Şeniz Baş: "Kadınlar iki kat bedel ödemeden kendilerine alan açamıyor."

"Kadınları anlıyorum, ben de bir kadınım, dünya zor. İki kat bedel ödemeden asla kendimize alan açamıyoruz. Korkuyoruz, kaygılanıyoruz. Gece 11’de, bir sokakta tek başına yürürken telefonla konuşarak kaygısını gideren bir kadından bu dünyayı devirmesini bekliyoruz."

01 Temmuz 2021 15:00

Sıradan görünen bir baba kız romanı okuyacağınızı sanıyorsunuz. Ancak Şeniz Baş’ın yazdığı, İthaki Yayınları’ndan çıkan Kahraman ve Cellat küçük Gülce’nin annesine, babasına ve çokça da aile kavramına bakışını anlatıyor. Babanın haksız olduğu yerlerde bile anneye yüklenen hatalar, annenin her daim dik durma çabası, kadının hep çocuklarını, kocasını toparlama gayreti, erkeğe atfedilen kavramlar… Yazar Şeniz Baş’la kitabı, anne ve babanın toplumdaki yerini ve aileyi konuştuk.

Kitapta her şeye maniymiş gibi duran bir anneyle anlayışlı bir baba varmış gibi düşünürken her şey yer değiştiriyor. Bu kurguya ve konuya nasıl karar verdiniz? Böyle bir kitap yazmaya sizi iten neydi?

Sondan başlayayım cevaplamaya. Bu ailenin hikâyesi her yerde kol geziyor. Kadınların boğazları acıyana kadar ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır’ diye seslerini duyurmaya çalışması, bu hikâyenin gerçek versiyonlarının sokaklarda, evlerde her gün yaşanması... Hikâyeler zaten ortadaydı, yazılmayı bekliyordu. Kulaktan kulağa fısıldanan, elden ele geçirilen, kuşaklar boyu yaşanan aile içi şiddetin ve zorbalığın toplanıp vücut bulduğu bir hikâye beni yakaladı.

Bu ters köşe yapan kurgu da hayatımızın gerçeklerinden biri yine. Erkek her ne yaparsa yapsın kabulleniliyor, üstü örtülüyor. O her zaman evin babası, evin direği. Adama evde bir huzur verseler her şey nasıl güzel olacak!

Bir başka nedeni ise çocukların duruma bakışı ve geliştirdikleri savunma mekanizmaları. Çocuk, zorbanın ve onun kestirilemeyecek, dengesiz davranışlarının karşısında, kontrol edebileceği ama aslında kendisi de bir mağdur olan anneyi suçluyor. Anne ise bin bir sorun arasında babanın üstlenmediği sorumlulukları da üstleniyor, her şeyi kontrol etmeye çalışıyor. Nermin yani anne dünyada yapayalnız ve çok korkuyor. Bu hikâyede ebeveynlerden biri kahramansa, o baba Tahsin değil, anne Nermin’dir.

"Şarkılar kendiliklerinden metne girdiler"

Her bölümün bir şarkısı var. Bu şarkıları nasıl seçtiniz? Bunlar sizin hayatınızda anısı olan şarkılar mı?

Şarkıların bende bir anısı yok. Bazıları çok dinlediğim şarkılar bile değil. Ama genelde müzik hayatımın içindedir, ne yapıyorsam ona eşlik eder. Ancak yazarken sözlü ya da sözsüz müzik pek dinlemem; odağımı metinden koparıyor. İlginç bir şey oldu bu romanı yazarken. Bölümlere çalışırken bu tınılar kafamın içinde yankılandı. Hikâyenin o kesitine uygun düşüyordu. İlk başta çalışmamı kolaylaştıracak bir işaret olarak bir mısra koydum. Bittikten sonra kaldırıp bölüm başlıkları yerleştirmek istedim ama işaretler oturmuştu oraya. Büyük anlamları yok ama dokunmak istemedim. Okurun bu kadar ilgisini çekeceğini dahi düşünmemiştim ama çok soran oldu. 

