Yazdıklarının yalnızca bir yönüne indirgeyemeyeceğimiz bir filozof olan Spinoza'nın düşüncesi, Sevinç Türkmen'in Aşkın Ontolojisi: Spinoza'yla Bir Yürüyüş kitabında Bento ile Maria'nın aşk ilişkisi içinde ete kemiğe bürünüyor...
12 Nisan 2018 14:00
“Felsefi arzu, son derece genel biçimde, düşüncede ve varoluşta, kolektif hayatta olduğu kadar kişisel hayatta da bir başkaldırma arzusudur…” diyor Alain Badiou, Gerçek Mutluluğun Metafiziği’nde. Spinoza, yaşamı, siyasal iktidarlar karşısındaki tavrı ve felsefesi arasında sımsıkı bir tutarlılık kurmuş bağımsız bir filozof. Deleuze’e göre filozofların prensi, hatta felsefenin ta kendisi. Onun yapıtında ontoloji, etik ve politika ayrı düzlemler değil: Nasıl yaşamak gerektiği sorununa odaklanarak tek bir gündelik yaşam düzleminde özgürleşme çabasına bağlanıyor. Pek çok kez söylendiği gibi bütünüyle pratik bir felsefe. Spinoza’da pratik, aynı anda hem en yüksek erdem ve mutluluk arayışına yöneliyor hem de bu pratik varoluş politik açıdan güncel olanla hep canlı bir gerilim içinde kendi özerk varoluşunu kuruyor.
Politika, iki yüzyıldan bu yana, ezilenler için iktidara direnmenin ve tüm toplumun yeniden kuruluşu için bir ölüm kalım savaşının alanı hâline geldi. ‘68 isyanlarından sonra topyekûn devrim ve gündelik hayatın devrimci yeniden kuruluşu mefhumlarıyla birlikte, özel hayatın bütün yönlerinin politik olduğunun kavranışı özellikle her radikal akımın içinde belirirken, Spinoza’nın politik ontolojisi de artık keşfedilmeye başlandı. Bu zaman diliminde Louis Althusser, Gilles Deleuze, Pierre Macherey, Antonio Negri, Étienne Balibar, Alexandre Matheron, Paolo Virno gibi sol teorisyenlerin yanı sıra, Moira Gatens, Genevieve Lloyd, Susan James gibi feminist teorisyenler Spinoza’nın ontolojisinin imkânlarını keşfettikleri radikal bir Spinozacılık geliştirmeye başladılar. Gündelik hayatın içinde etik bir varoluş inşa etme çabasının derinden politik olduğunu, varoluşumuzun tüm yönleriyle devrimci bir yeniden kuruluşun içinde olduğumuzu gösteren ilk modern materyalist filozoftur Spinoza.
Spinoza’nın felsefesini keşfetmek onu çağdaşlaştırmaktan çok öte bir anlam taşıyor. Onu bugüne taşımaktan ziyade, içinde bulunduğumuz kapitalist modernliğin ontolojisinden çok ötede olan bu filozofa bizim ne kadar yaklaşıp onun çağdaşı olmayı başarabileceğimizi keşfetmek durumundayız. “Acaba Spinozacı bir esinlenişe erişebilecek olgunluğa gelecek miyiz?” diye soruyorlardı Deleuze ve Guattari.1 Bunu başarabildiğimiz ölçüde, düşüncelerimizin halen içine gömülü olduğu ontolojik kabullenişlerimizden sıyrılıp, arkaik despotizmlerin, monarşilerin, imparatorlukların doğrudan mirası olan modern politik kurumların, düşünce ve inanç sistemlerinin üzerimize çökmüş karabasanından kurtulmaya bir o kadar yaklaşabiliriz. Spinoza’nın “mutlak demokrasi” tasavvuru, günümüzün temsilî demokrasilerinden bakılınca hâlâ çok uzaklardaki bir ufuk çizgisi olarak belli belirsiz görebildiğimiz bir hat sadece.
