Selma Rıza ve gölgesi

"Romanın basılamamasında Selma Rıza’nın 1899’da Paris’e giderek Jön Türk muhalefetine dahil olmasının ve muhalif gazetelerde yazılar yayımlamasının da payı olsa gerek."

26 Mayıs 2022 21:00

Selma Rıza’nın Uhuvvet romanının sadeleştirilmiş versiyonu 1999’da Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından yayımlandığında özellikle sonraki beş yılda popüler olmasa da akademik bir ilgi uyandırmıştı. Daha çok İttihat ve Terakki’nin önemli figürlerinden Ahmet Rıza’nın kız kardeşi olarak anılan, ağabeyinin gölgesinde kalmış olan Selma Rıza’nın romancılığı, daha önce kaynaklarda adı geçmeyen Uhuvvet sayesinde kitabı hazırlayan Nebil Fazıl Alsan tarafından keşfedilmişti. Dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay, kitaba yazdığı önsözde Alsan’ın romanla hurda kâğıtlar arasında karşılaştığını ifade eder. Alsan, bir defterin arasından çıkan sayfalarda yılbaşında yazılmış ve önceki yıla veda eden satırları okuyunca elindeki iki deftere daha dikkatle bakar ve Uhuvvet’in farkına varır.

Selma Rıza’nın 1892-1897 yılları arasında yazdığı ama orijinali Arap ya da Latin harfleriyle kitaplaşmayan, el yazması halinde kalan Uhuvvet, orijinal haliyle olmasa da sadeleştirilmiş haliyle ancak 20. yüzyılın bitiminde gün ışığına çıkar. Ancak roman Alsan’ın dolayımıyla, günümüz Türkçesine uyarlamasıyla okurla buluşmuştur. Selma Rıza’nın orijinal üslubu Alsan’ın sadeleştirmesinin gölgesinde kalmıştır. Bu defterlere ulaşmanın hâlâ mümkün olup olmadığını araştırmak için yola çıktığımda, kendisi de gazeteci, yazar ve çevirmen olan Nebil Fazıl Alsan’ın 2009’da vefat ettiğini öğrendim. Üstelik evindeki yangın yüzünden elim bir şekilde ölen Alsan ile birlikte eşyaları da yanar. Başka birine Uhuvvet’in el yazmasını vermediyse, bu yangınla birlikte metnin de ortadan kalkması hayli muhtemel.

Artık varlığı şüpheli hale gelen metin için çaresizce Alsan’ın yakınlarını tespit etmeye çalıştığım ve başarısız olduğum günlerde Nebahat Yusoğlu, Atatürk Kitaplığı’nın henüz kataloglanmamış metinleri arasında Selma Rıza’nın Uhuvvet’ini keşfetti. Böylelikle çeşitli gölgelerden dolaylanarak bize ulaşan Selma Rıza’nın edebi performansına birinci elden tanıklık edebileceğiz. Anlaşıldığı kadarıyla bu, Alsan’ın nüshasından başka bir nüsha. Selma Rıza, 1897’de yazdığı notta metinde tashihler gerçekleştirdiğinden, metni temize çektiğinden söz etmiş. En az iki nüshası olan bu metnin bir nüshası Selma Rıza’nın daha çok içine sinen bir nüsha, ancak bu nüshanın hangisi olduğunu bilemediğimiz gibi, Selma Rıza’nın romanı nihai formuna ulaştırıp ulaştırmadığından da emin değiliz. Olay örgüsü bakımından tamamlansa da, belki yeni nüanslar da katılacaktı metne. Romanın basılamamasında Selma Rıza’nın 1899’da Paris’e giderek Jön Türk muhalefetine dahil olmasının ve muhalif gazetelerde yazılar yayımlamasının da payı olsa gerek.

Selma Rıza’nın hayatı, II. Abdülhamid karşıtı muhalefetin erkek ağırlıklı kadrosunun içinde yer almasıyla da başlı başına ilgi çekici olsa da, Uhuvvet hem onun politik kariyeri öncesindeki edebi kariyeri hem de Osmanlı kadın yazarlığının dinamikleri bakımından önemli bir yerde durmakta. Elimizdeki bilgiler ışığında, bir kadın tarafından Türkçe yazılmış ilk roman 1877’de basılan Zafer Hanım’ı Aşk-ı Vatan’ı. 13 yıllık bir aranın ardından bir kadının yazdığı ikinci roman, 1890’da “Bir Kadın” imzasıyla çıkan Rehyab-ı Zafer. Her ne kadar basılmış olsa da bu romanın da elimizde tek nüshası var, o da Zehra Toska’da bulunmakta.[1] 1891’de ise Ahmet Mithat ve “Bir Kadın”ın ortaklaşa yazdığı Hayal ve Hakikat çıkar. Kısa sürede buradaki “bir kadın”ın Fatma Aliye olduğu anlaşılır. 1892’de Fatma Aliye’nin bu sefer kendi imzasını attığı Muhadarat yayımlanır. 1895’e kadar kadınlar tarafından yazılmış romanlar bunlarken, 1895 sonrasında özellikle Hanımlara Mahsus Gazete’nin etkisiyle bir kadın yazarlar kuşağı ortaya çıkar ve tefrika ya da kitap formunda art arda romanlar çıkmaya başlar.

