Sen Bir Melektin, Zola

"Okuduğumuz kitaplarla ilişkimiz eski fotoğraflara bakışımızdan daha farklıdır – nostaljinin tetiklediği duygusallıktan ziyade sanki merak ve biraz da zaman tüneline girme cesareti baskındır; kim bilir, belki de düpedüz maceraperestliktir..."

30 Haziran 2022 11:30

Bu yazıyı okuduğunuza göre, bir ihtimal siz de benim kadar okuma tarihinize bağlısınızdır. Yaşamınızı okuduğunuz kitaplarla ifade eder, “Tolstoy’u okuduğum yaştı o” bile dersiniz. Hatta hangi yaşta ne okunmuş, neler hissedilmiş, çetelesini tutarsınız. Çeviriler, orijinal diliyle yazılanlar, hediyeler, imzalılar, ciltliler, sahaftan alınmışlar... Kitaplığınızın kurulmasına, taşınmasına, düzenlenmesine türlü anılar eşlik eder, kişisel (okuma) tarihiniz o anılarla örülür.

Benim üniversite öncesinde okuduklarımın hemen hepsi aile evimizin kütüphanesinde[1] kaldı. Her ikisi de hukukçu annemle babamın ellerinde birer kitap hep olurdu. Okuyup aralarında konuşur, tartışırlardı. Neredeyse yayımlanmış bütün klasikler, sol düşünce külliyatı, çok severek okuduğum Jack London’lar, Panait Istrati’ler, Giovanni Guareschi’ler... Çoğu en eski anılarıma eşlik eden eşyalarla dolu o eve gitmek, kitaplarımızı, çocukluğumu, lise yıllarımı da ziyaret etmek gibi oldu hep. İşte bu koltukta oturup şu romanı okumuştum bir gece, gibisinden anılar... Eksilen, ödünç verilmiş ama geri getirilmeyen kitapları hemen fark ettim. Okuyacağım kitapları yerlerinden oynatmakta zorlandım, sanki yaşamımı, geçmişimi de değiştirirmişim sandım. Okumak istediklerimi evin yabancısıymışım gibi sadece ödünç aldım ve okuduktan sonra kimse hesap sormayacak olsa da mutlaka geri götürdüm.

Okuduğumuz kitaplarla ilişkimiz eski fotoğraflara bakışımızdan daha farklıdır – nostaljinin tetiklediği duygusallıktan ziyade sanki merak ve biraz da zaman tüneline girme cesareti baskındır; kim bilir, belki de düpedüz maceraperestliktir. Kitaplar kelimelerle, hikâyelerle, bizi ilk okuduğumuz zamana sıçratırlar. Gerçekten de bunu yaparlar. Belki de tam da bu nedenle uzunca bir süredir eskiden okuduğum romanlara geri dönmek istiyordum. Özellikle de, her ne kadar yaşıma “ağır gelecekleri” söylense de, evdeki “büyük” romanlarından okuduklarıma. Annemle babam hızlıca okuyup bitirdiğimden bana kitap dayandıramıyorlardı. O zaman onların kitaplarına dadanmaktan başka çarem mi kalmıştı? Ne şirin çaresizlikler...

Okuduğum ilk “büyük” romanı bu yazının konusu: Bugün herkesin Meyhane olarak bildiği, 1877’de L’Assommoir olarak yazılan ama bizde 1959’da farklı isimle yayımlanan, Émile Zola’nın en önemli romanlarından biri, Sen Bir Melektin.

Hâlâ çoğu yerde parantez içinde belirtilen böylesi önemli bir isim değişikliğinden ötürü, benim gibi yapıp hemen yayıncısını suçlamayın. Bu ismin nereden çıktığını merak ederek biraz araştırınca neler çıktı neler… Meğer roman 1956’da, romanın ana kahramanı olan Gervaise’in ismiyle sinemaya uyarlanmış. Bizde de Gervaise’in pek tutmayacağı hesap edilerek, uyduruk isim bulma ustası film dağıtımcıları tarafından Sen Bir Melektin ismiyle gösterilmiş. Salâh Birsel tam o sıralarda izleyip pek beğenmiş, hatta filmi “her şeyden önce mimari güzelliği olan bir eserdir” diyerek anlatmış.[2] Belki film tutulduğu için, “Galatasaray Sultanîsi”nden mezun oldukları belirtilen editörü ve çevirmeni, ta lise yıllarından okudukları romanı anımsayıp Türkçeye çevirdiler, kim bilir? Her iyi romanın yeni hikâyeler doğurduğunu tekrar hatırlayıp benim on iki yaşıma geri dönelim.

