İyi bir roman gibi, bir sonraki sayfasını merak ederek okuduğunuz bir öykü kitabı
Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı. Kimi dört, kimi yirmi dört sayfadan oluşan hikâyelerde çoğu birinci tekil ağızdan konuşan kahramanlar asla tekdüze değil. Ki aslında kitabın otokurmaca özelliği baskın;
Asuman Kafaoğlu Büke’nin de yazısında belirttiği gibi, “Bu kahramanlar Berlin’in kendisini anlatıyor”.
Şehirler, ülkeler, meslekler, ana ve yan karakterler geçidinin zenginliği hakikaten şaşırtıcı. Yazarın edebi yeteneğiyle derin ve tarafsız bakış açısının yanı sıra yaşamsal birikimine de paye vermeli. 1936’da Alaska’da doğan Berlin’in çocukluğu babasının mühendis olmasından dolayı Idaho, Montana gibi eyaletlerin madenlere yakın farklı şehir ve kasabalarında geçmiş. Bu bölgelerde fakirlikle tanışık yaşamış, Meksika’da, Şili’de farklı kültürleri eklemiş görgü dağarcığına, Kaliforniyalı ve New Yorklu da olmuş sonradan.
Lucia Berlin, Oakland, 1975.
Kitapta da yer alan kısacık “Jokeyim” adlı öyküsü 1985 yılında Jack London Öykü Ödülü’ne layık görülmüş. Homesick ise 1991 Amerikan Kitap Ödülü’nü almış. Yazılanlara göre yaşadığı dönemde sadık bir okur kitlesi oluşturmuş olmakla beraber, 2015’te, vefatından on bir yıl sonra basılıp New York Times çoksatanlar listesine giren bu kitaba kadar kısıtlı bir tanınmışlığı olagelmiş. Bu, onu bir yazar olarak gerçek anlamda “efsane” yapsa da, ben en çok buna hayıflandım; keşke o güzel, “gri” gözleriyle kendisi de görebileydi bunu. Kim bilir ne cevherlerin parlayamadan yittiği vahşi edebi batıda, payesinin en azından geç de olsa verilmiş olmasında belki bir teselli bulabiliriz.
Berlin’in dili mizahi, ruhu hümanist, kalemi keskin. En komikle en acı yan yana, dip dibe, iç içe; hayatın kendisi gibi. Hastabakıcılık, öğretmenlik, temizlikçilik, hayatının sonuna doğru üniversitede yaratıcı yazarlık hocalığı derken, üç evliliğe rağmen sıklıkla bekâr bir anne olarak dört çocuğuna bakmaya çalışan Berlin, genlerden ve belli ki travmalarla dolu geçmişinden fiziksel ve ruhsal yükler edinmiş, başta skolyoz:
“Fakat omurga eğriliği tabir edilen sorunum nedeniyle sırtımda lenduha gibi metal bir korse var, siz omurga eğriliği dediklerine bakmayın, eğri oturup doğru konuşalım, bildiğiniz kambur bu…” (s. 22)
Sonra aile yadigârı alkolizm. Sonra akciğer kanseri. Hem Şili’de ayrıcalıklı bir “gringo” hem de çocuklarına bakmak için temizliğe giden kadın Lucia Berlin. Fikret Ürgüp’ün unutulmaz Deniz Gözlü Kadın öyküsündeki gibi, bir değil, çok kadın o. Ne diyordu Ürgüp?
“Sokakta rastlıyorum. O mu değil mi? Suratına bakıyorum yakından. Soruyorum, hangisisin diye. Sana öyle geliyor, demiyor. Susuyor.” (Fikret Ürgüp, Bütün Hikâyeleri, yay. haz. Haldun Soygür, Okuyan Us, s. 158)
Fakat Lucia Berlin susmamış, iyi ki…
“Buradan pek bir şey kazanmıyorum, çünkü saat başına yevmiye almıyorum, yol parası da vermiyorlar. Öğle yemeği de yok tabii ki. Sahiden canla başla çalışıyorum. Ama bazen de boş boş oturup çok geç saatlere kadar oyalanıyorum. Sigara içip New York Times, müstehcen kitaplar, Verandaya Nasıl Çatı Yapılır falan okuyorum. En çok da pencereden, bir zamanlar oturduğumuz yandaki evi seyre dalıyorum. Russell Sokağı 2129 ½ .” (s. 34-35)
Geçerliliğini artık bu çağda çoktan yitirmiş olması gereken sosyo-ekonomik bağlamdaki “sınıf” meselesine belki de bu sebeple hiç takılmamış Berlin. Dünyayı tek değil, çift yönlü biletle gezmiş, bu yüzden iki tarafa da hâkim; zira aslında birbirine tamamıyla yabancı, huyu suyu değişik, alakasız insanların kapalı bir mekânda birlikte yaşama fikrini kanımca hafife alıyoruz. Bakıcı, yardımcı, temizlikçi, görevli; nasıl isimlendirilse isimlendirilsin, ilişki özünde problematik.
