1 Şubat 1923’te Zümrüdüanka dergisinde yayınlanan “Erkek Kızlar” öyküsü Serdar Soydan'ın sunumu ve Latin harflerine çevirisiyle K24'ün Evvel Zaman sayfalarında
31 Ekim 2019 11:00
Bilmem bana mı öyle geliyor ama şu son on on beş yıldır yayın dünyası hiç olmadığı kadar hareketli. Gitgide de hareketleniyor gibi.
En azından benim ilgilendiğim ve Osmanlıca öğrenir öğrenmez ilk iş okumaya giriştiğim pek çok eser bugün Latin harflerine çevrildi. Şahabettin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak adlı piyesi, Mehmet Rauf’un Kâbus’u, Harabeler’i, hatta henüz yayınlanmamış olsa da tez olarak erişebileceğiniz Son Yıldız’ı, Halit Ziya’nın külliyatındaki eksikleri, (sanırım bir tek telif piyesi Kâbus’u kaldı diyecektim ki, baktım o da bu sene çıkmış) Safveti Ziya’nın zevkle okuduğum Haralambos Cankiyadis’i… Sayfalarca uzatabilirim bu listeyi.
Eski ve Yeni Türk Edebiyatının pek çok adı geçen ama kendisine erişilemeyen, erişilse bile Osmanlıca bilmeyenler tarafından okunamayan metni artık kitabevlerinde yahut kitap satışı yapan sitelerde mevcut.
Koç Üniversitesi Yayınları’nın Tefrika Dizisi, Can Yayınları’nın Miras Serisi, Hagop Baronyan, Vartan Paşa, Yervant Odyan ve Zabel Yesayan’ın eserlerinin ardı ardına çevrilmesi… Kendimi tutamıyorum! Dediğim gibi, bu güzellikler, zenginlikler saymakla bitmez.
Selahattin Enis’i, Nur Gürani Arslan’ın Dergah Yayınları’ndan çıkan Selahattin Enis’in Romanlarında İmparatorluğun Son Yıllarına Bir Bakış adlı çalışmasında tanımış, daha sonra İletişim Yayınları’ndan çıkmış, o zaman Latin harflerine çevrilmiş tek romanı Zaniyeler’i ve Bataklık Çiçeği adlı öykü derlemesini okumuştum. Orhan Mithat’ın Şişli Hayatı, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ı yahut Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’siyle aynı dönemi ve muhiti ele alıyordu Zaniyeler romanında Selahattin Enis: Birinci Dünya Savaşı ve mütareke dönemi İstanbul’unu, özellikle de Şişli’yi.
Sonra Arap harflerinde kalmış romanı Cehennem Yolcuları’nı almış, çevirmeye başlamıştım. Yarım kaldı.
Neyse ki şu son dört beş sene içerisinde, matbuattaki hareketliliğe paralel olarak Selahattin Enis’in tüm romanları da ardı ardına basıldı. Telifinin düşmesi bunda önemli bir etken oldu tabii. (Ölümünün üzerinden yetmiş sene geçmesi gerekiyor yazarların. Sonrasında eserleri kamuya mal oluyor.) Sebebi ne olursa olsun, Selahattin Enis’in geride bıraktığı külliyat kolayca erişilebilir hâlde artık.
Kronolojik olarak listelersek Neriman, Zaniyeler, Sârâ, Orta Malı, Cehennem Yolcuları, Ayarı Bozuklar, Endam Aynası ve Mahalle… Selahattin Enis toplumsal ve ahlakî çöküşün, yıkılışın, yitip gidişin romancısı. Bir imparatorluk çöker, düzen bozulur, savaş yorgunu, düşkün bir halk, fakr u zaruret içinde dizlerinin üzerinde doğrulmaya, karanlıklar içerisinde bir yol bulmaya çalışırken o tüm bu süreci kaleme almış.
Romanları bir nehir roman gibi okunabilir. Hepsi aynı temalar etrafında, aynı yıllar arasında ve aynı muhit içinde geçmektedir. Dahası oldukça bütünlüklü bir bakışı vardır hayata ve topluma. Sefaleti, ahlaksızlığı, aşkın en kösnül hâlini anlatır. Hatta aşk bile değildir söz konusu olan… Sadece arzulama ve sahip olma isteğidir. İlişkiler bitmeye, insanlar düştükçe düşmeye yazgılıdır çoğu kez. Nahid Sırrı gibi, son derece nevi şahsına münhasır, sanki neye baksa, kime baksa aynı şeyi görmektedir Selahattin Enis.