 

Neticede bir meydan okumaydı benimki: “Bakın, görün. Ağır olduğunu söylüyorsunuz ama okuyacağım ve anlayacağım, ne kadar büyümüş olduğumu da ispat edeceğim...” Sürat de önemlidir ya o yaşta, test çözmeye alıştığından olacak, minik bedenin ve zihnin ardındaki o atlı hep koşturur, hızlı yapılabilen işler önemsenir. Romanı birkaç günde okuyup bitirmiş, her konuyu pek iyi anlamış, çok da beğenmiş, “İnanmıyorsanız bana istediğinizi sorabilirsiniz” diyerek ortalıklarda gezinmiştim. Israrlarıma dayanamayan annem tarafından yapılan kısa bir sözlü sınav sonunda, hep özlemle beklediğim o aferinin yerine geçen, “Gerçekten de anlamış”ı babamın yanında duyup “büyük kitapları” vahasına kabul edilmiş ve en önemlisi bu pek mühim başarımın ışığında diğer romanlara başlamıştım. Acaba o bilinçle okuduğum diğer birçok önemli klasik romanı o yaşların aklına mı hapsetmiştim? Herkesin ancak bildiği kadarını kavradığından habersiz, kesinkes emindim ne yazıldıysa anladığımdan. Bunun ne kadarının doğru olduğunu hep merak ettim. Sağlamasını hep yapmak istedim.

Belki de “önceden okuduğumuz kitaplara geri dönmeli mi, klasikleri ikinci kez okumalı mı” gibisinden tartışmalara ya da sosyal medyada okuduğu bir klasik romanı paylaşanlara, “Ben onu şu yaşımda okumuştum, siz daha yeni mi okudunuz?” şeklindeki caka satmalara sıkça rastlamaya başladığımdan ötürü katlanarak artmıştı bu merakım. Bir romanı, bir edebi eseri başka birilerinden yirmi-otuz yıl önce okumak insanı gerçekten birkaç adım önceden başlatabilir mi hayata? Her yaşın okuması ve öğretecekleri bambaşka olacağı malum ama çoğu kişinin varsayımı şudur: On iki yaşında okunan o kitabın zihinde açtığı (genişlettiği?) bilinçle devam edileceği için (bilinç geometrik bir şekil midir?) erken okumak mutlaka fark yaratır. Bu sahiden böyle midir? Bunun ölçülmesi mümkün müdür?

Benim merakımın temelinde sanırım daha çok o yaşta neler düşündüğümü anımsayabileceğim umudu vardı. Belki de daha çok o günlere, sevdiğim herkesi bir arada bulduğum, ergenlikle sevmemeye başladığım sevgili evimize geri dönmenin bir yolunu keşfetmeyi ummuştum. Edebiyat eserleri, kitaplarla cisimleşmiş birer anıdırlar; kitapların sayfaları, satırları, kokuları o anları, o anıları geri getirir. Bunlara her zaman içtenlikle inandım.

Renkli ve havalı bir 1950 kadınının bulunduğu şömizini sadece bir sahaftaki kitaptan gördüğüm, içindeki çizik ve lekelerden her ikisi de titiz birer okur olan anne ya da babamın birinden ya da bir sahaftan aldığını tahmin ettiğim (özellikle o kötü bir el yazısıyla ve turuncu kalemle çiziktirilmiş “Suzan” onlara ait olamaz), babamla kitapları dizip yerleştirirken o rafın en başına geçecek Z-1 etiketini yapıştırdığımız, Zola’nın şu mavi ciltli romanında acaba beni neler bekliyordu?

On iki yaşımda, tam da bu mavi kaplı roman elimdeydi. Okul kapanmıştı, yine bir hazirandı, hava yine çok sıcaktı. Şu kalın cildi bugünkünden çok daha küçük olan ellerimle tutuyordum. Ne heyecan!

