle kaplandı.
Bir Hayalet Dolaşıyor, roman açılışı bakımından bana çeşitli açılardan Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sını hatırlattı ve roman çerçevesinde bu tür atıf ve dolaylı ilişkilerden söz etmek de mümkün. Öte taraftan kadın hareketleriyle ilgilenen, alımlı ve ekonomiyi de yakından takip eden Colette, yine bir başka özel mesele. Peki, gerek bu roman gerekse seri için referanslarınız nelerdir? Edebi eserler arasındaki bu tür bağıntılar üzerine ne söylersiniz?
Doğrusu Benim Adım Kırmızı aklıma bile gelmemişti. Orada yapı, hatırladığım kadarıyla, karakterlerin örtük anlatımlarıyla örülmüştü – bütün bir yapıdan söz ediyorum. Muammayı da çok konuşan ama az söyleyen bu yazınsal tercih yaratıyordu. Bir Hayalet Dolaşıyor’da yalnızca bir karakterin iç sesini zaman zaman duyarız, fakat hikâyenin muamması buradan beslenmez. Bu iç sesten beklediğim ya da umduğum, hikâyenin dayandığı cinayetler, savaşlar, ayinler vb. büyük davaların ağırlığı altında gözden yiten o biricik insan ruhunu hissedebilmekti – bu benim için zaruretti, okur için de öyle olduğunu tahmin ediyorum. Zira bir tarafından iğne ucu kadar bile ışık sızmayan, kapkara bir hikâye anlatmayı reddederim, böylesi bir umutsuzluğu, insandan bu derece kopup kaçmayı kabul edemem.
Referanslara gelince; tüm macera duygusunu eşsiz ve ölümsüz Herge’nin Tenten’ine borçluyum. Akıp giden, imkânsızı arayan karakterler için Jules Verne’e; bir diyalog ustası, toplumun her kesimini, zindanına kadar her deliğini ciğerine dek bilen Kemal Tahir’e; Marmara’nın mavi sularını belki de ebediyen terk ederken bile kılı kıpırdamayan, yanındakileri, “Buralara tekrar döneceğiz” diye teselli eden Halide Edip’e de elbette.
Colette ve seride yer yer arzı endam eden diğer tarihsel karakterler de temsil ettikleri değerlerle, kadın hareketi, sosyalist hareket vb. içindeki ilksel rolleriyle 1918 evrenini içine girilebilir ve sahici kılmakta yardımıma yetiştiler.
Oldukça cesur bir kahraman olan Ferda, içerisinde bulunduğu erkek egemen yapıda kendi farkını açıkça gösterir. Bunca erkeğin söz konusu olduğu bir dünyada/toplumda neden bir kadın kahraman? Ferda bu erkek egemen yapıda bir meydan okuma mıdır?
Zamanının ötesinde bir karakter Ferda. Fakat dönemin çoğu insanı için bu tanım geçerli. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih yeni insanı ortaya çıkarmıştır. Bu yeni insan, içinde bulunduğu zamanı dönüştürmek için çalıştı. Çok yönlü aydın ve devrimcilerden söz ediyorum. Dünya dillerine hâkimler; uzak diyarların bilgisine sahipler; tıp, ekonomi, sanat biliyorlar; Fransız Devrimi’nin açtığı büyük ufka bakıyorlar; yükselen proleter hareketi takip ediyorlar… Çok sayıda insan birlikte ya da ayrı ayrı hummalı bir şekilde asrın burçlarını zorluyorlar. Şemsettin Samiler, Ahmet Mithat Efendiler, Halide Edipler… Ve tabii bugüne bile tartışmasız bir şekilde tesir eden Mustafa Kemal.
Dolayısıyla Ferda, 1918 senesi İstanbul’u için çok da ayrıksı bir karakter değil kanımca. Kısa süre sonra, diyelim 30 sene sonra Ferda toplumun sıradan yüzlerinden birine dönüşecektir; böyle bakınca o, doğmakta olan yeni toplumun bir prototipidir.
Mösyö Mars, Doktor Hilmi, Yuriy Markovic, Serkomiser Reşat, Petri, Ulya Antovna, Yefim Efendi… Romanda o kadar çok farklı milletten kahraman söz konusu ki, adeta bütün bir cihan İstanbul’da buluşturulmuş gibi hissediliyor. Tüm bu kahramanlar üzerinden ortaya çıkarmak istediğiniz ana tablo nedir? Bu durum İstanbul’un kozmopolit yapısına paralel olarak her bir kahramanın mensubu olduğu millete dair bir temsiliyet olarak da görülebilir mi?
