“Cemo’nun yazarı”nın unutulan romanı: Zühre Ninem

"Kemal Bilbaşar’ın son romanı Zühre Ninem’in yazarın en 'usta' romanı olduğu söylenebilir. Şaşırtıcı biçimde, Kemal Bilbaşar’ı övgüye boğanlar dahil hiç kimse bu romana dikkat çekmemiştir. 1981’de ilk baskısı yapılan kitap 2015’te ikinci baskısını ancak Bilbaşar’ın külliyatının toplu basımı sayesinde görmüş, yazarın diğer kitapları gibi geçen yedi yıl içinde yeniden yayımlanmamıştır."

24 Mayıs 2022 07:19

 

Kemal Bilbaşar’ın gölgede kalmış bir yazar olduğu söylenemez. Denizin Çağırışı ve Cemo romanları yaygın biçimde biliniyor, son 20 yıldır bu iki kitabı sürekli dolaşımda kaldı. Buna rağmen 2015’te tüm yapıtları topluca yayımlandıktan sonra bile Cemo ve Denizin Çağırışı dışında Bilbaşar’a ilgi gösterilmediği fark ediliyor. Bilinen, hatta belli bir dönemde meşhur bir yazar Kemal Bilbaşar ama ünü iki kitabıyla sınırlı, bu romanların rüzgârı diğer kitaplarına vurmuyor. Cemo’yu ya da Denizin Çağırışı’nı okuyanlar Bilbaşar’ın diğer kitaplarını okuma isteği duymuyor gibi görünüyor. Oysa son iki kitabı Bedoş ile Zühre Ninem, roman tarihi açısından anılmayı hak ettiği gibi, yaşadığımız dönemin ruhunu yakalayabilecek özellikler de taşıyor.

Kemal Bilbaşar’ı meşhur bir yazar haline getiren yapıtın 1966’da yayımlanan Cemo olduğu aşikâr. Evren Yayınları gibi İzmir’de bulunan ve pek de bilinmeyen bir yayınevi tarafından yayımlanan bu roman, TDK ödülünü alınca çok yoğun bir ilgi görerek 1968 ile 1978 arasında Tekin Yayınları’nda peş peşe sekiz baskı yapmış. O dönemde bu romanla ilgilenmeyen eleştirmen yok gibi. Murat Belge’den Adnan Binyazar’a, Sadun Tanju’dan Çetin Altan’a kadar pek çok yazar bu roman hakkında yazmış. Bu nedenle Cemo, bu dönemin ruhunu yakalayan bir kitap olarak öne çıkıyor. Ancak 1978’den itibaren okurun kitaba gösterdiği ilgide durulma başlar. Yazarın ölümünden hemen önce kitabın yeni bir baskısı Yazko Yayınları tarafından yapılmış ama belli ki dönemin koşulları nedeniyle 1925 ve 1938’deki Kürt isyanından söz eden bu kitap eskisi kadar ilgi görmemiş ve 1996’ya kadar yeniden yayımlanmamış.

1982 ile 1996 arası Türkiye’de köy romanının geri çekildiği dönem olduğu için kitabın yeni baskı yapmaması şaşırtıcı değil ama şaşırtıcı olan, romanın 2003’te Can Yayınları tarafından yayımlandıktan sonra yeniden yoğun bir ilgi görmesi. Cemo, Can Yayınları’nda 2003’ten 2021’e kadar 24 baskı yapmış. Bu ilginin nedenini açıklamak hiç de kolay değil. Elbette romanın 2004’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser listesinde yer alması bu süreçte etkilidir. Ancak aynı listede yer alan diğer romanlara bu türden bir ilgi gösterilmediği fark edildiğinde tek nedenin bu olamayacağı ortaya çıkar. Dahası, Cemo’nun devamı olan ve işin doğrusu roman tekniği açısından daha iyi yazıldığı söylenebilecek Memo’nun aynı tarihte Can Yayınları tarafından yayımlanmasına rağmen 2021’e kadar sadece beş kere basılmasını da anlamak zor. Cemo’ya gösterilen ilginin Memo’dan niçin esirgendiği cevapsız bir soru olarak kalıyor.