Aile hayatında kadına hep çok iş düşüyor. Çamaşırlar hep temiz, bulaşıklar pırıl pırıl, eş ve çocuklar hep çiçek gibi olsun isteniyor. Bu da çoğu zaman bir mahalle baskısı, kadının kadından beklentisi. Kadına atfedilen bu işler sizce ne zaman tasfiye edilir?

Aslında çok yeni bir şey söylemem ama hemen her kadının bildiği gerçekleri ifade edebilirim. Dünyada erkeğin etrafında dönen ve her türlü ‘dışarıyla’ alakalı bilgiyi, beceriyi, başarıyı ona atfeden bir sistem var. Teori, orada bir tek erkeklerin kazasız belasız yaşaması için kurulmuştur. Kadınlar için yer yoktur ve üstüne üstlük onun içinde var olamayacak şekilde yetiştirilirler. Bir kadının sadece ‘kadın’ olduğu için yaşadığı zorlukları daha kolay aşmasının yolu ise yine tasarlanmış ve öngörülmüş ‘kadınlık’ çerçevesi içinde mümkün olabiliyor ya da öyle dayatılıyor. Zorluklar neler: Eğitim almak, iş bulmak, evi geçindirecek parayı kazanmak, doğum yapınca işten atılmamak, tacize uğramamak… Sistemin çözümleri neler: Okuyacaksın (gerektiği kadar), evleneceksin (sana baksın), doğuracaksın (adam kaçmasın), evi temiz tutacaksın (elâlem ne der), yemek yapacaksın (erkeğin kalbine giden yol)… Böylece makbul kadın olacaksın. Kadınların bir kısmı bu kapana kendini kıstırmış, orayı sırça köşk sanıyor. Elindeki en kuvvetli şeyi buna itiraz edenin başına olanca gücüyle indiriyor. Kadınları anlıyorum, ben de bir kadınım, dünya zor. İki kat bedel ödemeden asla kendimize alan açamıyoruz. Korkuyoruz, kaygılanıyoruz. Gece 11’de, bir sokakta tek başına yürürken telefonla konuşarak kaygısını gideren bir kadından bu dünyayı devirmesini bekliyoruz. Zor! Bunu sağlamanın yolu bu hikâyeleri çoğaltmak, başka bakış açılarından da anlatmak, birbirine destek olmak ve destek olacak örgütlü yapıları oluşturmak. Erkek dünyasından bunu beklemeyelim; kim rahatını bozmak ister? Ayrıca bir kısmı neden böyle söylediğimizi, nasıl ayrıcalıklara sahip olduklarını bile anlamıyor. Doğalı bu onlar için.

Her ne kadar boşanma oranları artsa da, hâlâ boşanmaya bakış açısı farklı. Evine dönmek isteyen çocuklu kadınları engelleyen babalar var. Bugün şiddetin artması ve kadının kendini güçsüz hissedip her şeye katlanma nedeni bu mu? Siz ne düşünüyorsunuz?