Bu zorlu birlikteliğe katıksız bir dürüstlükle bakan filmlerden biri herhalde
Alfonso Cuarón’un artistik açıdan da müthiş siyah-beyaz filmi, 2018’de 75. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı hakkıyla kapmış
Roma olsa gerek. 1970’lerin Mexico City’sinde, hali vakti yerinde, dört çocuklu bir evde yatılı hizmetçilik yapan Cleo’nun hayatını adım adım izleyen kameradan kaçış yok. Yönetmenin kendi çocukluğundan yola çıkarak çektiği filmin arka planında Chris Corpus katliamından toprak, su sorunlarına, son derece önemli siyasi ve toplumsal olaylar var. Cleo’nun ev ahalisiyle İspanyolca, evdeki diğer hizmetçiyle yerli Mixtec dilinde konuşması gibi ayrıntılarla verilmiş ırksal ayrımcılık da deliyor kalbimizi ama asıl konu evsel, daha doğrusu sınıfsal ilişkiler.
Filmin sonlarına doğru çekilmiş kumsal sahnesinde yüzme bilmediği halde çocukları kurtarmak üzere denize atlayan Cleo’nun dört çocuğu da “kendi çocuğu gibi” sevdiğinden bir an şüphe duymuyoruz, annelik içgüdüsüyle dalıyor suya. Bir yandan çocukların başına bir şey gelirse işvereni Sofia’ya nasıl hesap vereceğini düşündüğünü de hissediyoruz ister istemez. Ki aslında Cleo o hafta sonu tatiline güya hizmetçi değil, konuk olarak davet edilmişti. Dört çocukla iki kadının sarılma sahnesi demiri eritir, ama sonra? Eve döner dönmez rap rap herkes rolüne; Cleo “aileden biri gibi” olmaya devam.
İşte bu “gibi” meselesi karışık. Bir de tabii aidiyet konusu var. Yatay, dikey fark etmiyor; bazen de sadece “öteki” olduğu için zor birbirini kabullenmek. Berlin, kitabıyla aynı adı taşıyan öyküsünde buna da yer vermiş:
“Eski toprak temizlikçi kadınların çoğu beni kendilerinden görmez, kolay kolay bana yakınlık göstermez. Sözde ‘eğitimli’ olduğumdan temizlik işi bulmam da kolay olmuyor. Ama görünen köy kılavuz istemez, şu anda başka iş bulamayacağım da malum. Alkolik kocamın yeni öldüğünü, beni dört çocukla ortada bıraktığını kadınlara en baştan söylemeyi öğrendim. Çocukları büyütme, vesaire telaşından daha önce hiç çalışmamıştım.” (s. 33)
Latin Amerika ülkeleri, Türkiye, Hindistan gibi devasa nüfusa ve devasa bir eşitsizliğe sahip ülkelerde işgücü ucuz olduğundan ve karın tokluğuna çalışacak insan ne yazık ki çok olduğundan, filmdeki sosyal/davranışsal boyuttaki sınırlar, o katı hiyerarşik ilişki biçimi bize yabancı değil. Fakat haftada üç saat temizlik yardımı belki alan, sıradan Batı Avrupalı için bu meselelere odaklanan sanat yapıtlarını içselleştirmek daha zor olsa gerek. Mesela 2013’te “sosyal devlet”ten “katılımcı toplum”a geçiş yapmış olsa da dünyanın pek çok ülkesine kıyasla daha adil bir düzene sahip Hollanda’da kimse size el pençe divan durmaz. Şirketlerin yatay organizasyon yapısından okullarda çocuklara pompalanan yüksek özgüvene, her katmanda kendini belli eden sosyal adalet mantığı böyle bir insan tipi yetiştirmiyor. Dolayısıyla evinizde daimi bir yardımcı olsa bile –Fortune 500 listesine giren bir şirketiniz filan yoksa zaten olmaz, maddi gücünüz yetse bile olmaz, görgüsüzlük olarak addediliyor– ona tepeden bakmanız, “mış gibi” yapmanız, emir-komuta zincirinden hazzetmeyen bu memlekette pek olacak iş değil.