Cemo ve Memo’dan sonra Bilbaşar’ın en çok ilgi gören kitabı Denizin Çağırışı. Denizin Çağırışı’nın Türkçe roman kanonu açısından ilginç bir hikâyesi var. Kemal Bilbaşar’ın ilk romanı olan Denizin Çağırışı 1943’te yayımlandığında fark edilmemiş, sonrasında da ilgi görmemiş. Cemo’nun popüler olmasının bir sonucu olarak Bilbaşar’ın yapıtları yeniden yayımlanırken 1972’de kitabın ikinci baskısı yapılmış. Bu ikinci baskının da okurla buluşamadığı anlaşılıyor. Çünkü kitabın üçüncü baskısı 31 yıl sonra, 2003’te Can Yayınları tarafından yapılabilmiş. Zaten Kemal Bilbaşar da bu kitabını neredeyse bir gençlik hatası olarak değerlendirme eğiliminde. Toplumcu çizgiye uymadığı, fazla bireyci kaldığı için kendi yapıtını beğenmiyor. Buna rağmen kitabın kaderini Ahmet Oktay’ın Yazko Edebiyat’ta Mart 1983’te yayımlanan “İki Taşralı: Bilbaşar ve Atılgan’da Yabancılaşmış Birey Üzerine” adlı yazısı değiştirir. Bu yazı Denizin Çağırışı’nın “ilk psikolojik yabancılaşma romanı” etiketini edinmesine yol açtı.

Dahası, Ahmet Oktay’ın bu romanı Anayurt Oteli gibi bugünün kanonik bir metninin öncülü olarak işaretlemesi nedeniyle roman öncü bir niteliğe de sahip oldu. Edebiyat tarihinde “ilk” etiketi müthiş bir alımlama kolaylığı sağladığı için Ahmet Oktay’ın yargısı hayli etkili oldu. Hatta mevcut baskısının arka kapağında bile kitap artık bu niteliğiyle, “psikolojik yabancılaşmanın konu edildiği ilk roman” olarak okura sunuluyor. Ancak Ahmet Oktay’ın bu karşılaştırmasına hayli temkinli yaklaşmak gerekir. Kemal Bilbaşar ile Yusuf Atılgan arasında bir bağlantı kurmak pek kolay olmadığı gibi, Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’in psikolojik profili ile Denizin Çağırışı’ndaki öğretmenin psikolojisi arasında ortaklık kurmak da zordur. Her şeyden önce Denizin Çağırışı’nda bütünlüklü bir psikolojik profil sunulmaz. Zebercet’in bilinçdışının ince ince işlenmesi için harcanan çabanın benzerine Denizin Çağırışı’nda rastlanmaz. Buna rağmen Ahmet Oktay’ın yazısı Kemal Bilbaşar’ın ikinci bir romanının daha “kanonik” olmasının yolunu açmıştır. Yine de Denizin Çağırışı’nın 2003’ten 2021’e kadar ancak beş baskı yapması Kemal Bilbaşar’ın Cemo çizgisinin daha çok ilgi gördüğüne işaret eder.

2003’te Kemal Bilbaşar’ın Can Yayınları tarafından “keşfi” sürecinde yayınevi yazarın külliyatını değil, öne çıkmış kitaplarını yayımlamayı tercih eder. Bu noktada Kemal Bilbaşar’ın kanonik bir yazar olmadığını ama belli romanlarının kanonik olduğunu söylemek mümkündür. 2003’te Cemo ve onun devamı Memo’nun yanı sıra Denizin Çağırışı ve Başka Olur Ağaların Düğünü yayımlanırken yazarın tüm yapıtları 2015’te yine Can Yayınları tarafından “külliyat” biçiminde yayımlanır. Ancak Kemal Bilbaşar’ın külliyatının yayımlanması onun tüm yapıtlarına ilgi gösterilmesine yol açmaz. Bilbaşar’a yine iki romanla sınırlı bir ilgi gösterilmeye devam edilir, özellikle son dönem romanlarının yeni baskıları yapılmaz. Oysa yazarın romancılığında yeni bir döneme işaret eden son üç romanının ilgi görmemesi için hiçbir neden yoktur, hatta özellikle Zühre Ninem kitabına okurun ilgi göstermesi için dönemin ruhuna uygun birden çok neden sıralanabilir.