Tek nedeni değil ama en güçlülerinden biri. Kadının boşanıp çocukları varsa onların velayetini üstlenerek tek başına bir evi döndürmesi imkânsız değilse de çok zor. İşi olduğunu varsayalım, büyük ihtimalle aynı pozisyondaki bir erkekten daha az maaş alıyordur. Kira, faturalar ödenecek; resmî nafaka bir işe yaramayacağına göre, baba ek destek vermiyorsa çocuklar okutulacak; ihtiyaçları giderilecek; okul dışında birisi evde olup bakacak ya da küçük çocuklar kreşe gidecek ama yaygın bir ücretsiz kreş ağımız yok. Evde ev işlerine yardım edecek birisi yoksa ev temizlenecek; yemek yapılacak; konu komşu laf etmesin diye eve giren çıkana dikkat edilecek; eski koca evi kontrol edecek; kimle görüşüyorsun diye göz gezdirecek… Asli sorunlar olarak bunları gözlemliyorum. Toplum ve devlet olarak destek mekanizmaları geliştirilmeli. Bir kadının hayatı kocası ile babası arasına sıkıştırılmamalı. “Babam ya da annem beni eve kabul eder mi, bize mali destek olurlar mı?” diye düşünmemeli. Ama bizim toplumumuz maddi olarak birbirine çok bağlı, bu adil bir gelir dağılımı olamayışından ileri geliyor. O nedenle kadının ailesinden destek alması, bu kararları nispeten rahat vermesi için önemli. Bu aynı zamanda toplumsal kabul için de maalesef geçerli. Aile kadının yanında durursa olumsuz sesler biraz daha kısılıyor.

Bugün evliliğe olan ilginin ve inanmayışın nedeni kapalı kapılar ardındaki kavgalar, şiddet ve görülmeyen mutsuzluklar mı?

Türkiye’de evliliğe olan ilgi o kadar azaldı mı, emin değilim. Hâlâ çok evleniliyor sanki. En azından salgın öncesi mayıs ayından kasım başına kadar haftada iki düğüne davet ediliyordum gibi geliyor bana. Evliliğin bir kurum olarak iki insanın ilişkisi üzerinde kendi sınırlarını aşan bir gücü var, bu güç bireyin hayatı üzerinde olumsuz gelişmelere de neden olabiliyor. İnsan her kavramı alıp bir kurum haline getiriyor, sonra onu büyütüyor da büyütüyor. Böylece bir insanın sevdiği birisiyle mutlu olmasındansa evli olması önemli hale geliyor. Çocuk istemeyen birisi olarak yaftalanmaktansa, çocuklar yapıp onlarla beraber mutsuz olması da tercih edilen bir durum. Böyle yazınca sert gelebilir ama saf gerçek bu. İsteyen evlensin, istemeyen evlenmesin… Hayat gelişine yaşanıyor aslında; büyük planlar, programlar yok. O akışı bozunca, zorlamalar olunca şiddet, kavga, huzursuzluk olmaması mümkün değil. Öyle olmasa da hayat ilerliyor, insanlar değişiyor ve bu yeni insan belki de diğerinin istemediği birisi oluyor. Ama dayatılıyor, ıkına sıkına ilerletiliyor. Bununla beraber, insanlar artık hayatı nasıl yaşamak istedikleri üzerine daha çok düşünüyorlar. Bu iki konu evliliğe olan ilgiyi azaltıyor olabilir. Kadın cephesinde ise buna, “başıma dert alacağıma bekâr kalayım, daha iyi” düşüncesi elbette ekleniyor.

"Erkeklik de tanımlanmış..."

Kitapta anlattığınız ailenin sırları ve bu ülkede yaşanan (aile şiddeti, arada kalan çocuklar vs.) şeyler çok tanıdık. Babanın kahraman mı, cellat mı olduğu belli olmayan çok aile var. Siz dışarıdan baktığınızda kendi yarattığınız baba karakterini nasıl buluyorsunuz? Kitabı yazarken sizin duygu durumunuz nasıldı?