Künyeye bakıyorum, “neşreden” Cağaloğlu’ndaki Vasıf Ülkü Güven Basım ve Yayınevi, çeviren Samih Tiryakioğlu’ymuş. Vahdet Gültekin’in başkanlığındaki bir heyet tarafından hazırlanan “Şaheser Romanlar” serisinin eserlerinden biriymiş. Romanın en başında italik dizilmiş dört sayfada Zola’nın hayatı hikâyeleştirilerek anlatılmış ve şaibeli ölümünden söz edilmiş:[3]

1902 yılının 29 eylül akşamı Paris’te hava birden bozmuştu. Sert bir rüzgâr esiyor, gökte kara bulutlar koşuşuyordu. Emile Zola ile karısı bir akşam önce yazlıktan şehre dönmüşlerdi. İkisi de yaşlıydı... Yemekten biraz sonra yattılar. Fakat Zola birtürlü uyuyamıyordu. İçinde bir sıkıntı vardı...Ertesi sabah... Kapı kırılıp içeri girilince bir çığlık koptu: Emile Zola yerde boylu boyunca yatıyordu... Zola’yı kurtarmak kabil olmadı... Polisin şüphesi kalmamıştı. Ölümünün bir kazâ olduğuna başlangıçta kanaat getirmiyenler de sonradan bunu unuttular, mesele kapandı. O sırada Fransa’nın en çok okunan romancısı, kırk kadar eserin yazarı, insana üzüntü verici bir kazâ sonunda, altmış iki yaşında ölmüştü... «Bonjour, Monsieur Zola!» isimli bir kitapta... yazarı Armand Lenoux Zola’nın karbon gazından zehirlenerek öldüğünü kabul etmekle beraber, bu hâdisenin bir kazâ değil, tertip olduğunu elindeki mektuba dayanarak iddia ediyor.

Demek yazarının uzun uzadıya anlatılmış hayat hikâyesini okuyarak başlamışım romana. Bugün bizler bir yazarın hayatının ne kitabın en başında bu uzunlukta anlatılmasına alışığız ne de bu şekilde hikâyeleştirilmesine. Hemen o günün The Guardian’ını buldum, Madam ve Mösyö Zola’nın ölümünü, Émile Bey’in, Fransızca haliyle ünlü J’accuse’üyle (Suçluyorum) Dreyfus davasında tuttuğu safı ve bunun yarattığı sansasyonu pas geçip bir kaza olarak duyurmuş.[4] Tüm bunların bilgisini Vahdet Bey ya da Samih Bey’in 1959’da artık tanıyan ya da bilen kimsenin kalmadığı Galatasaray Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenlerinden öğrendiklerini hayal ettim. Belki de ödev verilmişti ve o müthiş lise kütüphanelerindeki Fransızca ansiklopedilere bakmışlardı, kim bilir? Sanırım anımsayan kimse artık hayatta değildir, oysa ne kadar da yakın bir zaman – gibi.[5]

Çeviri sadece çeviri değildir ki, bir yazarın bambaşka bir kültüre tanıtılmasıdır. Bugün Jack London’ın Türkiye’de memleketi Amerika’dan daha çok tanınması, hatta okunması işte en çok bu çeviri tercihleri sayesinde olmamış mıdır? Bizler de Zola’yı okumamızı muhtemelen Galatasaray Lisesi’ndeki o edebiyat öğretmenine borçluyuzdur. Daha doğrusu annem ya da babam (hangisinin seçimiydi ki acaba bu?) ona borçlu; ben sadece evde bulmama ve isminin bana örneğin, Karamazov Kardeşler’den daha ilginç gelmesine borçluyum. İsmi eğer Meyhane olsaydı, seçmeyeceğim kesindi.