Hollanda da ayrıcalıklı bir sınıftan muaf değil tabii ki –sembolik olsa da halen bir kraliyet ailesine sahip bir ülkeden bahsediyoruz nihayetinde– ama çok daha küçük ve daha az ayrıcalıklara sahip bir insan topluluğu o grup. Ve ortamı daha yaşanır kılan belki de her şeyin, herkesin “sorgulanabilir” olması. O kralla kraliçe covid sebebiyle kapanma tedbirlerinin sıkılaştırıldığı, seyahat etmeyin “tavsiyesi” verildiği bir dönemde tatile gidince halktan gelen tepkiler sonucu apar topar dönüp kamera karşısında suçlu çocuklar gibi özür dileyebiliyor – yaptıkları aslında kâğıt üstünde yasak da değilken. Sınırlar saydamlaşıp geçirgenleştikçe düzen ideal olmasa da toplumdaki haksızlık hissiyatı, hüsran gibi duygular azalıyor gibi en azından.
Amerika Birleşik Devletleri’nin kökten bir çözüme bugün bile yanaşmadığı ırkçılık ayıbı ön planda olsa da, Lee Daniels’in 2013 yapımı Kâhya (The Butler) filmi de bu konuda oldukça net bir söz söylüyor Cecil Gaines karakteri aracılığıyla:
(Odada) varken yokmuş gibi olacaksın.
Fakat Lucia Berlin özelinde durum farklı, çünkü o her kimliğinden, geçinmek için edindiği her işten bağımsız, öncelikle yazar:
“Evleri, onların bana anlattığı şeyleri severim, evlere temizliğe gitmeye aldırmayışımın bir nedeni de bu. Benim için kitap okumaktan farksız.” (s. 252)
Bu ilhamla konuyla uzaktan yakından ilgisi olan ya da olmuş herkesi minik bir teste davet ediyorum. Çok basit: Sorulara sadece evet ya da hayır diye cevap vereceksiniz.
Yardımcınızın arkasından eşe-dosta hiç konuştunuz mu? (Örnek: İyi kadın ama eli bir yavaş, sorma.)
Arkasından konuşurken ismini kullanmak yerine ondan sadece “kadın” diye mi söz edersiniz?
Yardımcınıza giymediğiniz kıyafet veya oturmadığınız koltuk, işinize artık yaramayan bir eşyayı verdikten sonra mühim bir iyilik yapmış gibi hissettiniz mi?
Yardımcınızın evde yapacak çok işi var, farkındasınız, çocuklar küçük ve kadıncağız yoruluyor, her şeye zor yetişiyor fakat maaşına zam yapmak ya da iş yüküne çözüm bulmak yerine, “Şekerim ona göre de para alıyor. Hayat kolay mı, benim de canım çıkıyor para kazanacağım diye” şeklinde düşündüğünüz oldu mu? Hatta "kadın"lardan söz ederken arkadaşlarınıza söylediğiniz?
Yardımcınız herhangi bir sebeple sizden borç istediğinde, belki de mesela kısa bir tatilden kısıp verebileceğiniz o miktarı “Kusura bakma, bu aralar ben de sıkışığım” diyerek geri çevirdiğiniz oldu mu?
İkiden az “evet”: Siz bir meleksiniz.
İkiden az “evet”: Siz bir yalancısınız.
İkiden az “evet”: Tebrikler! Kendini beğenmişin tekisiniz. Ama unutmayın,
“Temizlikçi kadınlar her şeyi bilir.” (s. 32)
O “kadın”, ne olduğunuzu ihtimal biliyordur.
GİRİŞ RESMİ:
Roma (Alfonso Cuarón, 2018) filminin ünlü sahnesinde Cleo denize doğru endişe içinde ilerlerken. Birazdan yüzme bilmediği halde çocukları kurtarmak için denize atlayacaktır.