Dediğiniz gibi, babanın nasıl bir insan olduğunun karanlıkta kaldığı çok aile var. Zaten bir insanı farklı durumlar, olaylar içinde görmeden onun hakkında bir yargıya varmak doğru da değil sanki. Diyelim ki bir insan dengesini bozacak durumlar başına gelmeyecek kadar şanslıdır. O zaman ‘iyi’ olmak kolaydır. İnsan hayatla sınandıkça kendi kimliğini buluyor, görüyor. Hayatın boyunca aşkı beklersin, gelir kapına dayanır, içinde boğulur gidersin. Maddi zorluklar içinde kıvranırsın, bir gün para içinde yüzersin, bir bakarsın o seni değiştirir, eskiden yolda görsen selam vermeyeceğin bir insan haline gelirsin. Tahsin zayıflıkları olan birisi. Kadına olduğu kadar erkeğe de dayatılanlar var. ‘Erkeklik’ de tanımlanmış. Para kazanacaksın; çoluğu çocuğu sersefil etmeyeceksin; işin gücün, evin, araban olacak; karın çalışmasa da geçindireceksin o evi… Yani o da bir kadın bulup evlenmek zorunda. Onun da toplumsal kabulü böylece gerçekleşecek. Onlara da bir ‘kadın’ olmadan sosyal bir varlık olmak öğretilmiyor. Tahsin bu ‘erkeklik’ krizini yaşıyor. Hayatta beceremediği, başaramadığı her şeyin bedelini dişini geçiremediklerine ödeteceğine, karısına ve çocuklarına faturayı kesiyor. Tahsin’in şiddetinin nedeni alkol değil; o bir araç. Onun yerine birçok araç koyabilirsiniz; diğer evlerdeki bazı babaları herkes görür o zaman.

Yazarken de öyle bir dil kullanıyorsunuz ki, babayı da anlamaya çalışıyorsunuz.

Ben kurguma soğukkanlılıkla bakarım. Karakterlerin yaşadıklarından zaman zaman etkilensem de dışına çıkıp akışı denetler ve yapmak istediklerimin gerçekleşip gerçekleşmediğini incelerim. Gülce, Nermin ya da Tahsin’e hissettiklerimde bir fark yok. Bir çocuğun gözünden bu aile yapısını ve etkilerini göstermek asıl hedefimdi; o dili, o duyguyu, o gerçekliği yakalayabildim mi diye kaygılandım sadece. Ve birçok kadının ve çocuğun sesini yükselttiğimi düşündüm, onların yaşadıklarını fazla yoğunlaştırarak etkisini azaltmamak ya da çok alttan alarak cılızlaştırmamak çabası beni zaman zaman yordu.

"Öğrenilmiş çaresizlik var Nermin'de"

Babanın gaddarlıklarına rağmen aile üyelerinin hâlâ içten içe onu sevmesi bir Stockholm sendromu mu?

Ben öyle kurgulamadım. Aslında odağımda kitabın ismini de veren başka bir düşünce vardı. Bir çocuk için anne ve babası her zaman bir kahramandır. En azından çocuk öyle görmek ister. Bir insanın çocukluk çağında dünyayla tüm bağı anne ve baba üzerinden kuruluyor. O bağı güçlü tutmalı ki dünyayla uyumlanabilsin; dışarıda gürül gürül akan ve uzun dişli, dik kulaklı canavarları olan yaşamdan korkmasın. Her çocuk bu yüzden anne babasının en ufak iyi davranışından, hatta çoğunlukla zaten olması gereken davranışından bir kahramanlık destanı yazar. Annesinden tokadı yiyen anne diye ağlar, babasından zorbalık gören yine babasına sarılır. Gülce ve kardeşleri de bambaşka yöntemlerle ebeveynlerini aklamak ve onlarla olan bağlarını yaşatmak istiyorlar. Aksi takdirde bırakın hayata dahil olmayı, çocuklar için o evden sağ çıkmak bile mümkün değil. Ama cümlenin sonuna geldiğimde bu zorbalıklara, şiddete maruz kalan çocukların birer Stockholm sendromu mağduru olması da muhtemel diyorum. Dediğim gibi, herhangi bir çocuğun anne-baba bağı ya da bu bağı kurabileceği herhangi bir yakını olmadan yaşaması çok zor. Bunu konunun uzmanları da böyle söylüyor. Nermin içinse öğrenilmiş çaresizlik diyorum. Bir de ben Nermin’i merhametli hayal ettim. O merhametine her gün yenik düşüyor. Ve yenilgiyi de biliyor, siniri biraz da o yüzden.