Onun bu bakışı ve kavrayışını Natüralizme denk düşürenler çok olmuştur. Vahit Tane, onun hayatını ve sanatını ele alan kitabına Türkiye’nin Emile Zola’sı Selahattin Enis adını vermiştir. Kayahan Özgül Bataklık Çiçeği’nin önsözünde onun Zehra Fuat Hanım adlı bir okuyucusuna yazdığı mektubu alıntılayarak natüralizmdeki düsturunu ortaya koyar.
“Benim bütün günahım hakikatin çirkin omzunu renkli bir örtü ile örtmememdir. Ne yapayım, elbise giydirerek köşeye oturtulmuş bir hakikatten kafam pek anlamıyor. Bence hakikat morgda teşhir edilmiş bir ceset gibi bütün örtü ve elbiselerinden sıyrılmalıdır ki, gözlerim onun hastalık ve bozukluğunu görebilsin, kambur mudur, topal mıdır anlayabilsin.”
O, roman ve öykülerinde yaşadığı devrin otopsisini yapmıştır denilebilir.
Selahattin Enis 1922-30 yılları arasında bir yıldız gibi parlar edebiyat ufkunda. Fakat hemen sonrasında, hem de en olgun, en yetkin çağında geri çekilir, imzası gazete ve dergi sayfalarından bir anda silinir.
Altı yıl geçer kayboluşunun üzerinden… 1937 senesine gelinmiştir. Bir roman yazar, tefrika ettirmek için götürdüğü gazetenin matbaasında kaybolur. (Bu kayıp romanın ismi de manidardır: Morg) Öyküleri ve anılarıyla Son Posta, Servet-i Fünun ve Yedi Gün’de görülür imzası. Ve 11 Haziran 1942 tarihinde, son öyküsü olan -ismi yine manidar- “Sönen Bir Güneş”in yayınlanmasından bir ay kadar sonra hayatını kaybeder.
Selahattin Enis’in 1 Şubat 1923’te Zümrüdüanka dergisinin yedinci sayısında yayınlanan “Erkek Kızlar”[1] adlı öyküsüne geçmeden önce, ölümünden sonra Servet-i Fünun dergisinin hazırladığı özel sayıdan, (sayı: 2391,18 Haziran 1942) onu ve eserlerini anlatan birkaç alıntı yapmak istiyorum. İsmi yad, ruhu şad olsun.
“İlk romanını 17 yaşında yazmıştır. 11 yaşında Konya’da Anadolu gazetesinde ilk yazısı intişar eden merhumun bu romanının ismi Neriman’dır. Bilahare bu romanı 20 yaşında iken kitap hâlinde bastırmıştır. Selahattin Enis için neslinin en realist romancısı demekte hiçbir hata yoktur. Zaniyeler, Sârâ, Cehennem Yolcuları, Endam Aynası bu iddiayı kuvvetle teyit edecek eserlerdir. Bilhassa son romanları arasında bulunan Mahalle edebiyatımızda realizmin bir şaheseri olarak daima yaşayacaktır.”
“Bütün edebiyat aleminin romantizmin bulutları arasında, hayal aleminde uçtuğu zamanlar en realist eserlerini verdi. Hikâyelerinin adedini Allah bilir. Romanları keyfiyet itibarıyla düzinelerle eser veren meşhurların(!) çoğuna faiktır.
Ama o ne Zaniyeler, ne Sârâ, ne Endam Aynası müellifi, ne hikayeci, ne gazeteci, ne muharrir Selahattin Enis’ti. Tek mısra yazanın büyük şairlik payesine yükseldiği bir devirde, eserlerinden bahsedildiği zaman kızarır, samimi olduğuna asla şüphe olmayan bir tevazuuyla başını yana sarkıtırdı. Bir devri kapamış, yeni bir çağı açmış gibi, mazi ile irtibatını kesmiş, istikbale hiçbir ümit oltası atmadan ‘gün bugün’ felsefesiyle yaşıyordu.” Nusret Safa Coşkun
“Fakat bazı yazılarında, Zola’yı bile hayrete düşürebilecek bir ifrata, bir natüralizm ifratına düştüğünü sanıyorum. Fakat ne de olsa büyük muharrirdi ve vakitsiz ölümü, dostları kadar Türk Edebiyatı’nı ağlatacak bir hadise oldu.” Halit Fahri Ozansoy
“Selahattin kadri bilinmeyen yüzde yüz yerli bir romancı, bir hikâyeci idi. Onda şunun bunun katışıklı bilgi hamulesini, özenini, taklit, yapmacık edebiyatçılığını bulamazsınız. O en dar zihniyetlerin, örümcekli kafaların hüküm sürdüğü bir çağda realiteyi bütün çıplaklığı ile cemiyetin suratına fırlatmaktan, bunu deşmekten asla korkmamış, çekinmemişti.” İbrahim Hoyi
Genç kızları öğle yemeğine davet eden trampet, mektebin mermer taşlığında gürültülü akisler bırakarak sınıf kapılarına çarptı. Dershanede gayri ihtiyari bir kaynaşma oldu.