Daha en başından şu çeviri konusuna takıldığımdan, hemen romanın diğer çevirilerini araştırdım. Elimdeki baskının dilinin biraz daha eski olacağını tahmin ediyordum, ancak sürpriz bambaşka oldu: 1959’da gündelik dile biraz daha yaklaşıp çevirmek modaydı anlaşılan. Öyle ki, 19. yy. Paris’inde “maşallah” diyenlere rastlayabiliyorduk. Hemen Samih Bey’in çevirisini kısa bir araştırmayla bulduğum Cemal Süreya’nınkiyle karşılaştırdım:

Tam dört yıl, durup dinlenmeden, harıl-harıl çalıştılar. Mahallede herkes Gervaise ve Coupeau için: «İyi bir aile,» diyordu. İkisi de etliye-sütlüye karışmıyordu, kavga-dövüş ettikleri yoktu. Yalnız, pazardan pazara Saint-Ouen dolaylarına doğru şöyle bir gezip dolaşıyorlardı... Sevimlilikleri, nezaketleri yüzünden herkes onların sözünü etmekteydi. İkisi birden günde dokuz franka yakın para kazandıkları için, herkes: «Epiy para biriktirseler gerek...» diye düşünüyordu.[6] (ST)

Dört yıllık çetin bir çalışma dönemi geçti. Gervaise’le Coupeau mahallede iyi bir karı koca hayatı tutturmuşlardı; kendi başlarına kavgasız gürültüsüz yaşıyorlar, pazar günleri, düzenli olarak Saint-Ouen tarafına bir gezinti yapıyorlardı... Her yerde iyi gidişatlarından söz ediliyordu. Kazandıkları para günde dokuz frank kadar olduğundan, köşeye epey para ayırmış olacakları düşünülüyordu.[7] (CS)

Biraz daha okuyunca gördüm ki, Cemal Bey Fransızca deyimleri ya da sokak isimlerini olduğu gibi korumuş. Oysa Samih Bey örneğin Goujet’nin takma ismi olan Guelule D’or’u “Altınbaş” olarak yazmış ve sarışınlığını vurgulamış ya da Balıkçılar Sokağı’nı da Türkçeleştirmeyi tercih etmiş. Kısacık paragraftan bile anlaşılacağı gibi, bazı yerleri orijinali öyle olmasa da daha kolay okunacak diyaloglar haline getirmiş, hatta Cemal Bey’inkiyle kıyaslayınca sanki “epiy” bir yorum da katmış.

Gervaise, René Clément, 1956.

Romanın basım yılını bildiğimden eski kelimeler yüzünden zorlanmış olabileceğimi beklemiştim. Oysa Samih Bey, ironik olarak, bazı eski sözcükleri kullansa da o yaşım için kolay okunup hoşlanılacak bir metin sunmuş bana! Şimdiki gibi sadeleştirilmemiş ya da zamane tembel okuruna kolaylık olsun diye dipnotlandırılmamış Türkçe klasiklerin birçoğunu elde sözlük okuduğum için (mesela birkaç kez yuttuğum Çalıkuşu), ya da anne babamın konuşmalarından bazı eski kelimelere zaten aşina olsam gerek, hiç de öyle zorluk çekebileceğim bir çeviri değildi. Bunu öğrenmek beni şaşırttı, ancak esas sürpriz şuydu: Demek 1950’lerin edebi naifliği benim on iki yaşımınkinden eksik değildi. Sadece “maşallah” diyen değil, Türkçedeki türlü deyimi de kullanmayı bilen 19. yy. Fransızlarını bile Samih Bey’in çevirisinden hiç garipsemeden, zevkle okumuşum romanda.

Laf hep lafı açar ya hep kitaplardan söz ederken, çevirmenlerin metne kendilerini daha çok kaptırdıkları benzer şirinlikte başka zamanlar da varmış, okuma zevkimizi katmerleştiren. Yayımlanır yayımlanmaz II. Abdülhamid için 1328’de (1910-11) çevrilen polisiye romanlardan biri olan Mavi Elmaslı Kadın’da, Sherlock Holmes’ün, ölen hasmının cehennemin alevlerini bile kirleteceğini söylemesi ve çevirmeni S. Faiz’in buraya heyecanla eklediği dipnota ne demeli? “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Maddi olarak ateşten daha âlâ temizleyici yoktur.”[8]

Şunu sorduğunuzu duyar gibiyim: “Peki, aklında Sen Bir Melektin’den en çok neler kalmış?”