Bu yüzden, Spinoza üstüne her yazma girişimi, onu keşfetmenin ötesine geçmek anlamına geliyor. Günümüzün radikal Spinozacılığı, onun metinlerini akademik amaçlarla yorumlamak yerine doğrudan kullanarak yeni kavramlar oluşturacaklara çok-işlevli aletler sunan bir inşaat alanı açıyor. Bu inşaat alanında, filozof ve filozof olmayan arasındaki ayrım belirsizleşirken, kavrama gücünü engelleyen varsayımlardan uzaklaşmanın sağladığı cüret artışı ve sevinci elde eden herkesin filozof olmaya başladığı bir felsefî yaşam deneyimi ve ortak yaşam inşası arzusu bulaşıcı hâle geliyor. Deleuze, Nietzsche hakkında 60’larda kendisini bütün kuvvetleriyle gösteren karşı-kültürümüzün şafağı olduğu tespitini yapıyordu, bugün radikal Spinoazacılığın kapitalist modernliğin ötesinde yeni bir kuruluş sürecinin, bir kurucu pratik kültürünün şafağı olduğunu söyleyebiliriz.
Böyle bir filozofu ele almanın, onun yeniden yazmanın yolları, mutlaka onun ilişkisel, her türlü aşkınlığı kapı dışarı eden ontolojisinin, sımsıkı dokunmuş felsefesinin pratik tutarlılığının içinden geçmeli: Evrenin, doğanın, gündelik yaşamın, etiğin, duyguların işleyişinin, aklın, toplum ve politikayla ve en önemlisi sıradan gündelik yaşamımızın en dalgalı duygulanımlarla seyreden alanının yani sevginin/ aşkın birbiriyle karşılıklı ilişki içinde, her tekil şeyden diğer tekil şeye bağlantıların sınırsızca çoğalacağı bir felsefe olduğunu anlatmalı. Çünkü yazdıklarının yalnızca bir yönüne indirgeyemeyeceğimiz bir filozof olan Spinoza, hangi noktasından giriş yaparsak yapalım varlığın bütününü kavramaya doğru bizi zorluyor. Onu, bizzat kendi yaşamının içinden geçmeden anlatmamış bir çalışmaya rast gelmek zor. O hâlde onu kendi yaşamı ve felsefesinin içiçeliğiyle ele almalı. Sevinç Türkmen Aşkın Ontolojisi: Spinoza’yla Bir Yürüyüş2 isimli kitabında, Spinoza’yı yeniden canlandırarak, onu yanı başımızda yaşayan bir filozof hâline getiriyor ve Spinoza’nın düşüncesi, Bento ile Maria’nın aşk ilişkisi içinde ete kemiğe bürünüyor.
Bir filozofun düşüncesinin bütününü anlatmaya kalkışmak onu kaçınılmaz olarak yeniden yazmaktır. Onu yaşayan ve şimdi doğrudan bizimle kendi adına konuşan bir figür hâline getirmektir. Yazarın, filozofu el değmemiş, şeffaf bir şekilde ele alması söz konusu olamaz, hatta olmamalıdır. Felsefe, düşüncenin yaşamı kuran güçlerle çarpışması içinde vücut bulur, filozof ancak onunla çarpışacak iyi bir dost ya da iyi bir hasım eşliğinde canlılığını kazanır. Filozofla aynı dostluğun içinden sözünü kuran anlatıcı yazar, onu kendi felsefesi, dünya görüşü, politik yaklaşımı içinde yeni baştan kurar, dahası o filozofu kendisine ait kılar. İlk bakışta sağduyuya aykırı gelebilir bu. Çokça dillendirilen “masum okuma yoktur” ya da “filozoflar her zaman kendi öncüllerini kasıtlı olarak yanlış anlarlar” gibi kalıpları tekrarlamayacağım. Bilakis, tümüyle felsefenin doğasına dair bir durumdan bahsediyorum.
Felsefe, düşüncenin çatışmasının, egemen kavrayış biçimlerine vurulan çekiç darbelerinin içinden doğmuştur, yazıya geçirilişinin ilk formu tartışmaların canlandırıldığı sahnelemedir. Bu yüzden daha başından beri şiirle, dramatik biçimle yakından ilişkili olmuştur. İlk filozoflardan Herakleitos paradoksal anlamlar barındıran bir şiir biçimini kullanırdı. Platon, içine Sokrates’i yerleştireceği ve diğerleriyle tartıştıracağı dramatik bir sahneleme kurmuştu. Aristoteles özellikle ahlakî metinlerinde doğrudan okura seslenen konuşma biçimini kullandı. Lucretius büyük bir epik şiir, Seneca tragedyalar ve dostlarına hitap eden mektuplar kaleme aldı ve Marcus Aurelius iç monologlar yazdı. Edebiyatın tarih içinde geçirdiği değişimlere uygun olarak, ortaya çıkan her yeni edebî tür felsefî yazında da karşılığını bulmuştur. Derin dinî tefekkürden itirafnamelere, deneme, yergi, öykü ve roman formlarına kadar filozoflar edebiyatın bütün türlerinde ifade yollarını denemişlerdir. Elbette en başından bu yana da saf kavramsal anlatım, ya da mantıksal olarak tutarlı ve sıkı bir şekilde dokunmuş düzyazı dili felsefenin başlıca söyleme şekli olmuştur. Felsefenin yoğun bir şekilde edebiyata ya da kurguya yaklaştığı durumlar hiç de Nietzsche ile başlamış, yirminci yüzyıl Fransız filozof yazarlarıyla öne çıkmış bir tarz değildir. Aydınlanma çağı filozoflarından Voltaire, Diderot, Rousseau gibi edebiyatçı filozofları bile akla getirmek yeterli.