Muallime hanımın dershaneyi terkini müteakip genç kızlar koridora hücum ettiler. Hepsinin gözleri yorulmuş, yüzleri al al olmuştu. Koridorda yürümüyorlar, birbirlerini itip kakarak ateş konulmuş bir su tenceresi gibi yürüdükleri yerlerde fıkırdayarak kaynıyorlardı. Yekdiğerine karışmış olan bu kitle bir anda ikişer ikişer oldular. Nehariler (yatılı olmayanlar) mektebin bakkalına, leyliler (yatılılar) yemekhanenin bir köşesine dağıldılar. Bakkalın önünde eteklikler kalkıyor ve çorap bağları arasına sıkıştırılmış paralar çıkartılarak bakkala uzatılıyordu.
Müzehher, Selma’nın koluna asılmış, onu yemekhaneye sürüklüyordu. Arkadaşları bu iki kıza “eşler” ve “sevdalı” isimlerini takmışlardı. Bu iki kız, yekdiğerine daima “cicim” diye hitap ederlerdi. Belliydi ki aralarındaki münasebet yalnız sınıf arkadaşlığı derecesinde değildi. Daha derin, daha acayip idi.
Müzehher günün birinde nagehan (ansızın) mektebin ufkunda parlamış ve bütün gözleri kendi etrafında toplamıştı. Yalnız bu gözler içinde en kuvvetli kamaşan Selma’nın gözleri olmuştu. Selma sınıf itibarıyla ondan daha iki sene ilerideydi. Müzehher’le nasıl tanışacak ve nasıl görüşecekti? Bunu günlerce düşündü. Ve günlerce onunla tanışması esbabını araştırdı. Gözlerinde yanan mütekabil şule (karşılıklı alev) nihayet günün birinde onları demirle mıknatıs gibi birbirine cezbetti (çekti).
Selma kadından fazla erkeklere benzer bir mizaç ve hilkatte yaratılmıştı. Daha küçükken ağabeyinin fesini giyer, lamba isiyle dudaklarına bıyık çekerek kendisine taze bir delikanlı kıyafeti verirdi.
Serkeş ruhu onu mektep hayatında kimseye ısındırmadı ve daima hem-sinlerine (yaşıtlarına) karşı onda kuvvetli bir adem-i incizap (çekici bulmama) ile mütehassis etti. Bundan dolayıdır ki mizacı onu sinnen (yaşa) kendinden küçük olanlarla birleştiriyordu.
Selma mektep hayatında hangi arkadaşını severse daima zelaletkâr (düşkün) ve gayr-i tabii (doğal olmayan) bir aşkla sevmişti. Hissediyordu ki kalbi kaburgalarına sığmayacak bir vüsat ve kuvvette yaratılmıştı. Yalnız şuna emindi ki, Müzehher onun gelen ve geçen bütün aşk ve hatıralarını bastırmıştı.
Selma, Müzehher için ne fedakârlık yapmamış, onunla bir sınıfta bulunabilmek için o sene imtihanda sınıftan mı dönmemişti? Mamafih bundan dolayı asla ne pişman ne de müteessir (üzgün) olmamıştı. Müzehher’le bir sınıfta, bir çatı altında, bir sıra üzerinde yan yana ve diz dize olduktan sonra niye müteessir olmalıydı?
Elbiseleri bir renk ve çeşitte, iskarpinlerinin şeklinden saçlarının örgü ve bükümüne varıncaya kadar her şeyleri aynı tarzda ve biçimdeydi. Sınıfları bir, sıraları bir, elbise ve tuvaletleri bir olduğu gibi yatakhanede karyolaları da yan yana idi. Çok geceler elektriklerin arızaya uğramasını dört gözle beklerlerdi. Lambalar söndüğü zaman yatakhanenin üstünden hafi (gizli) ve şüpheli bir hava geçer, içten içe duyulan bir kaynaşma olurdu. O vakit yorganlar dalgalanır, yatakhanede gizli bir kıpraşma hissedilir ve yorganların uçları yavaşça kalkarak muhteriz (titreyen) beyaz gölgeler yere atlarlar ve ayaklarının uçlarına basarak bir yataktan diğer yatağa geçerlerdi. Böylece kaç geceler Selma, Müzehher’in ve Müzehher, Selma’nın yatağına geçmişti.
