Stalin’in kamplarındaki Japon esirler ve savaşın sarılamayan yaraları

“1945’ten 1956’ya kadar devam eden esaret dönemine dair Muminov’un kaleme aldığı tarih yazımı, sadece savaş sonlanıp yeni bir dünya düzeni şekillenirken Sibirya kamplarında soğuk ve açlıkla boğuşan askerlerin hikâyelerine odaklanmakla kalmıyor, Soğuk Savaş’ın iç dinamiklerinin farklı bir açıdan sorgulanmasını da teşvik ediyor.”

29 Aralık 2022 21:30

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın Sibirya’daki esir kamplarına alınan ve burada tam on bir yıl, yazar Sherzod Muminov’un deyimiyle “on bir zorlu kış” geçiren yüzbinlerce Japonun izini sürerek şekillenen bu çalışma, Eleven Winters of Discontent, benim için 2022’nin en dikkate değer kitabı.

Savaş, (dolambaçlı bir) göç, esaret ve anayurda dönüş sonrası yaşanan travmaları esas alan kitaba konu olanlar, 1945 sonrasında uluslararası siyasete sunulan Japonya anlatısını besleyip desteklemediği için âtıl kalan hikâyelerden sadece bir kısmı. Geçmişin sürekli sorgulandığı, uluslararası siyasete yön veren toplumsal dinamiklerin değişmekte olduğu şu zamanlarda sık sık gündeme gelen konulardan birinin de Japonya ve Amerika arasındaki ikili gerilimin görünmez bir ayağı olarak Sovyetler Birliği’nin tavrı olduğunu düşününce, Muminov’un kitabının önemi daha iyi anlaşılacaktır.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde uluslararası siyasetteki hamlelerini Asya’da hükümranlık ideali üzerinden planlayan Japon İmparatorluğu, 1932 yılında Çin’in kuzeydoğusundaki Mançurya’dan Güney Sakhalin bölgesine uzanan bir alanda bir “kukla idaresi” kurar. Bu önemli siyasi adımın en dikkate değer sonuçlarından biri de Japonya’nın Amerika, İngiltere ve SSCB arasındaki çekişmenin içine adım atmış olmasıdır. Nitekim, bölgenin Sovyet işgaline uğramasıyla Japonya geri çekilmek zorunda kalınca, buraya konuşlandırılmış yüzbinlerce askerin Sibirya’daki esaret hikâyesi başlamış olur. Dahası, Sibirya’ya sevkiyat başladığında askerler ne olduğunu henüz fark etmemiş, eve dönüş yolunda oldukları zannına kapılmışlardır. Pek çok savaş hikâyesinden aşina olduğumuz göç ve esaret süreçlerinin, ilerleyen zamanlarda tanımlanan bellek kurgusu içinde nasıl stratejik bir önem arz ettiği de yine bilinen bir konudur. Dolayısıyla, 1945’ten 1956’ya kadar devam eden esaret dönemine dair Muminov’un kaleme aldığı tarih yazımı, sadece savaş sonlanıp yeni bir dünya düzeni şekillenirken Sibirya kamplarında soğuk ve açlıkla boğuşan askerlerin hikâyelerine odaklanmakla kalmıyor, Soğuk Savaş’ın iç dinamiklerinin farklı bir açıdan sorgulanmasını da teşvik ediyor.

Savaşın yaraları sarılmaktayken, Stalin’in ölümünün ardından Sovyet siyasetinde yeni bir döneme girilmiş, bu yeni dönemin toplumsal, ideolojik ve iktisadi altyapısını oluşturulmasında Sibirya madenlerinde ve tarım arazilerindeki işçi kampları, kitlelerin organize edildiği birer üs olarak kullanılmıştır. Kitle iletişimi ve teknolojinin tek kanaldan ve yavaş ilerlediğini düşününce tahmin edilebileceği gibi, Japon esirler ülkelerine dair haberleri bölük pörçük ve gecikmeli bir şekilde alabilirken, adeta ayrı bir evrenin değerler sisteminde kuşatılıp kalmışlardır. Bu süreçte, Japonya’nın savaşı kaybedip imparatorun yenilgiyi ilan edişi ve yedi yıl süren işgal yönetimini daha ziyade kulaktan kulağa yayılan haberler şeklinde duyduklarını da anlıyoruz. Tahmin edileceği gibi, toplumun yaşadığı “gerçeklik”ten ne kadar kopmuş olduklarını fark etmeleri başka travmaları tetiklemiş.