Uhuvvet tam da kadın yazarlık alanının harekete geçtiği bu tarihsel ânı katetmektedir. 1892’de Muhadarat’ın basıldığı koşullarda yazılmaya başlanıp 1895 sonrası hareketlenmenin ilk ürünlerinin verildiği 1897’de sona erer. Ancak el yazısı halinden basılı bir metne dönüşemediği için edebi alanı etkileme imkânına kavuşamaz; edebi/tarihsel bağlamdan etkilenen, ancak kendi etkisini zamanında icra edemeyen bir gölge-metne dönüşür. İstanbul’un üst sınıf ailelerinin hane içi ilişki dinamiklerinin sunuluşu, yakınlıklar, dayanışmalar, komplolar, tertipler, rekabetler ve planların tasviri, zorunlulukla gönüllülük arasında salınıp duran aşk ve evlilik ilişkilerinin eleştirel bir şekilde gözler önüne serilişi ve modern Osmanlı ailesinin krizinin ele alınışı bakımından Uhuvvet, söz konusu kadın yazarlık alanının genel eğilimleriyle uyum içerisindedir. Ancak İstanbul’dan Beyrut’a uzanan ve tekrar İstanbul’a geri dönen bilinçlenme, direnme, dönüşme ve kılık değiştirme hattıyla da özellikle Muhadarat ile akrabalık halindedir. Tüm engellere ve tertiplere karşı iyiliğin ve kardeşliğin yeniden tesis edilebileceğine dair inanç romanın kurucu unsurlarındandır. Böylelikle Uhuvvet dolayımıyla Osmanlı seçkinlerinin ilişkiler, duygulanımlar ve fikirler âlemine gireriz. Çeşitli haksızlıklara, iftiralara maruz kalarak vefat eden Sabiha’nın kızı olan ve aynı zamanda kardeşliği/uhuvveti yeniden tesis eden Meliha/Zeliha aracılığıyla aynı zamanda Fransızların Cezayir’in işgaline direnen sömürgecilik karşıtı figürlerden Beyrut’taki sosyal, dinsel ve entelektüel ilişkiler ağına, İstanbul’a yerleşen Arap bir kadının uyandırdığı merak, hayranlık ve dehşetten şehirdeki ressamlık pratiklerine uzanan bir olaylar katmanına da tanıklık ederiz. Uhuvvet, son tahlilde gölgede bırakılmaya çalışılan bir kadının, Sabiha’nın, kızının dolayımıyla mevcudiyete ve adalete erişmesinin metnidir.

Nebahat Yusoğlu’nun hazırladığı Uhuvvet’in bu yıl içerisinde İletişim Yayınları’ndan çıkması planlanıyor. Dilerim romanın orijinaliyle gerçekleşecek bu ilk karşılaşma aracılığıyla Uhuvvet etkisini gecikmiş olarak da olsa icra edebilsin.

Selma Rıza’nın 1896’ya veda ederken yazdığı ve romana iliştirdiği aşağıdaki mektubu, onun yazıyla, sorumlulukla, geçip gidenlerle, gölgelerle kurduğu ilişkilere dair bazı fikirler vermesi ve metnin tamamlandığı yıllardaki ruh hali aracılığıyla romanın üslup ve duygu âlemini ima etmesi nedeniyle alıntılıyorum:

 

Makriköyü, fi 31 Kanunuevvel 1896/26 Recep 1314 Perşembe

[Bakırköy, 31 Aralık 1896]

Saat on ikiye geliyor. Nısfulleyle [gece yarısına] birkaç dakika kaldı. 1896 sene-i miladisine ebediyen veda etmek üzereyiz. Evin içinde herkes odasına çekildi. Ninemin yukarıda yavaş yavaş gezintisinden, Sururi Bey’in karşıki odada miraciyeyi takiben okuduğu dualardan başka bir ses işitilmiyor. Dışarıda ise kesif bir karanlık! Esen poyraz pencereleri tıkırdatıyor, denizi dalgalatıyor. İşte bu kadar. Tekmil mahalle uykuda. Kâğıdı kalemi aldım, oturdum; yazacağım. Ne ve ne için… Bilmiyorum. Bir hiss-i manevi kalbimi acı acı sızlatarak ‘yaz!’ diyor. Bu hüzün, bu teessür neden? Onu da bilmiyorum. Güya biri… Benden başka biri de bana ‘1896 bitiyor, gidiyor’ diyormuş gibi geliyor. Evet 1896 da bitiyor, gidiyor, bir iki dakika sonra geçmiş bir zaman olacak!