Bin heyecan ve endişe içinde irtikap edilen (işlenen) bu günahların zevkleri maalesef daima natamam kalıyordu. Şimdiden iki genç kız asla kimse ile evlenmeyeceklerine dair ahd ü peymanlarda bulunmuşlardı. Onlar daima birbirlerinin olacaklar ve daima birbirleri için yaşayacaklardı. Dünya yıkılsa hiçbir erkek vücudu asla aralarına ve aşklarına girmeyecekti. Bu ahdlarını, dudakları kuvvetli buselerle birleştiği zaman kaç kereler birbirlerine tekrar etmişlerdi. Selma düşünüyordu: Eğer onun küçük bir hıyanetini sezerse muhakkak ki ona karşı elinden gelen her türlü fenalığı yapacaktı. Kaç kereler kuvvetli bir kıskançlık hissi içinde habersizce onun çantasındaki defter ve kitapları karıştırmış ve tesadüfen defterinde bulduğu üstü çizilmiş bir yazıyı kaç kereler ariz ve amik (detaylıca) güneşe tutarak tetkik etmiş ve bir şemme-i hıyanet (aldatma kokusu) aramıştı.
Selma, arkadaşları tarafından kendisine gizliden gizliye tevcih edilen (yöneltilen) sitem ve tarizlere (iğnelemelere) asla ehemmiyet vermiyordu. Filhakika kendisi Müzehher’i seviyordu, fakat kendisine tariz edenlerin hangisinin mektepte bir Müzehher’i ve hariçte dört kaşlı bir sevdalısı yoktu ki? Hususiyle onların çoğunun sağ cepleri mahbube (kadın sevgili) mektupları sol cepleri âşık nameleriyle dolu bulunurdu. Bunlar değil miydi ki çarşamba günleri kendilerini bekleyen birer âşığın kollarına takılarak dağ tepe açılıyorlardı. İşte azametinden yanına varılmayan ve bütün mektebin en terbiyeli talebesi olarak tanınan Zehra, işte soluk benizli ve dalgın gözleriyle insana bir talebeden fazla bir zahide vehmini veren Müberra, işte kendi yüz karasını görmeyerek müdire hanımın ve muallimelerin gözlerin girebilmek için arkadaşlarını çekiştiren ve müdüre hanımdan muallimelere kadar bütün heyet-i talimiyeye hululünden (öğretim kadrosuna yanaşmasından) dolayı arkadaşları arasında “müsteşar” diye yad edilen Hasibe… İşte mektebin en göze çarpan bu hanım kızlarının hayat-ı hususiyelerinde (özel hayatlarında) birer ikişer yüz karası yoktu. Mamafih ataklığı ve hırçınlığı, herkesin mesavisini (kötülüklerini) ulu orta, bila-ihtiraz (çekinmeden) yüzüne çarpmasından dolayı bütün arkadaşları beyninde (arasında) kedi lakabıyla yad edilmesi hasebiyle kimse Selma’ya bir tarizde bulunamıyordu. Çünkü herkes “Aman üstümüze çirkefi sıçratmayalım,” diye bir nevi ihtiraz ile ondan çekiniyorlardı.
***
Selma ve Müzehher tatil mevsimini emsalsiz bir lezzet içinde geçirdiler. Hemen bütün zamanlar buluştular. Ekser gün ya Gülhane Parkı’nın geniş ağaçları altında yahut Samatya kıyılarının denize uzanan kayaları üzerinde dalgın ve serazat yaşadılar. Yalnız bir gün Selma, Müzehher’in el çantasını karıştırırken orada bir mektup buldu. Evvela gözlerine inanamadı. Elleri titreyerek bütün mektubu bir lahzada (anda) okudu. Birden etrafının karardığını hissetti. “Müzehher!” diye bağırmak istedi. Fakat imza onu olduğu yerde tevkif etti (durdurdu). Bu, kendi annesinin mektubu idi. Müzehher’e aşkından bahsediyor ve kendisini Selma’nın bulunmadığı bir gün evde beklediğini söylüyor ve ezeli bir aşk vaat ediyordu.
[1] “Erkek Kızlar”ın Türk Edebiyatı’nda kadın eşcinselliğine dair yazılmış öyküler arasında özel bir yeri olsa gerektir.
[2] Öyküyü çevirdikten sonra bilinemeyebileceğini düşündüğüm kelimelerin anlamlarını parantez içinde vermeyi uygun buldum.