Bir tablo çıkarmaktan çok, dönemin tablosunu doğru bir şekilde görmek çabası var. İstanbul yüzyıllardır akan, kuvvetli bir nehrin oluşturduğu delta gibidir. Her millet, her türden kültür orada bir aradadır. İşgal bu farklı milletlerden, kültürlerden yönetilebilir, yapay bir ortak şehir inşa etme çabasıydı; nehrin akışının tersine, tarihin kaidesine aykırı bir müdahaleydi; olmadı. Romanda bu karakterlerin hepsini bir arada anlatırken, işgal koşullarının şehrin sadece bir sahibine, Türklere değil, kısa bir an için sırtları okşanan diğer milletlerine de kötülük getirdiğini/getireceğini gördüm. Kısacası, karakterlerin kimlikleri romanda ayrıştıran değil, işgalin tam karşısında, birleştirici bir irade olarak var. İsimlerin ve milletlerin altını kalın bir şekilde bir sınır gibi çizen her zaman emperyalizm olmuştur. Diğerleri kadar iyi ve diğerleri kadar kötü bu insanları birleştiren şey ortak hayatı yüzyıllardır birlikte üretiyor oldukları gerçeği.
Sizin edebiyatınızın şüphesiz en dikkat çeken yanlarından birisi de diyaloglar. Okuyucunun olayların ve meselelerin içerisine rahatlıkla adapte olmasında bu diyalogların büyük bir önemi var. Peki, bu diyaloglar nasıl bir çalışmanın sonucu olarak yazılıyor? “Diyalog yazma” meselesi ve diyalogların anlatıya katkısı üzerine ne söylersiniz? Ek olarak, diyalog meselesini bir yandan polisiye ile ilişkilendirmek de mümkün tabii. Sizin için diyaloglar polisiyelerde bir ‘tür’ gereksinimi olarak mı bu kadar güçlü bir şekilde kullanılıyor, yoksa bu bir tercih midir?
Polisiye okura bir problem verir, çözüme de matematiğin yöntemleriyle ulaşır. Diğer taraftan bu matematiği görünmez kılacak iki esaslı unsur yoksa polisiye de yoktur: Atmosfer ve karakterler. Bunlar tabii yalnızca polisiyenin unsurları değil.
Diyaloglara gelince, bunu polisiyenin kaçınılmaz unsuru olarak görüyorum. Sadece okuru hikâyenin içine çekmek için değil, hikâyeyi hem anlaşılır hem de içinden çıkılmaz hale getirmek için. Anlatıcı ve/veya dedektif okuru yanlış bilgilendiremez, bu polisiyenin kaidelerinden biridir. Böyle olunca okuru yoldan çıkaracak, konuşmayı seven karakterlere ihtiyaç duyarsınız.
Bazen diyalog yazmazsınız. Bazen de kaçınılmazdır. Ben konuşan, gerçek, yaşayan insanlar yazmayı, onların herkes gibi değil, kendileri gibi konuşmalarını seviyorum, önemsiyorum. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal’in karakterleri çok ve bugün bir benzerine artık rastlayamadığımız sahicilikle konuşurlar. Bunu seviyorum.
“Birinin acısı, diğerinin sermayesi” (s. 18) ifadesi bana kalırsa romanı ve roman boyunca kahramanların/toplumun başına gelenleri de doğrudan imleyen bir söz. Özellikle büyük bir savaşının/yıkımın ardından ağırlığı daha da yakından hissedilen acı-sermaye ilişkisi üzerine ne söylersiniz? Savaş sonrası İstanbul’unda toplum kendisini nasıl bir yapının içerisinde bulmuştur ve bu durum romana nasıl sızdı?
Savaş kısa bir süreliğine ve neredeyse yalnızca saray ve tahtında tutsak olmuş Vahdettin için sona erdi demek doğru olur. Savaşı Anadolu’da toplanan komutanlar ve çilekeş köylüler nihayetine erdirdi. Bu süreçte, yani 1918 işgal İstanbul’unda, önceden sadece Pera’ya hükmeden, varlıklı gayrimüslimler şehrin ticaret hayatını zapt ettiler. Bu büyük ölçüde işgalciler eliyle oldu. Savaşlar bunu yapar; yeni zenginler ve yeni felaketler yaratır. Bu savaşın sonucu mudur, yoksa aslında hedefi, sebebi midir, bunu tarihçilerle tartışmak gerekir herhalde.
Yine de şunu biliyoruz; yoksul gayrimüslimler için de hayat Türk ve Müslüman nüfus için olduğu kadar zordu. Bazıları zengin oldu ve büyük kalabalıklar öldü. Yukarıda, Sovyetler’de büyük kalabalıkların günleri başlamıştı yine de, unutmayalım. Savaş olumlanacak şey değil, ama dünyayı onu durmaksızın yorumlayarak değiştiremeyeceğimizi söyleyen filozofu da ara ara hatırlamakta fayda var.
Şehirde dolaşan hayalet imgesi aslında oldukça güçlü ve bütün karakterleri, toplumu, hikâyeyi iç içe geçiren bir unsur. Peki, siz bu hikâyenin başlangıç noktasında neden kıyıya vuran parçalanmış bir ceset seçtiniz? Bu durumu devletin içinde bulunduğu duruma, topluma ve karakterlerin kişisel geçmişlerine de gönderme yapan bir metafor olarak da okumak mümkün mü?