Sanki ‘1896’ tekmil günleri, saatleri, dakika ve saniyeleriyle gözümün önünde mehib bir heyet [heybetli bir vücut] almış da bana: ‘İşte ben gidiyorum; hem ömründen koca bir yaprak kopardım, beraber aldım, öyle gidiyorum; mazine iltica edeceğim. Mezara doğru seni bir hatve [adım] daha itmiş olacağım. Benim o müsaadeli günlerimi, o uzun uzun saatlerimi, o müteaddit [sayısız] dakikalarımı nasıl ve ne yolda istimal ettin [kullandın]? İşte daha bir iki dakikam ancak kaldı. Vakt-i veda yaklaştı; cevap ver!’ diyor, benden hesap soruyor, zannediyorum.

‘Ah ey sal [yıl]!! Sen riyaz-ı hayatımın [hayat bahçelerimin] en latif, en şairane bir çiçeğiydin; son dakikanda vicdanımın timsal-i menhusu [uğursuzluk sembolü] mu oldun?’

Bu sualime cevap: İşte rüzgârın iniltisi, dalgaların hafif hafif hışıltısı! Fikr-i insana bundan ulvi bir kelam-ı manidar olmaz. Cihanda hiçbir halin bir firar olmadığını, her şeyin geçtiğini, bittiğini, değiştiğini ilan etmiyor mu?

İşte 1896’nın hitam bulduğu şu anda bu kaide-i tabiîyeyi bana da dalgalar, rüzgârlar ihtar ediyor.

A! Horozlar! Evet horozlar ötüyor. Tabiatın sevkiyle uyanmış, gece yarısı, 1897’yi selamlıyor!

O geçen, maziye giden senenin vicdanıma karşı irad ettiği [sorduğu] suale cevap veremeyecek miyim? Evet pek muhik [haklı] olan o suale cevap veremeden bir diğerine daha mı ibtida edeceğim[başlayacağım]? Müthiş hal! İşte ömrümden bir sene ki diğerlerine faide-bahş olacak [fayda verecek] bir fiil ve harekette bulunmadan geçirmişim! Geçen sene, yine bu vakit kurduğum planlar yine aynı vaziyet, aynı ehemmiyetle zihnimin bir köşesini işgal etmekte duruyor. Hani icrasına ahdettiğim [söz verdiğim] faaliyât?

Elimde tuttuğum şu kalemden bir sene içinde kaç söz çıkmış? Her noktası binlerce mesail-i akliye [akli meseleye] ve hikâyeye küşat olan [açılan] zihnime ne yerleştirmişim? Ağlayan, bizden imdat bekleyen millete ne hayrım dokunmuş? Ben bu bir sene içinde ne yapmışım?

Günün birinde ahlafa [sonra gelenlere] müftehirane irae etmek [iftiharla göstermek] için şimdiden hazırlamaya mecbur olduğumuz defter-i amâle [ameller defterine] acaba ben ne kaydedebilmişim? Bir ah, bir heyhat mı? Yok, yok! Vicdanım önünde bu kadar mesul, bu kadar muhtî [hatalı] olmak istemem!

Ah ey sal-i sabık!! Geçtin, uzaklandın! Fakat yine sana hitap etmek, sedamı sana işittirmek, senin sualine cevap vermek isterim: Sen ömrümün ki en kıymet bir cüzüsün [parçasısın]! Günlerinden birkaçında kalbim hicran ve mahrumiyet elemiyle sızladı, ağladı; lakin umumunu sıhhat ve afiyetle yüzüm gülerek geçirdim. Zihnimi dehrin [dünyanın] her türlü butlan ve fesadına [haktan uzaklığına ve bozgunculuğuna] karşı takviye ile [güçlendirerek] günün birinde âmâl ve makasıdıma [istekler ve maksatlarıma] hizmet edecek efkâr-ı âliyeye [yüce fikirlere] mekân ettim.

Ah ey sal-i mübarek! Sen o mukaddes vazife uğruna ihtiyar edeceğim [gerçekleştireceğim] emr-i mühime [çok önemli işe, sorumluluğa] nigâh olamadın [bakamadın]; lakin bu fiil-i hayra [hayırlı işe] bir an evvel teşebbüs etmem için beni daha sabur [sabırlı], daha uyanık, daha müdbir [tedbirli], daha tecrübeli, daha fedakâr olarak ihzar ettin [hazırladın]! Hatıramda mahfuz [saklı] kalmanı arzu ederim.

Gece yarısından sonra saat

Selma

 


[1] Hem kendisi hem de yazarı, bırakın gölgeyi, neredeyse yokluğun kıyısında kalan, varlıkla siliniş arasındaki eşikte bulunan bu metnin de dolaşıma girmesi dileğiyle.