Kemal Bilbaşar’ın son üç romanı, okurun fark etmemesi açısından talihsizdir. Bedoş ve Zühre Ninem, Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı ve Cemo çizgilerine yeni bir hat daha ekler. Belli bir tarzın yazarı olarak tanınan Bilbaşar’ın böyle bir değişikliğe gitmesi kitapların fark edilmemesinin nedenlerinden biri olmalıdır. Ancak 1977’de yayımlanan Kölelik Dönemeci aslında Cemo çizgisinin daha iyi çalışılmış bir örneğidir. Bu nedenle yayımlandığında niçin ilgi görmediğini açıklamak zordur. Kölelik Dönemeci bir yandan Cemo çizgisini devam ettirirken, diğer yandan Kemal Tahir tarzı romancılığın örneğine de dönüşür. Çerkeslerin kültürünü aktarırken kurmak istediği evrenin antropolojik yanını sunmasıyla Cemo’ya, Çerkeslerin tarihini iktidar ilişkilerinin içinden anlatarak Kemal Tahir’e yakınlaşır. Romanda bir yandan Çerkes dilinden sözcüklerle otantik bir atmosfer yaratılmaya çalışılırken, karakterlerin tıpkı Cemo’daki gibi Dersim ağzıyla konuşması gibi aykırı tercihler vardır. Karakterlere Cemo ve Memo’da olmadığı kadar –Kemal Tahir romanlarında sıkça karşılaşılan– kötücüllük de aşılanmıştır. Kemal Tahir tarzının yaygın olduğu bir dönemde yayımlanmasına, tarihî romana her zaman belli bir ilgi olmasına rağmen kitap fark edilmez. Roman yayımlandığında yankı bulmadığı gibi, 38 yıl sonra yeniden yayımlandığında da fark edilmez ve geçen yedi yılda henüz yeni bir baskısı yapılmamıştır.

Romanın yazar açısından otobiyografik bir niteliği de var. Yazarın Çerkesleri anlatma arzusunun ardındaki neden, babasının kökenlerine duyduğu ilgidir. Bilbaşar’ın son iki romanı da böyle bir otobiyografik ilginin ürünüdür. Bedoş yazarın karısı Bedia Bilbaşar’ın biyografisi, Zühre Ninem ise yazarın otobiyografisidir.

1980’de yayımlanan Bedoş, 1983’te ikinci baskıyı yapmış ve Bilbaşar’ın diğer yapıtları gibi 2015’e kadar unutuluşa terk edilmiş. Böyle bir metnin unutuluşa terk edilmesinin nedenlerini anlamak hayli zor. Bedoş’ta küçük bir kızın öğretmen olma hayali anlatıldığı için, özellikle kız çocuklarının okutulması için yoğun çabanın harcandığı, kampanyaların yapıldığı bir dönemde bu metne kayıtsız kalınması ancak böyle bir kitabın varlığından haberdar olunmamasıyla açıklanabilir. Yalnızca bir kız çocuğunun öğretmen okuluna kaydolduğu güne kadar geçen ömrünü anlatmasıyla değil, Bilbaşar romancılığının en kuvvetli yanı olan tarihsel arka plan sunmasıyla da ilgiyi hak eden bir roman Bedoş. Adana’dan başlayıp Arnavutluk’a ve oradan Şam’a uzanan geniş bir coğrafyada ama özellikle İstanbul’da Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın gündelik hayata yansıması incelikle aktarılır. Aynı dönemin daha ayrıntılı anlatımı ise bu sefer Kemal Bilbaşar’ın tanıklığıyla Zühre Ninem’de devam ettirilir.

Kemal Bilbaşar’ın son romanı Zühre Ninem’in yazarın en “usta” romanı olduğu söylenebilir. Şaşırtıcı biçimde, Kemal Bilbaşar’ı övgüye boğanlar dahil hiç kimse bu romana dikkat çekmemiştir. 1981’de ilk baskısı yapılan kitap 2015’te ikinci baskısını ancak Bilbaşar’ın külliyatının toplu basımı sayesinde görmüş, yazarın diğer kitapları gibi geçen yedi yıl içinde yeniden yayımlanmamıştır.