Bir köpekbalığı hikâyesi gerçekten de var aslına bakarsanız. Hiç olmaması gereken yerde, Marmara’da bir köpekbalığı gerçekten de dolaşmış. Bu hikâye hoşuma gitti. İstanbul herkesi kabul eden bir şehir, köpekbalıklarını da elbette. Yine de ona, şehre, “seni yeneceğim” diye kafa tutan köpekbalıklarının bir de gerçek hikâyesi var. 1918 genel olarak bu fikir üzerine yükseliyor zaten.
Hayaletinse nereden çıktığı malum, Manifesto’yla birlikte bir devrim imgesi olarak literatüre girmiş durumda. Bu hayalet yukarıda, Çarlık Rusyası’nda ete kemiğe bürünmüştü de, burada, İstanbul’da bizim hayaletimiz neredeydi? Bu soru 1918 serisinin on kitap boyunca soracağı birkaç ana sorudan biri galiba.
Ceset hikâyesi deşilmeye başlandıkça ortaya çıkan durum, ayinler, ritüeller ve karanlık ilişkiler aslında anlatının oldukça mitik bir yapısının olduğuna da işaret ediyor. Bu da aslında kimi cinayetlerin arka planında çok farklı inanç ve düşünce biçimlerinin yattığını gösteriyor. Bu noktada polisiye kurguyu da işin içine dahil ederek şunu sormak istiyorum: Polisiye romanlarda ele alınan cinayetler bize salt bir cinayetin hikâyesini mi verir, yoksa yazar bu hikâye üzerinden daha büyük bir gerçeğe mi işaret eder?
Eh, aslında bayağı tartışmalı bir konu. Cinayetler polisiyeden önce de, sonra da edebiyatın konusu oldu. Çok sayıda klasik ve modern klasiğin adı sayılabilir. Polisiyenin ayrışması cinayeti salt bir soruşturma meselesi yapmasıyla gerçekleşti. Bu, sanayi toplumunun kendi eseri olan suç gerçeğini bağlamından koparıp salt bireysel bir sapma olarak kodlamasıyla paraleldir. Suç bir kez toplumun değil de emniyet birimlerinin meselesi kabul edilince, polisiye kendisine güvenli bir alan buldu ve serpildi: Bağlamından kopmuş bir cinayet aslında heyecanlı bir hikâyeden başka nedir ki! Böylece cinayet (ya da herhangi bir suç) toplumsal sebeplerinden ve bütün diğer sonuçlarından, büsbütün değilse de son kertede koparıldı; ta ki kapitalizmin buhranlarından biri dünyayı ikinci savaşın kapısına getirip bırakana dek. Bundan sonra polisiye toplumsal arka plana daha çok, katilin ve dedektifin kişisel özelliklerine daha az ağırlık verir oldu. Sorunuza gelirsek; polisiye romanlar toplumun en kırık yerlerinden, gözlerden ırak çatlaklarından hikâye devşirir. Büyük bir gerçeğe mi bilemem ama gerçeğe kaçınılmaz bir şekilde çok yakın ve sadık bir türdür.
Roman toplumsal olaylara da oldukça yakından değinen bir hikâyeyi içerisinde barındırıyor. İşgalcilere karşı öncelikle işçi sınıfının, tersane işçilerinin harekete geçmesinin sebepleri üzerine neler söylersiniz? Bu durumun 1915 Devrimi ile bir ilgisi var mı?
Aslına bakarsanız toplumun en diri kesimi askerler. İşgale karşı ilk andan itibaren hızla örgütlenenler de, fikir geliştirenler de yine onlar. Bu gayet anlaşılır bir durum. Yıllardır savaş halindeler ve kimle karşı karşıya olduklarının diğer tüm kesimlere kıyasla fazlasıyla farkındalar. Bakın, eşsiz aydınımız, yazarımız Halide Edip hanımefendi ilk zamanlar Amerikan mandasını savunuyor; keza Refik Halidler de… Bunu anlıyorum, yargılamıyorum. Fakat asker kadrolar büyük oranda bu hataya düşmüyor, uzun vadede neyin macera olduğunun farkındalar. Sonuç verecek formülü daha net görebiliyorlar.
İşçi sınıfının öncüleri bir süre bocalıyor desek yanlış olmaz. Bunda işgal yıllarında sömürünün boyut atlamasının payı da çok kuşkusuz. İşçiler bu süreçte, Bolşevik Devrimi’nin de sıcak etkisiyle önceliği İstanbul özelinde ve hak mücadelesi sınırında tutuyorlar. Çok sayıda grev örgütlendiğini, cemiyetleşme konusunda ciddi baskılara uğradıklarını biliyoruz. Yine de hızla Anadolu’daki mücadelenin tayin edici önemi kavranıyor ve Ankara hükümetine yardımın yolları aranıyor.
Arayış dolu bir zaman dilimi, herkes kurtuluşu arıyor; herkesin kaçışı aradığı bugünlere hiç benzemediğini söyleyebilirim.
Son bir soru olarak, 1918 serisi yoluna nasıl devam edecek?
1918 serisini on kitapta bitirmeyi planlıyorum. Her kitap bir yandan bağımsız bir polisiye macera olacak, bir yandan da karakterlerin hikâyesi, tıpkı 1918 yılı gibi büyük bir tarihe doğru evrilecek.
•