“Her cümle dün gibi aklımda” demeyi çok umdum, çok istedim ama ne yazık ki böyle durum söz konusu değil. Zola’nın çirkinliği ve düşkünlüğü gözümüze sokan, bile isteye kanırtan natüralizmini bir çocuk kitabında olabildiğince ayyuka çıkaran Kemalettin Tuğcu sayesinde, fakirlerin yeterince çalışmamaları yüzünden fakir kaldıkları ve ahlaki düşkünlüğe daha meyilli oldukları gibi önemli hayat bilgilerini zaten öğrenmiş, Sen Bir Melektin’e hazırlıklı gitmiş olduğum kesin. Sonradan, Gervaise’in bu hikâyede doğan “arsız” kızı Nana’nın isim anneliği yaptığı dahil, okuduğum birkaç Zola romanı sayesinde o dönemin Paris’i, sonradan ansiklopediden baktığım III. Napolyon dönemi (meğer bir tane Napolyon yokmuş ama sadece ilki ‘para, para, para’ demiş!), kenar mahallelerin sefaleti aklımda oldukça çok yer etmiş. Tembelliğe meyilli, para biriktiremeyen fakir kadınların hizmetçilik yaptığı, hatta en son çare bedenlerini satmak zorunda kalabilecekleri de kulağıma küpe olmuş. Çok çalışkan ve tutumlu olmak gerektiğine karar vermişim, yoksa maazallah!

Albert Capellani'nin yönettiği 1909 yapımı L'Assommoir'dan bir sahne.

Şunları zaten anımsıyordum: Zola’nın Paris’i ve o dönemin yaşantısı o denli yer etmişti ki, (biraz da Victor Hugo katkısıyla) uzun seneler sonra şehri her ziyaret edişimde gözlerim Sen Bir Melektin’in izlerini aramaktan usanmadı, illaki köşe başında bekleyen üstü başı yırtık pırtık ve pis bir Gervaise görmeyi umdu. Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi turları misali “Émile Zola Romanları” gibisinden turlar da aradı gözlerim şehirde. Zola’nın diğer romanlarında da olan fakir fukara ailelerin iç içe yaşadığı, masa, saat gibi bazı basit eşyalara bile sahip olmanın önemli olduğu, ucuz kiralı o sefil apartmanları görmek istedim. Hele o leş gibi pis yatak şiltelerini bile alıp satabilen rehinciler neredeydiler? Dönemin etnografisi, insanları, ilgileri, neler yedikleri, neler içtikleri, bunlar hep aklımda yer etmiş. Zola yazmamış olsaydı, o dönemin proletaryasının tavşan eti yemekten bıktığını kim bize söylerdi? Edebiyat sadece hikâye anlatmaz. “Ben pek roman okumuyorum” diyen okurlara duyururum.

Şu irili ufaklı hatırladıklarımdan en önemlisi: Louvre Müzesi’nin proletarya tarafından, hem de bir düğün sonrası ziyaret edilmesiydi.[9] Düğün aksi gibi yağmurlu bir güne denk düşer, öyle ki, Boche (Samih Bey bir sıfat belirtmediğinde Mösyö olduğunu anlamamızı ister) gök gürültüsünü duyunca, “Allah Baba”nın aksırdığını söyleyerek espri yapar, gülen kimse olmaz. Ancak bu espri benim aklımda kalır.

Düğün ekibi, Louvre’da ilk “Asurî” salonuna girerler. Heykelleri görünce kendi zamanlarında daha iyi taş oymacılığı yapıldığına kanaat getirirler. “Kargacık-burgacık” Fenike alfabesine şaşırarak kimsenin o yazıları okuyamayacağını düşünürler. Bense o sırada, gezdiğim müzeler sayesinde hiyeroglifin nasıl keşfedildiğini bildiğimden kendimi pek önemserim; birçok müze gezmiştim ve onlardan daha bilgiliydim – şuna da bakın hele! Sen Bir Melektin ahalisi en çok Apollon salonundaki parkelere hayran kalırlar. O parkeler muhtemelen Gervaise tutumsuz davranıp bir de üstüne tembelleştiğinde çareyi şarap ve “rakı”da[10] arayarak yoksulluğun dibine vurduğu zaman sildiklerinden katbekat güzeldirler. Aralarındaki okuma yazma bile bilmeyen damat, Samih Bey’e göre tenekeci, Salâh Bey’e göre dam aktarıcı, Cemal Bey’e göre çinko ustası Coupeau’yla tek yaptıkları ya tablolara hayran hayran bakakalmak ya da onlarda gördüklerini bir tanıdıklarına benzetmek olur. Ne yazık ki müze beklentilerinin aksine pek sıcak değildir, ısınamayacaklarını anlayınca bari giriş paralarını çıkarmak isterler, ancak yedi-sekiz salondan fazla gezemeden pes ederler; benim seneler sonra Louvre’u ilk ziyaret edişimde Asur salonunu mutlaka bulup düğün ekibinin izinden yürümeme de ilham verirler – öyle demeyin, koskoca müze!