Kitapta son derece çarpıcı ayrıntılar var. Öncelikle, Japon esirlerden çoğunun geri dönüş konusunda umutlarını kaybetmeden hayata sarılabildiklerini, hatta görkemli karşılama törenleri hayal ettiklerini anlıyoruz. Ayrıca, Sovyet yönetiminin Japon esirlere, ilerleyen yıllarda dünyayı etkisi altına alacak olan Soğuk Savaş çekişmelerinde işine yarayacak ideolojik bir “yatırım” nazarıyla bakıp, onların politize olmalarına verdiği önemi de vurguluyor Muminov. Dolayısıyla, yönetimin Japon esirlere karşı davranışı kısmen daha yumuşak ve kayırmacı olarak görülmüş diğer halkların esirleri tarafından. Buradaki kayırmacılık konusundaki standardı da çorbanın yağlı ve taneli kısımlarını yiyebilmek şeklinde tanımlamış yazar. Soğuk, sefalet, tahtakuruları ve ağır iş yükünün hâkim olduğu gündelik gerçeklikte bir nefeslik yer açabilmenin tek yolunu hastalanmakta bulan esirler, dispanserdeki istirahat sürelerini uzatabilmek uğruna, ateşlerini ölçmek için getirilen derecelerin civa seviyelerini yükseltecek hileler geliştirmişler. Kamp hayatına dair bu ve benzeri hikâyeler ancak Japon esirler ülkelerine döndükten sonra kayda geçebilmiş. Bunun sebebini, Sovyet yönetiminin katı tutumu ve sansür politikalarına bağlıyor Muminov. Aradan geçen zamanın ve Japonya’ya dönüş sonrasında maruz kaldıkları dışlayıcı tavır neticesinde gelişen psikolojinin de geriye dönük hatırat yazımında ne tür etkileri olabileceğini göz önünde tutarak yapıyor tespitlerini. Esirler ülkeye döndüklerinde, kendi anlatmak istedikleri hikâyeler ve halkın onlardan talep ettiği hikâyeler arasında nasıl gerilimli bir durum oluştuğundan bahsediyor. Japonca, Rusça ve İngilizce kaynaklardan elde edilen anlatılardaki nüanslarla oluşan bu derinlikli kitap, imparatorluk sonrası Japonya siyasetinin, ülkemizde zannedildiği gibi sadece Amerika ve Avrupa odaklı olmadığını anlatıyor.


Nakhodka liman kentindeki bir Sovyet kampında Japon savaş esirleri…

Sibirya’daki Japon esirlerin hikâyelerini en çarpıcı ve (kendileri için) en travmatik kılan unsur, şüphesiz ki, Asya genelinde hâkim güç olmayı öngören bir siyasi ideolojinin parçasıyken birdenbire uzun bir esareti tatmaları ve ülkelerine döndüklerine gerek sağ, gerekse sol siyasetin işine yaramayan “âtıl bireyler” haline gelmiş olmaları. Çileli hayatlarının hiçbir siyasi kanadın ilgisini çekmeyişi yabancılık hissini daha da artırmış, onları marjinal bireyler haline getirmiş. Burada, yazarın önemle üstünde durduğu konulardan birinin, esirlerin genel tavrı ve Sovyet yönetimine karşı tutumlarına dair bir genelleme yapmaktan kaçınmak olduğunu belirtmeliyim. Zaten kitabı değerli kılan şeylerden biri de bu tutum. Ancak ‘90’larda Sovyet arşivlerinin açılmasıyla mümkün olan bu çalışma, herhangi bir “sonsöz” söyleme iddiasında değil, aksine çok daha önemli bir işleve sahip. Tarih yazımı içinde arzu ettiği temsiliyete sahip olamamış, dışlanmış bir kitlenin gözünden büyük resmi görmenin verdiği ayrıcalıklı bir konumla okuyoruz kitabı.

Bütün bunları, büyük ve afili bir “sonsöz” söylemiyor olmanın, böylesine önemli bir kitabı okuyucunun nazarında ne tür bir yargıya maruz bırakacağını bilerek yazıyorum. Nitekim, ilk basımının üzerinden yıllar geçmiş, ardından Japonya’ya dair yüzlerce kitap yazılmış olmasına rağmen, Ruth Benedict’in (artık türlü şaibelerle anılan) kitabının bu ülkedeki “ziyâlılar” üzerinde yaptığı etkinin şaşkınlığını atmak hiç de kolay değil. Hatta yeri gelmişken konuyu biraz açarak belirtmek lazım: Her iki eserdeki analizler de esaret yaşamış bireylerin anlatılarına dayanıyor, fakat Muminov bu durumun yaratabileceği muhtemel etkilerden haberdar ve okurları bu açıdan da aydınlatan bir üslupla yazıyor.

Sibirya’daki on bir yıllık esareti anlatan bu kitaptaki en dikkat çeken kısımlardan bazıları, kamplardaki eğitim ve propaganda süreçleri ile alakalı olanlar. İmparatorun sekiz kollu bir Buda olarak tasvir edildiği duvar resmi bana göre bunların en belli başlılarından. Japon imparatoru, insanüstü bir nitelik atfedilen, hakkında espri yapılamayan, son derece masum bir karikatüre konu edildikten sonra karikatüristin işinden olmasına sebep olan bir konumdayken, böylesi bir duvar resminin yer alması, kamptaki ideolojik ortamı ve propagandanın ölçüsünü anlamak için yeterli.

Bir başka önemli konu da, Japonya’ya döndükten sonra hatıralarını kitaplaştıran bazı esirlerin daha sistematik bir şekilde aktivist hareketler içinde yer almaları. Neredeyse kitlesel olarak haksız bir itibarsızlaştırmaya maruz kalan esirler hak arama mücadeleleri içinde sürüp giden davalarla cebelleşirken ister istemez daha da politize olmuşlar. Bunlardan Kenji Oguma’nın sosyoloji profesörü olan oğlu Eiji Oguma, babasının anılarının kitaplaşmasına da katkıda bulunurken, babası ve onunla beraber esir düşenlerin hikâyelerinin gelecek nesillere aktarılmasının ne kadar önemli olduğundan bahsetmiş. Eiji Oguma’nın son on yılda nükleer karşıtı aktivist tavrın yayılmasında gösterdiği sebatkâr çabanın oluşturduğu etkiyi düşününce, sayıca azınlık olan bu bireylerin ve her birinin savaşın ve esaretin farklı yönlerine odaklanan derinlikli anlatılarının yeni güzergâhlara açılabileceğini yeniden fark ediyoruz.

Umarım Sherzod Muminov’un kitabı yakın zamanda Türkçeye çevrilerek okurlarla buluşur.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Esir Japon askerlerden bir kısmı 1946 yılında Sibirya’dan Japonya’ya dönerken.