Kemal Bilbaşar romanlarına isim verirken genelde romana adını veren kişi merkezde yer almaz, Zühre Ninem de böyle bir adlandırmadır. Cemo romanı Cemo’yu değil, Memo’yu anlatır. Memo romanı da Memo değil, Memo’nun ilk sevgilisi Senem üzerinedir. Zühre Ninem’de de Zühre’nin hayatı değil, çocuk Kemal Bilbaşar’ın dünyası anlatılır. Romanda anlatılan olaylar yazarın biyografisiyle uyuştuğu için metnin otobiyografik niteliği aşikârdır. Otobiyografik bir metin, bir bildungsromandır Zühre Ninem. Buna rağmen Türkiye’de bildungsromanlara ilgi gösterilen dönemlerde gündeme hiç gelmeyen Zühre Ninem özellikle son yıllarda yoğunlaşan benlik/yaşam/ego anlatılarına duyulan ilgi sırasında da anılmamıştır. Romanın bu otobiyografik yanından kimse haberli değil gibidir.

1912’de, Selanik’te emniyet amirinin öldürülmesiyle başlayan roman, amirin küçük oğlu Kemal’in gözünden anlatılanlarla devam eder. Selanik’in ardından Çanakkale, oradan da Eskişehir’e gelen göçmen ailenin hayatta kalma mücadelesi, bu süreçte ailece karşılaşılan zorluklar aktarılır. Birbirine zıt iki karakter olan dayılar, babaanne, yengeler, kuzenler ve diğer akrabaların anlatımıyla bir aile romanı gibi görünse de, Zühre Ninem çocuk Kemal’in bakış açısı hâkim olduğu için bir büyüme romanı olarak kalır. Yalnızca bu yanının güçlü niteliğiyle bile anılmayı, unutulmamayı hak eder.

Selanik’in Osmanlı egemenliğinden çıktığı günlerde başlayan, Çanakkale Savaşı’nın, Sarıkamış’ın ve Eskişehir’in işgalinin ardından Kayseri’ye kaçışın arka planda anlatıldığı Zühre Ninem, çocuk Kemal’in ve ailesinin kaderinin ulusun kaderiyle nasıl iç içe geçtiğini sezdirmesiyle açık biçimde ulusal alegorinin örneğine de dönüşür. Öyle ki, romanın son paragrafında Zühre Nine’nin “Lozan Barış’ını imzalayanları getiren tren”in karşılandığı gün öldüğü söylenir. Anlatımda milliyetçi bir ton hâkim olsa da, bir gecede kaybolan Ermeni komşular, onların evlerinin yağmalandığı ve sonrasında devletin bu “boş” evleri Balkanlar’dan gelen göçmenlere verdiği ayrıntılı anlatılır. Çanakkale ve Sarıkamış Savaşı “tarihsel fon” değil, insanların hayatlarını doğrudan değiştiren olaylar olarak metne taşınır. Ancak bu roman ulusal alegorinin ele alındığı hiçbir metinde yer almadığı gibi, nedense 1915’in tartışıldığı metinlerde de görünmez.

Zühre Ninem’i hatırlamak, tartışmak için pek çok gerekçe olmasına rağmen bugüne kadar hiç gündeme gelmemesi Kemal Bilbaşar’ı daha çok Cemo ve Denizin Çağırışı’yla anmakla yetinmenin sonucudur. Bu iki romanı “kanonik”tir ama onların edebiyat alanındaki yeri yazarını kanonik kılmaya yetmemiş, Bilbaşar’ın diğer romanları unutuşa terk edilmiştir. Hatta uzun zamandır baskısı olmayan kitapların yeniden dolaşıma sokulması bile Bilbaşar’ın yeniden hatırlanmasına vesile olamamıştır.[1]

 


[1] Ancak şaşırtıcı biçimde, Kemal Bilbaşar belli ki genç akademisyenler için “iyi bir tez” konusu olarak görülmüş ve 2002’den 2019’a kadar hakkında 11 tez yazılmıştır. Bu tezlere bakıldığında Kemal Bilbaşar çalışmalarının henüz yapıtlarının derlenip toparlanması ve yazarın tanıtılması aşamasında olduğu fark edilir. Dolayısıyla bu tezlerin Kemal Bilbaşar’ın edebi kimliğinin analiz edilmesi sayesinde yazarın ilgi görmesine katkı sunduğu söylenemez. Dahası, bunca tez yazılmasına rağmen külliyatındaki kitapların çoğunun ikinci baskı yapamaması tezlerin etki alanı yaratamadığını gösterir.