Romanın bana epeyce tarih öğrettiği kesin, “darışılmayan” ve “zerre kadar hınç duymuyorum sana namussuzum” gibi sözlerle 1950’lerin Türkçesini ve kahvenin güzel, yani (hiç unutmadığım) “Abdi Beyin abdes suyu” gibi kokmadığı Paris’ini de. Seneler sonra romanın gravürleriyle karşılaştığımda, kıyafetlerin, yerlerin tam hayal ettiğim gibi olduğunu görmenin şaşkınlığını da buraya not etmek gerek; bizi o zamana gönderen Zola’ya ve seksen dört yıl sonra yayımlayan çevirmenine ve yayınevine de teşekkür.

Peki, yıllar sonra okumak beni on iki yaşıma döndürebildi mi?

O yaşa dönmekten çok o günlerle farklı bir köprü kurdum sanırım. Onca kötü huyuna karşın Gervaise için üzüldüğümü ve onun benim için yine de melek kaldığını anımsadım. Çevirinin bazen önemli olmayabileceğini, büyük yazarların duygusunun mutlaka okura geçeceğini düşündüm, yaşlarına uygun bin bir renkli kitaba erişebilen günümüzün on iki yaşına pek hitap etmeyeceğini de.

Sen Bir Melektin benim büyüklerin edebiyat dünyasına kabul törenimdi, evet. Peki, bir dahaki sefere hangi yaşıma gitsem ki? On dört yaşın Anna Karenina’sına mı on beş yaşın Karamazov Kardeşler’ine mi? Nasılsa yolu öğrendim.[11]

 

NOTLAR: 


[1] O zamanlar kitaplık sözcüğünü kullanmazdık nedense.

[2] Salâh Birsel, Beyoğlu’nda Büyülü Geceler: 1950’lerde Sinema, Agora Kitaplığı, 2016.

[3] Yazıda kitaptan alıntılar italiktir ve yazıldıkları gibi korunmuşlardır.

[4] 19O2 tarihli The Guardian, Zola’nın ölümünü şu şekilde duyurmuş: "Tragic Death of M. Zola" 

[5] Galatasaray Lisesi’ne sormak içimden geçmedi değil. Acaba arşivlerinde saklıyorlar mıdır?

[6] Émile Zola, Sen Bir Melektin, Güven Yayınları, çev. Samih Tiryakioğlu, 1959, s. 92.

[7] Émile Zola, Meyhane, İletişim Yayınları, çev. Cemal Süreya, 2016, s. 145.

[8] Erol Üyepazarcı, Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes, Göçebe Yayınları, 1996, s. 545.

[9] Robert Lethbridge, “A Visit to the Louvre: L’assamoir Revisited,” The Modern Language Review, 87(1), 41-55, 1992 (Bu makale İletişim Yayınları baskısındaki Sonsöz’e de konmuş).

[10] Eau-de-vie’yi rakı olarak çevirmeyi uygun gördükleri belirtilmiş dipnotta, Sen Bir Melektin, s. 117.

[11] Her edebi metnimi şefkat ve ihtimamla okuyan ve nezaketle eleştiren sevgili Behçet Çelik’e buradan tekrar teşekkürler.

 

GİRİŞ RESMİ:


Émile Zola'nın 1877'de yazdığı L'Assommoir'dan René Clément'ın uyarladığı 1956 yapımı Gervaise adlı filmden bir sahne.