Sevinç Türkmen, felsefe tarihi kadar eski bir anlatı biçimini, Spinoza’yı somut diyaloglar içinde canlandırmak için yeniden kullanıyor. Felsefenin radikal bir toplumsal müdahale gücüne sahip bir şekilde güncellik kazanmasıyla bu biçimin başka deneysel çalışmalarda da kullanılması arasında bir örtüşme olduğu söylenebilir. Yakın zamanda yazılmış iki kitap, iki büyük antik çağ filozofunu çağdaş radikal düşünce bağlamında yeniden yaratan örnekler oluşturuyorlar: Kinik filozofların en ünlüsü Diyojen’i günümüzün anlayışına yakın anti-kapitalist ve uygarlık karşıtı ve radikal ekolojist bir devrimci filozof olarak aynı zamanda da orijinal kimliğine sadık bir biçimde yeniden uyarlayan Samuel Alexander’ın Parayı Tahrif Et: Diyojen’in Kayıp Diyalogları3 kitabı ile Alain Badiou’nun Platon’un Devlet’ini Antik Yunanca aslından, Platon günümüzde yaşasaydı Devlet'i nasıl yazardı sorusuna uygun olarak uyarlayarak çevirdiği, Platon’un Devlet’i: Bir Önsöz, On Altı Bölüm ve Bir Sonsözden Oluşan Diyalog hemen ilk akla gelen çalışmalar.4
Sevinç Türkmen’in Spinozası ya da kitaptaki adıyla Bento bizim çağdaşımız olarak yeniden canlandırılıyor. Felsefesini geliştirirken mektuplarla tartışmalar yürüten, dostlarıyla tartışma gruplarında düşüncelerini geliştiren, düşüncelerini yaymaya özen gösteren Spinoza’nın düşüncesi kitapta iki isyankâr entelektüelin aşk ilişkisi içinde yeniden canlandırılıyor. Anlatı tam belirtilmemiş bir yer ve zamanda, siyasal çalkantıların ve gerginliğin yüksek olduğu bugüne çok benzeyen kurgusal bir ortamda geçiyor. Bento’yu uzun saçları, derin ve sıcak bakışları, coşkulu, sokulgan, sevgilisine karşı son derece arzu dolu, güler yüzlü genç ama bilge bir filozof olarak tasavvur edebiliyoruz. Bento, kendisi gibi filozof yazar sevgilisi Maria ile birlikte yaşıyor, ara sıra kafelere gidiyorlar, kısıtlı koşullarda, bağımsız bir entelektüel hayat sürdürüyorlar, yoğun politik duyarlıkları var, kaygılanıyorlar ve günün aktüel politik sorunlarına karşı tutumlar alıyorlar. Kendilerini bekleyen tehlikeler karşısında ihtiyatlılar ancak düşüncelerini geliştirmekte ve yaymakta hiç duraksamıyorlar. Belli ki siyasal iktidarın yanı sıra muhtemelen iktidardan yana tavır alanlar tarafından hiç sevilmiyorlar ve düşüncelerinden dolayı sürekli risk altındalar. Maria, son derece aktif bir şekilde beş ayrı tartışma grubuna rehberlik ediyor. Bu yaptığına öğretmenlik diyemeyiz, çünkü son derece militan ruhlu ve entelektüel bir figür olan Maria, beş ayrı tartışma grubunun yürütücülüğünü yapıyor. Maria devrimci bir entelektüel, doğanın ve insanın tahakküm altına alınmasına karşı son derece açık bir ekolojist kavrayış gücüne sahip. Aralarındaki ilişki, birbirini yaşamın her veçhesinde yoldaş kılmış iki tutkulu entelektüelin ilişkisi olarak ilham veriyor.
Kitapta ne biri ne de diğeri öne çıkıyor. Hatta çoğu zaman, Bento, Maria’nın insan duygulanımlarına dair incelikli kavrayışlarını toplumsal özgürleşme fikrine taşımasından son derece etkileniyor, zihnini kemiren sorunları çözümleyerek yeni bir senteze adım adım ilerlemesini izlerken ona büyük bir hayranlık duyuyor. Onun düşünceleri karşısında sevgisi daha da perçinleniyor. Spinoza’nın sevgi üstüne yazdığı önermelerin birer somutlaşmasını onların varlıklarında buluyoruz.
Kitabın ana kahramanının Spinoza olduğunu söylememizi gerektirecek hiçbir öne çıkarma yok. Spinoza kitapta tek bir kişi olarak yani Bento olarak temsil edilmiyor; bir bakıma tüm kitaba yayılmış hâlde kendisini gösteriyor Spinoza’nın düşünceleri. Maria ve Bento’da, birbirine geleneksel kadınlık ve erkeklik rollerinden sıyrılmış iki aşık arasında Spinoza’nın düşüncesi yaşamın zeminini kuruyor. Fikirlerini bütünüyle kendi başına geliştirmiş bağımsız -erkek- filozof imgesinin yerini, birbirleriyle karşılıklı tartışma içinde etkinleşen sevgili hatta dost imgesi alıyor. Spinoza düşüncesinin dupduru bir akıcılıkla sökün ettiği konuşmalar, ikisinin arasında, birbiriyle bağlantılı olarak, onların günlük yaşamı içinde canlı meseleler etrafında her ikisinin de ağzından kuruluyor. Artık kimin konuştuğunun belli olmadığı, Ethica’nın önermelerinin daha berrak açıklamaları ve somutlaşmaları gibi görünen sözleri kimin söylediğinin önemli olmadığı bir kurgu yoluyla, Aşkın Ontolojisi, iki ayrı kişinin ortak deneyiminden Spinoza’nın Ethica’sındaki kavramları, onun konu planına uygun şekilde, beş bölümde Doğa, Zihin, Duygular, Arzu ve Özgürlük konularına odaklanarak sunuyor. Her bir bölüm bu kavramları yeniden tartışmaya açıyor.
Aşkın Ontoloji’sindeki bu kurgunun sağladığı esneklikle şunu düşünmek mümkün: Spinoza’nın kavramlarını, içinde en doğru şekilde çalışabileceği başka kavramsal sistemlere yerleştirdiğimizde, onları çalışır hâlde nasıl görebiliriz? Sevinç Türkmen, özellikle son bölümde, Spinoza’nın politik düşüncesini ve etiğini, tam da Ethica’nın V. Bölüm’ündeki yoğunluğuna yaklaşarak, çağdaş devrimci akımların özgürleşme ve devrim düşüncesine doğru ilerletmesiyle özgün bir noktaya ulaşıyor. Antik felsefenin kalıcı erdem ve mutluluk arayışını, modern düşüncenin özgürlük arayışına ve devrim düşüncesine Spinoza’nın entelektüel özgürleşme etiği ile bağlayan, erdem, özgürlük arzusu ve devrimci olmak arasındaki bağlantıyı berraklıkla kuran bu sayfalar kitabın en güzel, ilham verici bölümünü oluşturuyor. Aşkın Ontolojisi Spinoza’nın düşüncesine bir giriş olarak da okunabilir, Spinozacı bir özgürleşme tasavvuru üstüne inşa edilmiş devrimci bir ontoloji-etiğin edimselleşmesi olarak da.
Maria’nın sözleriyle:
“Özgürlük arzusu yani özgürlüğü olanaksız kılan koşulları ortadan kaldırmak için şeylerin nedenini bilmeye ve onları ortadan kaldırmaya dönük arzu. Devrimin özünü de bu arzu oluşturuyordu. Öyleyse zihin devrimle ne kadar meşgul olursa devrimi o kadar arzulardı. Ve şayet devrim, gerçekliğin onu oluşturan yasalara göre kavranması ise zihin bu kavrayıştan büyük mutluluk duyardı. Mutluluk ne midir? Felsefe bu sorunla uğraşıp durmuştu ama çok az filozof buna gerçek anlamda yaklaşabilmişti. Mutluluğun devrimle zorunlu bir bağı vardı. Çünkü ancak devrim, erdemin yani özgürlüğün sağlayacağı ortak varoluşu ve ortak arzuları gerçekleştirmenin yolu olabilirdi.”5